DÜŞ KIRIKLIĞI

DÜŞ KIRIKLIĞI

               Babam ve amcalarım, beni odaya sokarken ite kaka, hüzün dolu bir esriklik vardı içimde. Kavi bir saydamlıkla eprimiş, acı bir hüzün...

               Ve ablam oradaydı, salonun ortasındaydı, elleri arkadan bağlı, kıyafetleri perişandı. Kuzguni zülüfleri yüzüne düşmüştü, başını hafiften önüne eğdiğinden ötürü. Tarifi imkansız bir acı okunuyordu yüzünde. Ama buna rağmen, tatlı bir tebessümle gölgeliyordu gamzelerini.

               Onun yanına doğru giderken usul usul, benim geldiğimi fark etti ve bir an başını kaldırıp bana baktı.

               O bakışlarla karşılaşınca, olduğum yere mıhlanmış gibi, kaskatı kesildim. Bu nedenle, yüzümü çevirdim hemen. Ne diyeceğimi, nasıl hareket edeceğimi bilemedim o an. Yüreğim lal kesilmiş, tüm işlevini yitirmişti bedenim sanki. Öyle donuk, öyle soğuktum ki bir sfenks gibiydim adeta.

               Zira onun bakışlarında birçok anlam vardı: Sitem, öfke, utanç, düş kırıklığı… Tüm bu ifadelerin fark edilmesini ister gibi, bakıp durdu bana. Konuşmadı. Bakışlarıyla ifade ettiği şeyler, konuşmaya lüzum duymamasına yetiyordu sanki.

               Belki de bu nedenle, onun yüzüne bakmamaya çalışarak, ufak adımlarla yürüyüp bir adım uzağında durdum ve sırtımı ona dönüp pencereden içeriye uzanan, sabah güneşinin soluk ışınlarına baktım. Ellerim tir tir titriyordu, her an tabancayı elimden düşürebilirdim yere.

               “Hoş geldin, kardeşim!” dedi ablam o sırada. “Seni çok özledim, gel bir öpeyim seni.”

               Duymazlıktan gelip cevap vermedim.

               “Dargın mısın bana yoksa? Kardeşim.”

               Aldırmadım yine. Konuşmamak için çok zorluyordum kendimi oysa.

               “Onu çok sevdim, kardeşim. Onunla evden kaçmamın nedeni buydu… Babamız, beni ona vermezdi, biliyorsun. Yoksuldur, çulsuzdur, malı mülkü, kimsesi yoktur onun çünkü. Ama biz, birbirimizi çok sevdik…”

               Bir an duraksadı ve sonra, mahzun bir sesle devam etti:

               “Biliyorum, namusumuza leke sürdüm; adımızı, şanımızı ayaklar altına aldım. Töremiz gereği, beni hiçbir zaman affetmeyeceksiniz. Ben sizleri affediyorum ama. Hakkımı da helal ediyorum. Benim yerime anne ve babayın ellerinden, kardeşlerimin de yanaklarından öp. Sizleri özleyeceğim…”

               Gözlerim doldu o an… Ona arkamı dönebilmeyi çok istediysem de dönemedim. Onunla göz göze gelirsem şayet, babam ve amcalarımdan aldığım emri uygulamayabilirdim. Onu çok seviyordum çünkü… O, evimizin en büyüğüydü ve on dokuz yaşındaydı. Benden sadece dört yaş büyüktü, ama benim en yakın arkadaşımdı. O, bu yeryüzündeki en masum insandı, biliyordum. Ama aldığım emri…

               Neden sonra, omzumum üzerinden kaçamak bir bakış attım ona. Acı acı gülümsüyordu. Ve zeytin gözleri, ışıl ışıldı. Tıpkı, bir umudun velfecri gibi… Çok utandım, başımı önüme çevirdim ve kısık bir sesle, “Affet beni!” dedim.

               “Sizi çok seviyorum, kardeşim.” dedi ablam, mahzun mahzun. “Sizi çok seviyorum…”

               Tabancamı kaldırıp ona doğrulturken pencereye dönüktü yüzüm hâlâ. Ve ellerim, bacaklarım tir tir titriyor, başım dönüyordu. Katlanılması güç bir hüzün çöreklenmişti içime. Dayanamıyor, boğuluyordum adeta. Ama ne var ki, tetiğe kaydı parmağım birden. Merminin tabancadan çıkmasıyla, gözyaşlarımın hunharca gözlerimden akması aynı anda oldu neredeyse…

 

Hasan ŞEKER

2 Nolu T Tipi Hapishane

Şakran/Aliağa/İZMİR