Aslıhan Gençay: “Türkân Şoray’la tanışmaya giderken kendimi hapishanede buldum”

 

"Cezaevinden sorun iletiliyorsa vardır o, kimse kafasına göre bir şey uydurmaz. Herkes zaten metanetle yaşıyor burada. Bir sürü şeye alışıyorsun. Ama bir şey diyorsa gerçeklik payı vardır, kayda alınmalı. O insanın eli kolu bağlı olduğu düşünülmeli."

 

Ülkenin en uzun hapis yatan kadınlarından biri olmalı Aslıhan Gençay. Şu günlerde aramızda olmalıydı ama Sivas Açık Cezaevi’nin gardiyanlarının bir son dakika provokasyonuyla denetimli serbestlik hakkı elinden alınmak isteniyor. Yıllarca kapalı hapishanelerde, sınırlı görüş ve telefon hakkıyla kaldıktan sonra Hafik’in bozkırında kurulmuş bu açık cezaevinde -parasını ödediği sürece- telefonla konuşma hakkı var. 30 Ekim gecesi, telefonla konuşmaya izin verilen sürenin bitimine doğru, Aslı’yla bir söyleşi yaptık. Sadece bir kadının maruz bırakıldığı dertler veya Aslı’nın bireysel macerası açısından değil yaşama, üretmeye ve direnmeye dair de çok şeyler söyleyen bir söyleşi.

Bir gün hayatının ortasına bir bomba düştü. Bir film festivalini gazeteci olarak takip etmek için Ankara’ya gelirken bir yol kontrolünde 5 yıl daha hapis yatmak üzere alıkonuldun. Ankara’ya gelecektin, bende kalacaktın, birlikte festivali izleyecektik, sen röportajlar yapacaktın. Sen “içeri düşünce” heyecanla beklediğin Türkân Şoray röportajını ben kapmak zorunda kaldım! Seni aldılar, sağlık raporların ve türlü akut sağlık sorunların dikkate alınmadı. Hapishane hapishane dolaştın. Seni zaman zaman hak gaspı haberlerinde gördük. Ama şimdi hayatından bir yılı daha çalmayı tehdit eden bir durumla karşı karşıyayız. Bize biraz başlangıçtan bugüne gelen süreci özetler misin?

Dediğin gibi, 1992 tarihli siyasi bir dosyadan kaynaklı, 10 yıla yakın yatmıştım. Takriben 2000 yılında, Türkiye’nin de imza attığı bir AİHM kararıyla, uzun süreli açlık grevi sonucu ortaya çıkan sekeller dikkate alınarak cezam durduruldu ve cezaevinde yatamaz raporu aldım.

16 yıl çeşitli gazetelerde kültür sanat alanında çalıştım. 10 yıla yakın da bir bankanın kurumsal dergisinin ve kültür sanat sitesinin editörlüğünü ve yazarlığını yaptım. 2016 yılı Mayıs başında, Ankara Film Festivali için 4 günlüğüne Ankara’ya gelirken, AİHM kararıyla durdurulmuş cezanın eksik kaldığı ve bir süre daha yatmam gerektiği söylenerek Sincan Cezaevi’ne götürüldüm. Çok karışık bir dönemdi. 1 ay sonra darbe oldu. İtirazlar, mahkeme süreçleri işlemedi. Açıkçası, artık yatayım da bitsin diye düşünmeye başladım. Önceki 16 yıl boyunca, yasal yasal yaşayıp gidiyordum. Mesleğim, yerim yurdum, adresim belliydi. Sürekli GBT’ye girip çıkıyordum. Ama meğer cezanın devamı kararı sadece UYAP’ta varmış meğer. 16 yıllık hayatım birden bitti.

Gençlik dönemindeki bir siyasi dosya bu. Artık demokrat, aydın, feminist, ekolojist, vejetaryen ve bağımsız bir bireyim. Adalet Bakanlığı’nın 2018 tarihli cezaevindeki gazeteciler listesinde gazeteci, yazar ve editör olarak kaydım var. Bulunduğum bir diğer liste de Adalet Bakanlığı’nın kronik hastalar listesi. Adli Tıp Kurulu’ndan, 2017 tarihli %45 engelli raporum var. Yarısı gözlerimden kaynaklı sinir ölümü, diğeri %100 kronik astım.

Sonra hapishane hapishane dolaşmaya başladın?

Üç kapalı cezaevinde kaldım. Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu (CİK), Tarsus Kadın Kapalı CİK ve Kayseri Kadın Kapalı CİK’te kaldım. Buradaki süreçler zaman zaman zaten basına yansıdı. Şimdi de Sivas Açık’tayım, dört oldu. 2. Yargı Reform paketiyle Madde 314’ten ceza alanlar da 1 sene denetimli serbestlikle çıkabilir hale geldi. O değişiklikten sonra Açık Cezaevi’ne geçtik. Aslında oraya gönderilmeden de çıkarılabilirdim. Son 1 senem 18 Ekim 2020 itibariyle, [röportaj tarihinden] 10 gün önce, ben daha Kayseri’deyken başlamıştı. Ama önce “açığa git, sonra bırakılırsın” diye ısrar ettiler. Buna “girdi çıktı” deniyor mahkûm dilinde. Cezaevi seçme hakkım yoktu, yoksa ailem İstanbul’da, tüm bu hapishanelerin bulunduğu yerlerle hiç ilgim yok.

Aslıhan Gençay

Bir “arama” hikâyesi

Şu yapay arama krizi de burada çıkartıldı galiba?

Evet. 22 Ekim’de Sivas Kadın Açık Cezaevi’ne doğru yola çıktım. Eskiden kapalıdan açığa gidenlere 12-18 saat gibi bir izin verilirdi. Süreleri bitince açığa gidip teslim olurlardı. Ama COVID-19 yüzünden direkt kapıdan alındım. Sonraki dayatma açısından bu önemli. Cezaevi aracı ve İKM’ler (infaz koruma memurları, yani gardiyanlar) eşliğinde, dışarıyla temasım olmadan Sivas’a getirildim Eşyalarım arandı, ben arandım, hepsi X-ray’den geçti, hep birlikte cezaevi aracına bindik. Sivas Kadın Açık Cezaevi’ne gelince önce tekrar Sivas merkeze gönderildik. Orada COVID-19 testi yapıldı, darp cebir yok raporu aldım (bu ayrıntı gibi duruyor ama önemli). Tekrar cezaevine getirildik. Tüm bu süreçlerde hep cezaevi araçları kullanıldı ve İKM’ler bana eşlik etti. Geç bir saatti (gece 10-11 gibi), epey bekletildikten sonra içeri girdim. Girişte bir konteyner arama odası yapılmış. “Vardiya” tabir edilen, o sırada görevli gardiyanlar geldi. Önce eşyalarım konteynıra kondu, “arama” başladı. Gerçi arama diyorum ama saldırgan bir üslup ve tavırlarla dolu bir şovdu. Eşyalar sağa sola atıldı, bağırmalar çağırmalar. Sonuçta görevleri, arayacaklar fakat eşyalarımı yere atmamaları için uyardım. Hayatımda ilk defa açık cezaevine giriyorum, bu konuda hiçbir deneyimim yoktu. Sözcüğün tam anlamıyla şaşkınlıkla izledim. Normalde kapalı hapishaneler daha sıkı olur sanıyordum ama Kayseri Kapalı’da gördüğümün tam tersi, saldırgan bir tavırla karşılaştım.

Sonra tutup “kıyafetlerini biz seçeceğiz” dediler. Örneğin 6 pantolonun var fakat 4 pantolon hakkı verilmişse, bunların arasından kendin seçersin. Ya sabır, deyip sakin davranmaya çalıştım. Eşyalarına “araması” bitti ama saldırgan, ezmeye çalışan tavırlar devam etti. İKM’lerden biri “Sen çok havalısın, sen bu kadar havalı olursan cezaevi idaresinin gözü üstünde olur,” dedi. “Havalı olmak TCK’ya göre suç mu?” dedim. Ama tabii bu tuhaf havalı terimiyle kastettikleri şey özgüven. Evet, yasa bilgime güveniyorum, hakkımı da ararım. Bu “havalı” olmaksa -artık ne demekse- öyleyim. Onlar özgüveni olmayan, her dediklerini yasa kabul eden, ezik bireyler olsun itiyor karşılarında. Herhalde öyle bir birey olmadığım için yüklendiler. Bence ego tatmini yapıyorlardı kendilerince.

“Çırılçıplak soyun!

“Arama” adı altında eşyalar atıldı, dağıtıldı, karmakarışık üst üste atıldı falan. Sonra bana dönüp kışlık montumu çıkarmamı istediler. Çıkarıp verdim, mont arandı, kenara kondu. Üstümde kalın kazak gibi tişört vardı, elle arama yapmak zor sahiden, “onu kaldır” dediler, kaldırdım. Ayakkabılar zaten X-ray’den geçer, bunlar elle bakmak istediler, ona da baktılar. Saçım topuzdu, içinde bir şey geçirmiş olabilir diye açtılar. Özetle üstüm elle arandı, ayakkabım, saçım arandı, montum arandı. Ama bu da tatmin etmedi. “Çırılçıplak soyun” dediler. Tam olarak bu sözcükler. Neden? diye sordum. “Biz böyle istiyoruz” dediler. “4 buçuk yıldır kapalıda kalıyorum, hiç böyle bir kural duymadım, başıma da gelmedi, bunun mevzuatı, yasası, genelgesi var mı?” dedim. “Her cezaevinin kuralı kendine göredir, biz böyle bir kural koyduk, böyledir,” dediler. Ben de dedim ki: “Bunun bakanlığın genelgelerine uygun olup olmadığı önemli. Ben yasaları dikkate alıyorum ve bunu sormak istiyorum,” deyince o tuhaf “tehdit” söylemi başladı: “Sen bizi tehdit mi ediyorsun?”  “Adalet Bakanlığı’na yasayı sormak, çıplak arama genelgesini sormak, tehdit değil, memur hanım,” dedim. “Bu benim yasal hakkım. Çünkü ben kapalı cezaevinden aranarak çıktım. Zaten COVID nedeniyle karantinadaydım. Görüşler vs. hepsi yasaktı. Haftada üç defa maske veriliyor, sadece telefona çıkıyorum, tüm temasım bu. Sevk edilirken arandım, X-ray’den geçtim, eşyalar tek tek arandı, öyle çıktım. Cezaevi aracında zaten İKM’lerle geldim. Ben dışarıdan gelmiyorum ki, neden çıplak aranıyorum?

Bu kez “Ya üstünde uyuşturucu varsa?” dediler. “Sadece çıplak aramayacağız, otur kalk da yaptıracağız.” Ben de “Siz ne diyorsunuz?” dedim. “Benim yargılandığım madde belli.” Bu sefer “Ya darp cebir varsa, bize iftira atarsan?” demeye başladılar. 10 dakika içinde uyuşturucu bağımlısı oldum, iftiracı oldum. “Ben yeni darp cebir yoktur raporu aldım,” dedim. “Böyle bir iftirayı istesem de atamam ki zaten bu benim yapacağım bir şey değil. Adalet bakanlığına sorulmasını istiyorum. Bu uygulama neye dayanıyor?” Baş memur, “Adalet Bakanı da benim, devlet de benim,” demeye başladı. “Abdülhamit Gül Bey diye biliyordum. Değişti mi?” diye sordum ben de, ne yapayım? “Siz infaz koruma memurusunuz ve şu anda üstlerinize ulaşma yolumu tıkıyorsunuz. Sizin üstünüzde müdür, savcı, infaz hakimi, adalet bakanlığı ve cumhurbaşkanlığı var. Vatandaş olarak hepsine yazma hakkım var. Bir memurun kendini adalet bakanı sanması nasıl bir cehalet bilmiyorum. Bana genelge getirin.”

Birden “Yok genelge” diye bağırmaya başladılar. İçeri 10’a yakın memur girdi. Kamera yok, tanık yok. Provokatif, saldırgan bir ortam oluştu. Niyetlerinin kötü olduğunu görünce “Sizinle bu saatten sonra konuşmak istemiyorum, yetkiliyle konuşmak istiyorum,” dedim. Biraz sonra infaz koruma baş memuru [başgardiyan] geldi. Yine aynı vardiya, bana bağırıp çağıran kişi. Müdürü aramış, “Müdüre Hanım, bu bizi tehdit etti, aramayı kabul etmedi, ben terörüm dedi, hakaret etti,” diye senaryo yazıyor. “Bir dakika, telefonu bana verir misiniz?” dedim. “Olay böyle olmadı. Neden böyle anlatıyorsunuz?” Gözümün içine baka baka yalanları söyledi, beni odaya kilitledi gitti. Biraz sonra geldiler, “Elle bir daha arayacağız” dediler. Tekrar aynı şekilde elle arandım. Sonra da biraz daha bekletip “İçeri giriyorsun, karantinaya alacağız,” dediler.

Oradan alındık. Manzarayı anlatayım sana. Cezaevi, bozkırın ortasında konteynerlerden oluşuyor, arkalarında önlerinde birer kapı var. Bir koridor boyunca dizilmişler. Teşbihte hata olmaz, ben biraz mülteci kamplarına benzettim. Bir tür konteyner kent. Karantina odası da yan yana iki konteyner. Leş gibi, pis bir yer. Enfeksiyon kaptım zaten. Daha önce gelenler TV’li, buzdolabı olan, daha insani odalara konmuş. Herhalde bu da bana verilmiş bir tür cezaydı. Telefon hakkımız var ama görüşemezsiniz diye kapatıp gittiler. Yemek verilmemişti, o saate kadar açtık. Düzenli antidepresan kullanıyorum, alamadım. Astım ilaçlarımı da vermediler. Yemek diye üç tane köfte getirdiler. Vejetaryenim, dedim. O zaman köpeklere at, dediler, kapıyı kilitleyip gittiler. Ertesi sabaha kadar baş ve boyun ağrısıyla kaldım. Musluktaki pis sudan içmek zorunda kaldım. Peçete yok. Yemek pratikte yok.

“Köpek flörtlerim”

Herhalde köpeklere at derken kendilerince aşağılamaya çalıştılar ama buranın çok az iyi yönünden biri, siz dostlarımın sesini duyabilecek olmanın yanında, kedi ve köpek olması. Gerçekten onlara veriyorum vejetaryen olmayan yemekleri. Kangallar var, yemek veriyorum. Kedi köpek gördüm, elimden ekmek yedirdim. Kedi, kuş, köpek, hepsini besliyoruz. Küçük fidanlar var çorak arazide, karavanalara su doldurup onları suladık. Aralarından bir delikanlıyla flört ediyoruz. Ama dört ayaklı!

Nerede kalmıştık? O berbat koşullarda bir gece kaldım, ertesi sabah revir memuru ilaçlarımı getirdi.  Boyun fıtığı da olunca -çeken bilir- epey kötü bir gece oldu. Fıtık yastığı ertesi gün getirdiler. Kılıfını bulamamışlar çünkü arama sırasında çıkarıp atmışlar. Üstüne, benimle ilgili tutanak da tutmuşlar. “Disiplin soruşturması açılmıştır, savunma yazınız.” Altta ikinci müdürün [müdür yardımcısı] imzası. Ama tutanak bana gelmeden ben Sivas İnfaz Hakimliği ve CİK İdare ve Gözlem Kurulu’na “Denetimli serbestlik hakkımı kullanmak istiyorum,” diye dilekçe yazmıştım. Sonra hakkımda tutulan tutanakta imzası olan müdüre hanım geldi, konuştum. Oysa normal işleyişte öyle her tutanaktan disiplin soruşturması falan açılmaz, ilgili kişiyle konuşulur önce.

Sonra H Blok’a alındık, karantina bloğu. Her şey çok tuhaf bana bunca kapalı cezaevinden sonra. Nihayet avukatları arayabildim. “Bundan bir şey çıkmaz, denetimli serbestlik hakkını zaten kazandın,” deyince onlar, ben umutlandım. 4 buçuk yıl sonra, telefonla da olsa, tüm sevdiklerimle konuştum. Savunmamı yazdım. 26 Ekim’de iyi niyetli ve soğuk kanlı bir savunma verdim: Uzun yol, açlık, soğuk, ilaç yok, saldırgan tavırlar. Hadi anlayış gösterelim, onlar da kadın ben de kadın, serde feministlik var. Ama onlar bağırıp çağırdılar, hakaret ve ithamlarda bulundular. Çünkü şahit yoktu, kamera yoktu. 27’sinde cevap geldi: Disiplin Kurulu oturmuş, savunmayı okumuş, “Her ne kadar böyle dediyse de, suçu sabit görülmüştür, 3 gün hücre cezası.” Bu hemen uygulanmıyor, infaz hakimliği ve ağır cezaya itiraz hakkı var.

Bergen modu – Zeyna modu

Yine de bunu beklemiyordum, epey şok oldum. Bergen moduna girdim.  10-15 dk öyle dolaştım. Yarım saat falan ağlamış da olabilirim. Sinir, üzüntü, hırs atağı geçtikten sonra fabrika ayarlarına döndüm, Zeyna moduna bastım. İki modum var benim. Telefon başına geçip avukatları aradım. Adana Barosu’ndan Tugay Bek’e bu vesileyle özellikle teşekkür ediyorum. Destek oldu, halimden anladı. Sonra arkadaşlarımı aradım. Sağ olsunlar hepsi bir taraftan olanları yazdılar. Basına ve sosyal medyaya yayıldı. Adalet ve Sağlık Bakanlığı etiketlendi. Can dostum Melek Bengü Şahin, “kızım” Esra Güzel Ersoy, dostum Nazlı Dağaçıkan ve röportajı yapan ukala ve uyuz ama yine de sevdiğim arkadaşlarımdan Barış Yıldırım. Uzun süredir de beni ihmal etmişti; iyi dost kara günde belli olur. Hepsi destek oldular ve bu bilgiyi yaydılar. Hepsine teşekkürler.

Bu “nazik” sözlerin için biz teşekkür ederiz. Üslubunu iyi bildiğim için gardiyanlara da bundan daha sert bir şey söylemediğine eminim. Aslında biraz düşününce, çok daha yumuşak davranmış olabilirsin. Neyse, peki, şu an durum nedir, onu anlat?

30 Ekim itibariyle, ikinci müdürlerden Murat Bey’le görüştük. Cezaevine dair başka şikâyetlerim de vardı. Dilekçe yazmıştım bakanlığa. Soruşturma ve belgeler sundum. Ayrıca Sivas Açık’taki insani bulmadığım, sağlıksız bulduğumu koşullarla ilgili beş sayfa dilekçe yazdım. Murat Bey görüşmek istedi. “Sorunları çözmek için konuşuyoruz,” dedi bana ama maalesef çözülmedi. Benim disiplin soruşturmasından bahsettik. O gece görevli vardiyaya idari soruşturma açılmış. Doğru bir şey bu. Belki bakanlığın inisiyatifiyle oldu, bilmiyorum. Tutanakta, verilen disiplin cezasının gerekçesi “aramaya direnmek.” Dört buçuk yıldır kaplı cezaevinde kalıp da yüzlerce binlerce kez aranmış, hiçbir sorun yaşamamış bir insan neden birdenbire aramada sorun yaşıyor? Müdüre de sordum bunu. Ben revire, telefona, avukata, görüşe çıkarken dört buçuk yıldır her gün aranıyorum. Her giriş çıkışımda aranıyorum. Cezaevinin kuralı bu. Direnmek şurada dursun, iki defa arandım. Bu arada tutanakta “çıplak arama”ya herhangi bir referans yok. Zaten genelde bakanlık avukatlara “bizim kurumlarımızda çıplak arama yok” diyor. Çok istisnai durumlarda öngörülen bir uygulama. Zaten kendileri de çıplak arama istediklerini belirtememişler. “Aramayı reddetti, hakaret ve tehdit etti,” deniyor. Bu benim üslubum değil. Kaldığım tüm hapishanelerdekiler, görevliler de mahkûmlar da bilir. Ama bana hakaret kullanıldı. “Bu konuşma biraz geç oldu, tutanak tutulmadan, soruşturma yapılmadan, cezadan önce daha iyi olurdu. Benim bir senelik denetimimi yaktınız,” dedim Müdür Bey’e. Bu konu artık cezaevinden çıktı, infaz hakimliği ve mahkemede konuşulacak. Ben SEGBİS’ten katılacağım, avukatlar da katılacak. Tarihi belli değil. İtiraz dilekçem bu sabah gitti, sonucu bekliyorum.

Kantin var para yok, para var kantin yok!

Bu özel durum dışında genel olarak nasılsınız açık cezaevinde?

Birçok sorun var tabii. Ne bileyim, sıcak su iki saat, sonra banyo kilitleniyor. Altyapı sorunu varmış. Kapalıda 7/24 sıcak su vardı. Sivas soğuğunda gece banyoda sıcak su açılıyor. Kafka anlatılarına dönmüş bir de kantin sorunumuz var. Anlatayım da gülelim.

Karantina bölümündeyim ya, kantin [dışarıdan alışveriş] günleri pazartesi ve perşembe. Perşembe gece gelince kaçırmış oldum. Cuma yapalım dediler. Kantin çok pahalı, fahiş demek daha doğru olur, istediğim şeylerin çoğu yok. Elimdeki para sigara kahve vs. ile bitti. Açık’a “girdi çıktı” yapıp denetimli’ye çıkacağım için [usul gereği açığa girip çıkacağım ve denetimli serbestlik hakkımı kullanacağım için] havlu, lif, saç kurutma makinesi, TV, masa, sandalye, giysi, hepsini dağıtmıştım. Şimdi her şeyi sıfırdan almam lazım ama kantinde havlu yok, banyo lifi yok. Hafta sonu böyle geçti. Pazartesi günü kantin günü ama elimdeki para bitti. Cezaevine yatırılmış olan paramı çekme günüyse çarşamba. Kantin var para yok, para var kantin yok! Neyse, çarşamba sabah parayı çektim. Perşembe sabahı alışveriş listemi hazırladım. Dediler ki: 29 Ekim, resmî tatil! Madem öyle neden haber vermediniz çarşamba yazın diye?! Kapalı cezaevinde resmî tatilde kantin açılmayacaksa haber verilir. Anons yapılır vs.  Cuma geldi, o da ayın 30’uymuş, kantin sayım günüymüş! Müdüre dilekçe yazdım. Çorapla lifleniyorum, lif yok! Bir tane havlu verildi, baş havlusu yok, el yüz havlusu yok, tarak yok. Tamam demiş İkinci Müdür, karantina bölümüne kantinini verelim, dediler. İyi, ne güzel, dedim ama kantin memuru da Birinci Müdür’le görüşmüş, “sayım yapıyoruz, çalışamam” demiş. Şimdi pazartesiye kadar bekliyorum, bakalım kantinin önünde bölüm sonu canavarı var mı?

Vahşi batı işte. Konteyner kent. 30 kadın mahkûm var. Ama memurlar kadınlara kötü davranmışlar. Bana sorun çıkaran vardiya meşhurmuş zaten. Güzel insanlar tanıdım tabii ama fazla tanımadan giderim umarım. En güzel yanı sizin sesinizi duymak, bunları konuşabilmek.

Kesintisiz üretim

Hapishanede ağır göz engeline ve Anadolu’nun dört yanını dolaşmana rağmen üretmeyi hiç bırakmadın. Neler yapıyorsun? Bir yazar olarak hapishanede okuma ve yazma fırsatlarını ne ölçüde bulabiliyorsun? Bazı yazılarını okuduk ama eminim başka çok şey üretmişsindir.

Geceleri yazıyorum. Sincan’dayken Sincan’dan Kadın Portreleri hazırlıyordum. Bianet, Siyasi Haber, Sendika, Görülmüştür gibi yerlerde yayımlandı. Ardından gittiğim Tarsus yeni açılan bir hapishaneydi, kâğıt kalem dahil çok sıkıntı vardı, yazma ortamı pek bulamadım. Sonra, kadınlardan duyduğum birçok hikâyeyi Sincan’daki notlarımla birleştirerek hikayeler yazmaya başladım. Uzun hikâye diye düşünüyordum ama uzadıkça uzadı, içime de sindi. Bitti şimdi, neredeyse romana yaklaştı. Tarsus’ta tanıştığım Adanalı bir mahkûmun renkli bir hikayesi vardı. O adli, ben bağımsız, ayrı yerlerdeyiz. Onların koğuş kapısı bizim havalandırma kapısına denk gelmiş, kapı altındaki boşluktan haberleşiyoruz. O anlattı, ben yazdım. Arada spor salonunda da denk geldik. Ama daha çok kapı önüne binder koyup yatıp yazdım. Kurguyla birleşerek 30 sayfalık bir tretman oluştu. Henüz ham ama tamamlayacağım. Kayseri’de ülkenin çok “sıcak” günlerinden birine tanık olan bir mahkûmla tanıştım. Çok uzun konuşmalar yaptık, bir defter boyunca notlar aldım, film yapmayı düşünüyorum bunu, ona da söyledim. Arkadaşların da desteğiyle yapmayı düşünüyorum. Susan Sontag’ın “başkalarının acılarını izlemek” dediği durumdaydım biraz, daha doğrusu birbirimizin acılarını “izledik” ama izlemekle sınırlı kalmadık.

Kurum kütüphaneleri ve arkadaşların gönderdiği kitaplar sayesinde epey okudum. 100 kadar kitap geldi arkadaşlardan. Gazete eklerinde çıkan kitapları takip edip onları istiyordum, biliyorsun. Koğuştan 5-6 arkadaş o süreçte vejetaryen ve feminist oldu. Kayseri’de Açık Lise’ye giden kızlarla Türkçe ve matematik çalıştık, onlar iyi notlar aldıkça ben sevindim. Üniversite sınavına hazırlananlara yardımcı oldum. Onlarla da Türkçe ve Matematik dersleri yaptık. Hukuki destek verdim, bir tür avukatlık yaptım. Tarsus’ta Suriyeli mülteci kadın çoktu. Parasızlar, avukatsızlar. Yemek, sigara, ne varsa paylaştık. Bu arada bütün “müvekkillerimi” de tahliye ettim. Avukatlarıma hep diyorum: Bir tek diplomam yok! :)

“İçeridekine ilgi yavaş yavaş azalıyor”

Ya pandemi döneminde mahpus olmak nasıl bir şey?

İçerisi özellikle zor. Açık görüşler kaldırıldı. Bu arada pandemiden önce de çok zordu. Yeni kurulan cezaevleri zaten şehirlerin çok dışında. 90’lar gibi değil. İkametim İstanbul ama Sincan, Tarsus, Kayseri, Sivas geziyorum. Birçok kadının durumu öyle. Diyarbakır, Mardin vb. yerlerden aileler çok zor geliyor. Açık görüş 45 dakika, ayda bir gelebiliyordu ailem, 65 yaş üzeri oldukları için annemle babamın gelmesini pandemi döneminde istemedim. Kapalı görüş var ama ona gelseler bu kez yolda belki sorun çıkacak. Dışarıyla temasım, haftada 2 telefon görüşmesiyle sürdü. Pandemide 10 dakikadan 20 dakikaya çıktı, o kadar. Bu dönemde çok kitap okudum geceleri. TRT 2’nin sanat kanalı haline gelmesi ve sinema filmleri yayımlaması çok iyi oldu. Hapishaneler için tek sanat filmi izleyebileceğimiz yer orası. İdarelerin DVD kanalı da var, onda da bazı filmler iyiydi, izledim. Koğuşta epey bir sinema aşkı yarattık. Haneke, Tarkovski, Coen kardeşler izledik. Haneke’nin Aşk’ı ve Kim Ki Duk’un Boş Ev ve  filmi çok beğenildi. Beyaz Bant da sevildi. Truffaut bile izledik.

COVID-19 döneminde özellikle riskli bir yer açık cezaevleri. Kapalı’da (kapalı cezaevinde) o kadar farkında değildim. Açıkta çok temas var. Dışarıdan geliş oluyor. Sırf maske ne kadar yeterli? Kronik hastalar, yaşlı insanlar epey risk altında bence. Ne önlem alsan, yayılır. Maskeye de çok dikkat edilmiyor zaten. Kapalı’da COVID’le birlikte Düzenli maske verildi, zatürree aşısı yapıldı.  Burada girişte bir maske verdiler, miadı doldu zaten, bir hafta maskesiz her yere gittik. Bugün tekrar üç maske vermeye başladılar.

Aslıhan Gençay’ın çizimi. Bilgisayarda renklendirildi.

İnsanları içeriye atma bir unutturma stratejisi olarak işliyor sanki. “Yalnız değildir” diyoruz ve değil gerçekten, yüreğimiz hep aramızda olmayanlarla. Ama yürek atışı kimseyi dışarı çıkaramıyor. Belki bir süre daha bu güçsüzlüğümüz sürecek. Ama yine de yapacak şeyler var, olmalı. Bize neler önerirsin?

Mektup çok önemli. El yazımı hatırladım resmen. Her şey bilgisayarlaydı dışarıdayken. İnsanlar içeride mektup bekliyor. Ben bir ara, biliyorsun, mektupları da kestim. Biraz samimiyetsiz de buluyorum ama bu çok kişisel bir şey. Bana öyle geliyor ki insanların gerçek doğası yansımıyor mektuba. Yine de çok güzel bir şey ve insanlar mektup bekliyor. Benim “cadı kızlarım” var, onlar beni hiç yalnız bırakmadı bu süreçte. Şu anda bile Nazlı’nın hırkası üstümde, bana güç veriyor. Biri kazak gönderiyor, biri kitap. Mektuplar, fotoğraflar çok önemli. Ben mektup tutkunu olmadım hiç. Tarsus’ta cevapları da kesmiştim. Kayseri’de döndüm. Ama bazen biri içeri girince yazılıyor, ediliyor, yavaş yavaş azalıyor, sonra hiç yazılmıyor. Biraz daha duyarlı olmak lazım. Yılmaz Güney der ya, Anadolu’da herkes girer hapse, girmeyen yoktur. Herkese sıra gelebilir. Anadolu insanı çokça girer çıkar buralara. Adli olur, siyasi olur

Tabii her hapishane aynı değil. Tarsus’ta birçok dilekçem kayboldu, Kayseri’de hepsi yerini buldu ama. Her yerde sorunlar yaşanıyor ama farklı. Diyelim burada beni sıkıştırdılar, iftiralar attılar ama sizlerin desteğiyle bunların duyurulması bile bir şey. Yani, biri bir sorununu anlattığında ciddiye alın, ilgilenin. Gerçekten sıkışmıştır. Dışarıdaki insan, gücünü küçümsemesin. İçerideki için çok önemli. Ailenle konuşuyorsun, ne kadar algılar emin de değilsin, yaş ve eğitim durumu farklı. Kayseri’de sorun yaşamadım mesela ama başka yerlerde yaşanıyor ve bu duyarlılıklar çok önemli. Bunu anlamaya çalışmak önemli. Cezaevinden sorun iletiliyorsa vardır o, kimse kafasına göre bir şey uydurmaz. Herkes zaten metanetle yaşıyor burada. Bir sürü şeye alışıyorsun. Ama bir şey diyorsa gerçeklik payı vardır, kayda alınmalı. O insanın eli kolu bağlı olduğu düşünülmeli. En azından ilgili makamlara iletilmeli. Ama bir mektupsuz bırakmayın. Sorunlarla ilgilenin. İnsan hakları açısından bakmak gerek. Ben, işkenceye karşı bir bireyim, Adli dövülürken de karşı çıkarım, siyasi dövülürken de. İdeolojisi, kökeni falan beni ilgilendirmez. Kadın sorunlarında, hak sorunlarında bunlar sorgulanmamalı. Herkes kafasına yatan sorunlarla ilgileniyor ama toplu olarak bakmak gerek.

Şu an infaz hakimliğinden haber bekliyoruz işte. Kaderim orada belli olacak. TV ve radyo yok, gündemi gazetelerden takip edebiliyorum. Ama “Zeyna modu”ndayım, iyiyim, takip eden, okuyan, tanıdık tanımadık herkese ilgi alaka için teşekkür ediyorum.

Söyleşi: Barış Yıldırım @yazilama