Ebru ve Aytaç'ı kimler, neden öldürmek istiyor?

Peki onlar esasen neyin peşinde? Pek güzel bir halk deyişiyle: kendileri için "dikensiz gül bahçesi"nin! O “diken”ler (yani bizler) “yaşam hakkı” başta olmak üzere, en temel ve tartışılmaz hak ve özgürlüklerin, mesela çalışma hakkının, anayasa ve kanunlar önünde her anlamda –sınıf, ırk, milliyet, din, mezhep, inanç, bölge, cins, cinsel yönelim farkı/farkları gözetilmeksizin- eşit muamele görme hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün, barınma hakkının, sağlık ve eğitim hakkının, insanca koşullarda yaşama hakkının ve bütün bunlarla birlikte; burjuvazinin hukuku bizi teslim aldığında “adil yargılanma hakkı”nın ezeli ve istikrarlı ve kararlı savunucularını sindirmenin, ezmenin, itibarını zedelemenin, gücünü zayıflatmanın, hatta mümkünse fiziken yok etmenin! Ceyhun Can gibi, Şevket Epözdemir gibi, Medet Serhat gibi, Tahir Elçi gibi!

***
Buradaki adaletsizlik neredeyse kusursuz!
Yanlış insanlar açlık çekiyor,
yanlış insanlar seviliyor,
yanlış insanlar ölüyor! – John Osborne

Bu yazıya 30 Temmuz günü, 12 Temmuz 2020 tarihinde yazıhanesinin giriş kapısı kırılan (Evet, yazıhane! Büro değil, ofis hiç değil!) ve içeriye dolaylı bir ölüm tehdidi notu bırakılan bir Marksist hukukçunun (aynı zamanda avukat!) hissettiklerini anlatmak; tehdidin kaynakları üzerine değerlendirme yapmak ve dayanışma gösterenlere teşekkür etmek için oturmuştum ve açıkçası söylenecek, anlatılacak onca şey arasında hangi birini nasıl seçerim diye kara kara düşünüyordum. Lâkin o gün bir “sözde”(!) mahkemeden gelen “traji-komik” haber işimi kolaylaştırdı! (“Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” adını verdiği incelemesine Karl Marx şu şekilde başlar: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.”) İstanbul 37.Ağır Ceza Mahkemesi’nin “Adil yargılanma” talebi ile (o gün itibarıyle) ilki 209 gündür, ikincisi 178 gündür ölüm orucunda olan dostlarım/meslektaşlarım Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal hakkında, Adli Tıp Kurumu’nun “Hapishanede kalmaları uygun değildir” raporuna rağmen, tahliye taleplerini reddedip, hastaneye sevklerine karar verdi. Ve o günden beri hastanede onları ölüme sürüklemek, bu süreci görüntü, koku, ses, anti-hijyen her şey yoluyla hızlandırmak için özel olarak ayarlanmış koşullarda (sürekli açık olan ışıklar, kapısı her daim açık tutulan tuvalet kapısı, sistematik olarak yapılan çeşitli formlardaki gürültüler, hiçbir hijyen uygulaması olmadan verilen ilaçlar…vs.vs.) tutuluyorlar!

Geçerken yorumumu yapmalıyım: Bu korkunç karar verili hukuka (bile), özellikle de uluslararası hukuka bütünüyle aykırıdır! Zira bu “sevk” meselesi, kararın kendisinin garabeti ile birlikte, bir yandan da açıkça “zorla müdahale”nin önünü açmaktadır. Oysa açlık grevine ve ölüm orucuna müdahale Dünya Tabipler Birliği’nin 1970 tarihli Tokyo Bildirgesi ve 1991 tarihli Malta Bildirgesi’ne göre yasadışı ve etik dışıdır!
Bu kararla ve devamında hastanedeki uygulamalar ile aslında biçimsel olarak bana, esas olarak ise Ebru ve Aytaç’la, onlarla birlikte skandal bir yargılama ile mahkum edilen 18 hukukçu arkadaşımla, Türkiye ve Kürdistan’da müvekkillerinin ve bir süredir de kendilerinin “adil yargılanma hakkı” için mücadele vermekte olan tüm avukatlara yapılmış olan “saldırı” ve “tehdit” meselesi daha da bir netleşmiş oldu.

Bizi, o görünen ölüm mesajlı tehdit pusulalarının arka planında esas olarak ve derece derece kimler tehdit etti, ediyor ve etmeye de devam edecek? Liste çok uzun, ben birkaç elebaşını sayayım müsaade ederseniz: Kendilerini “devlet”, bizleri, bizim gibileri “düşman” olarak gören “şanlı devlet”in “emniyet kuvvetleri”! Emniyet kuvvetlerinin gizli tanık, ajan, şantaj, blöf, tehdit, “mülakat”…vs. fiziksel ve psikolojik işkence başta olmak üzere her türlü hukuk dışı yöntem ile oluşturduğu fezlekeleri, sanki itaatkâr ve tembel savcılar için özel olarak icat edilmiş “kopyala/yapıştır” tekniği ile büyük “zahmet”lerle gerçek anlamıyla “sözde iddianame” haline getiren soruşturma iddia makamları, o korkunç iddianameleri yine aynı teknik ve zahmetle “sözde mütalaa”ya dönüştüren kovuşturma iddia makamları, o suyu çıkmış, son formu mütalaa olan 9.sınıf Holywood senaryolarından daha sefil ve zavallı sözcükler yığınını çoğunlukla “karar” haline getiren hâkimler ve heyetler, o heyetlerin istinaf ve Yargıtay’daki değişik çeşitlemeleri, bu yasaları ve hukuku hiçe sayan ve bir “örgüt” halinde çalışan kadronun avukat görünümlü yardakçıları, onların (bizim asla değil!) barolarının birliğinin başkanı olan burjuvazinin palyaçosu, Ergenekon-iktidar diplomasisinin kuryesi, sarayın akademik emir eri/kurşun askeri düzen yağdanlığının zirvesi, tüccar avukatlığın profesörü Metin Feyzioğlu ve aynı “alçak” seviyedekiler, bizim bütünüyle reddettiğimiz evrensel hukuk katliamı niteliğindeki ceza kanunu ve infaz kanunu düzenlemelerini değerlendirirken “şiddet içeren ve içermeyen eylemler” ayrımını yapan pek “demokrat” akademisyenler, bütün bu sayılanların akademyadaki ve basındaki muadilleri, hamileri, işbirlikçileri, sözcüleri, tetikçileri… Axxx bitmiyor liste bitmiyor! Yani aslında belki de tek bir cümle ile: Ebru ve Aytaç’ı adım adım ölüme yollamaya çalışanlar!

Peki onlar esasen neyin peşinde? Pek güzel bir halk deyişiyle: kendileri için “dikensiz gül bahçesi”nin! O “diken”ler (yani bizler) “yaşam hakkı” başta olmak üzere, en temel ve tartışılmaz hak ve özgürlüklerin, mesela çalışma hakkının, anayasa ve kanunlar önünde her anlamda –sınıf, ırk, milliyet, din, mezhep, inanç, bölge, cins, cinsel yönelim farkı/farkları gözetilmeksizin- eşit muamele görme hakkının, düşünce ve ifade özgürlüğünün, barınma hakkının, sağlık ve eğitim hakkının, insanca koşullarda yaşama hakkının ve bütün bunlarla birlikte; burjuvazinin hukuku bizi teslim aldığında “adil yargılanma hakkı”nın ezeli ve istikrarlı ve kararlı savunucularını sindirmenin, ezmenin, itibarını zedelemenin, gücünü zayıflatmanın, hatta mümkünse fiziken yok etmenin! Ceyhun Can gibi, Şevket Epözdemir gibi, Medet Serhat gibi, Tahir Elçi gibi!

Peki bütün bunların arkasındaki nihai hedef ne? Yukarıda saydığımız ezilen sınıf, millet, cins ve tüm sosyal grupların korumasız/kalkansız bırakılması! Yani tam olarak onları önemli korumalarından/kalkanlarından, avukatlarından mahrum bırakarak; işçi sınıfını, yoksul köylülüğü, Kürt ve Ermeni halkları başta olmak üzere tüm ezilen halkları, Alevileri, kadınları ve sıralamaya çalıştığımız toplulukların tamamını sindirmek, ezmek ve bazen de (yine mümkünse!) 1909 Sis ve 1915 tüm coğrafya, Maraş, Sivas, ’93 konsepti uygulamaları ve son olarak Roboski örneğinde olduğu gibi fiziken ortadan kaldırmak! İşte tam da bu nedenle; sıraladığımız tüm bu kesimlere yaşamlarını perde eden, yeri geldiğinde canlarını ortaya koyan avukatlarını, yani bizi, yani bu momentte Ebru ve Aytaç’ı hedef alıyorlar!

Zira ölümden zerre kadar korkmayan Ebru’nun ve Aytaç’ın soluğunda, yani bizim soluğumuzda; Soma’da, Ermenek’te, tersanelerde, metal sanayiinde, nice nice iş cinayetinde can veren işçi sınıfının yiğit evlatlarının ve onların sınıf kardeşlerinin, köyleri, yaylaları, toprakları kâh altın için, kâh termik santraller, HES’ler, RES’ler için emperyalizm ve burjuvazi tarafından zehirlenen, yok edilen, yağmalanan yoksul köylülerin, çocuklarının/yakınlarının toplu mezarlardan çıkan kemiklerine “evladım/kardeşim/eşim/sevgilim/canım” diye sarılan Kürt annelerinin/kadınlarının, yakılan, evlerine kırmızı çarpı konan, Gezi İsyanı’nda tekmelerle, gaz kapsülleriyle öldürülen Alevilerin, toprağa, suya, ormana, tüm doğaya ve onun canlı/cansız evlatlarına canları pahasına sahip çıkan çevre hareketi militanlarının, an be an tacize, tecavüze, her türden şiddete maruz kalan kadınların, şiddete ve ayrımcılığa tabi tutulan farklı cinsel yönelim sahiplerinin, velhasılı tüm ezilenlerin, direnenlerin, ayağa kalkmaya hazır olanların nefesi var! Onların ölesiye korkmaları için yetmez mi?

Bizim komünist toplum hayallerimizin köşe taşını döşeyenlerden büyük filozof Spinoza –ki Marx’ın ve Nâzım’ın da gözdesidir!- “Politik İnceleme”sinde bu durumu 345 yıl öncesinden şöyle ifade etmiş; “Devlet işlerini gizli saklı biçimde çekip çevirebilenler devleti bütünüyle ellerine geçirirler, savaşta düşman tuzak kurar gibi, barışta yurttaşlara tuzak kurarlar.” Evet, aslında bize bütün bu yapılanlar birer “tuzak”! Peki biz bu “tehdit”lerden, “tuzak”lardan korkuyor, çekiniyor muyuz? Tek kelimeyle: “asla”! Peki onlar korkmalı, çekinmeli mi? Tek kelimeyle “mutlaka”!
Nihayeten; teşekkür faslını da; Japonya’dan Kanada’ya, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden İsveç’e beni, yani aslında “bizi” arayan ve dayanışma duygularını ileten bütün yoldaşlarıma, dostlarıma, Ebru ve Aytaç ve Selçuk ve Ezgi ve Süleyman ve Urfa’da, Antep’te tutuklu bulunan tüm hukukçu dostlarım/hevallerim adına ezeli ve ebedi yoldaşım, psikologum, dostum, rehberim, şimdi moda olan terimle “yaşam koçu”m Nâzım Usta’nın “Fevkalade Memnunum Dünyaya Geldiğime” şiirinden bir bölüm ile yanıt vererek tamamlayıp veda edeyim:

(…)
Fakat ne zarar,
Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar
her mili bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var.
Dostlar ki bir kerre bile selâmlaşmadık
aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz.
Ve düşmanlar ki kanıma susamışlar
kanlarına susamışım.
Benim kuvvetim :
bu büyük dünyada yalnız olmamaklığımdır.
Dünya ve insanları yüreğimde sır
ilmimde muamma değildirler.
Ben kurtarıp kellemi nida ve sual işaretlerinden,
büyük kavgada
açık ve endişesiz
girdim safıma. (…) (Vurgular bana ait.-Şiar Rişvanoğlu-)

Ne mutlu “aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret” yoluna bir daha asla dönmemek üzere girmiş olan bizlere!

Ne mutlu “adil yargılanma” hakkına da, hukuka da kimselerin ihtiyacının kalmayacağı sınıfsız, sömürüsüz, savaşsız bir yeryüzü bayrağını, yaşamı pahasına günden güne yükseltenlere!

Ne mutlu bugün, yarın ve sonuna kadar Ebru’nun ve Aytaç’ın yanındayım diyene.

Kaynak: Gazete Duvar