Hastalığının son aşamasında tahliye olan ve hayatını kaybeden yazar Nevzat Çapkın ile yaptığımız söyleşi

Tutsak hekim Ayhan Kavak ile yazar Adil Okay'ın hazırladığı Firari Yazılar adlı kitapta söyleşisi yer alan Nevzat Çapkın'ı 29 Ağustos'ta kaybettik.

Saygıyla anıyoruz.

Nevzat Çapkın'la sağlığında yapılan söyleşide sorulara verdiği yanıtları yayınlıyoruz.

1-Ben 1967’de Diyarbakır’ın Silvan ilçesi Karahacı köyünde, ailenin ikinci çocuğu, evin ilk erkek evladı olarak dünyaya geldim. Daha küçük yaşlarımda babamın yardımcısı olmuş ve evin sorumluluğu üstüme yığılmıştı. İlkokulu köyde okudum. Geçimimizi genelde tarım ve hayvancılıkla uğraşarak sağlıyorduk. Dönemin şartları nedeniyle ortaokul kaydımı köy öğretmeninin ısrarları sonucu yaptırdım. Fakat ortaokul serüvenim sadece bir gece sürdü. Babam sabah kaldığım yatılı okula gelip beni tekrar eve götürdü. Annem okumamı istiyordu. Yoğun ısrarlarına rağmen babamın, benden sonraki kardeşlerimin kız çocukları olmaları, hayvanlara bakacak kimsenin olmayışı, en önemlisi de okulun sağ-sol çatışmalarından dolayı tehlikeli olduğu konusunda annemi ikna etmesi sonucu okula gidemedim.

Arapçayı köyde okuyor, bir yere kadar köy imamından ders alıyordum. Ancak bir aşamadan sonra derinlik kazanmak amacıyla köyden çıkarak daha güçlü, bilgili bir imamın (medrese) yanına gitmem gerekiyordu. Fakat söz konusu köyden çıkmak olunca babam yine izin vermedi.

19 yaşında evlendim. 20’de askere gittim. 25 yaşında, 1992’de tutuklandım. Cezaevinde 30 yılı bitirmek üzereyim. 18 yaşına kadar çocukluk, iki yıl da askerliği çıkarırsak 4-5 yıl yaşadığımı söyleyebilirim.

Yaşadığım çevrenin ve büyüdüğüm köyün feodal özelliklerini taşıyan bir kişilik olarak dışarıda hiç kitap okumamıştım. Kitapların büyülü dünyasına çok uzaktım. Yakalandığımda sorgu süreci bir aydı. Gördüğüm işkenceler başlı başına bir kitap konusudur. DGM’de (Devlet Güvenlik Mahkemeleri) yargılandım. 30 yıla mahkum edildim. Toplamda 4 yıl süren mahkeme-yargılama sürecinde 30 dakika dahi konuşma imkanı tanımadılar.

Cezaevinde zamanı iyi değerlendirmem gerektiğine inandım. Nietzsche’nin “Yaşamak için bir sebebiniz varsa her şeye katlanabilirsiniz” veciz sözü tam da bu anlama tekabül eder. İnsanın içinde bulunduğu gayya kuyusunu Elysia bahçelerine dönüştürmesi yine kendi elindedir.

            Cezaevi yaşamımı bölümlere ayıracak olursam; 1992’den 2000’lere kadar genelde okuma ile geçtiğini ifade edebilirim. Bu okumaların merkezi kişilik çözümlemeleri ağırlıklıydı. Bu bir boyutuyla insanı tanımadır. 2000’den sonra Tarih, Mitoloji, Din, Felsefe, Toplum Bilim, Ekoloji, Edebiyat, Kadın (Jineoloji) konularına yönelmemle birlikte hep var olan yazma istencim perçinleşti. Ancak ne kadar yazdıysam da hiçbir gazete ve dergide herhangi bir yazımın yayınladığı olmadı. Tarihini tam hatırlayamamakla birlikte, Radikal Gazetesi Kürt sorununda bir yazı dizisi başlatmıştı. Ben de bir fax kağıdına sığdırabildiğim kadar Kürt sorunu üzerine bir yazı yazdım. İlk yayınlanan yazım oldu. Bu benim için bir milat oldu diyebilirim.

Sonraki süreçte Vatan Gazetesi’nin su sorunu üzerine başlatmış olduğu tartışmaya ben de geniş bir yazı yazdım ve kaleme aldığım yazı hem Vatan Gazetesi’nde hem de o dönemde TGRT Radyoda okundu. Daha sonra özgür basına yazdığım her yazı istisnasız olarak yayınlandı. Uzun yıllar birçok gazetede, hemen hemen Kürt basınının gazete-dergi vb. tümünde yazılar yazdım. Yine Bilim ve Gelecek Dergisi, Yaba Dergisi, Siirt yerel Mücadele Gazetesi’nde uzun yıllar yazdım.

            İlk yazdığım kitap mizahi deneme yönünde Kürtçe “Kevoka Spî (Beyaz Güvercin)” ardından sırasıyla “Modernitenin Mahşeri”, “Toplumsal Hakikat”, “İlahi Kanun ve Sosyoloji”, “Çiçeğe Ağıt (öykü)”, “Kürt Kültürü ve Edebiyatında Seçkiler” olmak üzere toplam 6 kitabım basıldı ve okuyucuyla buluştu.

            Kevoka Spî (Beyaz Güvercin)-Amed Yayınevi, Modernitenin Mahşeri-Ar Yayınevi, Toplumsal Hakikat-Sitav Yayınevi, İlahi Kanun ve Sosyoloji-Sitav Yayınevi, Çiçeğe Ağıt-Ceylan Yayınevi, Kürt Kültürü ve Edebiyatında Seçkiler-Ceylan Yayınevi’nde basım hayatına girmişlerdir.

2-Ernest Hemingway’in “Yazmak için yaşayın, yaşadıklarınızı yazın” söylemi çok yerinde ve doğru bir söylemdir. Yalnız bu dışarıdaki yazarlar için geçerli bir belirlemedir. Hele ki on yıllardır cezaevinde olan biz siyasi mahkumları ele alınca. Cezaevinde günü estetize edecek bir şey olmadığı gibi fiziki anlamda kurbağanın kuyudaki dünyayı görmesi gibi bir durum. Bir avuç gökyüzünün dışında göreceğin, dokunacağın, hissedeceğin tabiata ait bir şey yok. Fakat insan olmanın henüz, keşfedilmeyen çok farklı yönleri ve özellikleri mevcut. 30 yıl boyunca demir ve beton bir kafeste kalmak bugün için pek anlaşılmıyor olabilir lakin gelecek nesiller eminim ki farklı tartışacaklardır. 30 yıl demir dahi bu beton zeminin üzerinde çürür. Ki ilk yapılan E tipleri ben gittiğimde yeni sayılırdı. Oysa bugün hepsi çürümüş, yıkılmış vaziyetteler. Cezaevlerinin kendileri bile bu sürece dayanamamış ve dökülmüşlerdir. Devrimci tutsaklar 30 yıldır toprağa basmamış, dokunmamış, yaşamsal tabiatın dışında olmalarına rağmen moral-motivasyon, ruhsal dinginlik ve üretim boyutuyla, duruşları, şevk ve şemalleri karanlık dehlizlerde dahi parlıyor. Bu gerçeklik amaç, umut ve üretkenliğin toplamıdır.

            Hemingway yazmayı bir sorumluluk olarak belirtirken, yanılmıyorsam Emile Zola olsa gerek “Her insanın yapması gereken üç şey var ve yapmalıdır. Birincisi soyunu sürdürmesi için çocuk yapmalı, ikincisi doğanın yaşatılması ve sürdürülmesi için ağaç dikmeli, üçüncüsü düşüncenin kalıcı ve yeni nesillere aktarılması için kitap yazmalıdır” diyor. Bundan kast ölümsüzlüğün sağlanmasıdır. Üçlü formül teslis değil bir tür vahdeti ifade ediyor. İnsan doğa ve kelam birlikteliğinin, sürekliliğin bilincini oluşturmaktadır.

            Kanımca politik tutsaklara ilişkin Adil Okay’ın tespiti çok doğru, yerindedir. “Anı bohçaları” adlandırması isabetli bir tespittir. Yıllar önce buna benzer bir belirlemede bulunmuştum ancak Adil Hoca gibi adlandıramamıştım. “Kürt Kültürü ve Edebiyatında Seçkiler” kitabımda, zindan edebiyatı bölümünde bu konuya değinmeye çalışmıştım. Bu tespiti sadece kendimde değil birçok arkadaşın yazdığı kitapları okuyunca dikkatimi çekmişti. Gazetede çok sayıda kitap tanıtım yazıları yazdığımdan hemen hemen tüm cezaevinde yazılan kitapları okuyordum. Dikkat çeken husus “anı bohçalarının dolu olmasıdır.” Anı bohçalarında taşıdıkları tohumlar hiç ama hiç çürümemiş o kadar özenle korunmuştur ki zemin buldukça bohça açılıyor ve tohum ekiliyor. Dört duvar arasında olmaları ile tohumun yeşermesi engellenemiyor.

“Bizi gömmeyi denediler ama tohum olduğumuzu unuttular”. Bu Meksika atasözü  gerçekliğin en saf ve duru anlatımıdır. Bazen rüzgârda savrulup duyarlı insanın bahçesinde yer bulur, filizlenir. Bazen beton yığını içinde oluşan çatlaklarda güneş ışınını görmese de yeşerir. Bazen bir muhabbet kuşunun kanadına yapışır. Bazen çatıda bir güvercinin posta görevi özelliğiyle toprağına ulaşır ve boy verir. Edebiyat bahçesinin lalezarında bir renk olur.

            Yaygın bir söylem haline gelmiş olan “üretmek istiyorsan yalnız kalman gerek” söylemini çok duyuyorum. Kastedilen “Tanrısal yalnızlık” ise ki bu büyük paradigma, büyük projeler içinse olması gereken durumdur. Dinsel ve devrimsel tarihlerde büyük şahsiyetlerin başvurdukları inziva diyebileceğimiz yalnızlığa çekilip büyük çıkışlar yapmışlardır. Ancak edebiyatçı yazarın durumu farklı. Edebiyatçı halk içinde, kalabalıklar içinde olmalıdır. Çünkü onun örsü, malzemesi insandır. Malzemeden kopuk, uzak eser üretilebilir mi? Günümüzde yalnızlığın, yalnız kalmanın bir tür bireycilik, bir tür moda haline geldiğini görüyoruz. Kapitalist modernitenin kişiyi, yazarı, sanatçıyı, düşünürü toplum içerisinden çıkarıp onu yalnızlaştırma daha doğrusu bir anlamda masa başı toplum bilimciliğe yönelttiği ortadadır. Çokluktan kopan, kalabalıktan uzaklaşan yazar, edebiyatçı, şair vs. yalnızlığa alıştığında itibar kaybına uğrar. Çünkü eser ile yazar arasında bir yansıma vardır ve bu paralelde yazarın kendi kişiliğini, özelliğini esere yansıtmaması düşünülemez. Yanlış da olabilirim ama ben yalnız kalma durumunu hiç yaşamadım böyle imkanlara da sahip olamadım. Kalabalığın coşkusu, hatta sorunsallığı dahi insana bir şeyler ürettiriyor, güçlendiriyor. Düşünce zenginliği çokluğun varlığındadır. Ruhunu diğer insanların ruhundan ayırmak -bu kim olursa olsun- bütünden kopmak demektir. Ama yazımsal çalışma sürecinde yalnızlık, buna içe yönelme desek daha faydalı ve doğru olur. Aynı zamanda zaruri bir ihtiyaç ve olması gerekendir.

            Politik tutsaklar kadar kitap okuyan çok az insan var. Okumayı, yazmayı, tartışmayı, öğrenmeyi tutkuyla sevmişlerdir. Bu hiç bitmeyen bir maceradır. Tatili yok, emekliliği yok, onun için geniş bir dost, arkadaş ağları vardır. Hiç görüşmemiş, tanışmamış yazarların arasında bir tür telepati vardır. Boş zamanları yoktur, hatta zaman yetmezliğinden şikayetçi olmaları acayip gelebilir. Biz söz, anlatım vardır: “Müslümanların namazı, politik tutsakların okumaları hiç bitmiyor, son nefese kadar.”

3-Cezaevinde yazımsal çalışmayı herhangi bir zaman aralığına yaymak, bunun için herhangi belirgin bir saat-zaman belirtmek, plan, proje çizmek oldukça zor açıkçası. Her ne kadar belli kaideler içerse de her an ne yaşanacağı belli olmayan, olasılıkları hesaplanamayan, mevsimsel değişikliklerin dahi sadece havanın esintisinde fark edilen bir alanda böyle bir saptamada bulunmak hayli güç. Şartlar elverişli olduğu oranda sabah saat 10’dan sonra çay molası aralığından öğlene kadar ki zamanda eğer farklı bir çalışma yoksa yazı yazmak daha cazip oluyor. Bir de akşam 18-23 arası kendimi çok daha dinç ve üretken buluyorum.

            Mekanın avantaj ve dezavantajları vardır. Avantajları şu: Cezaevindesin okuma yazma dışında yapacağın farklı bir şey yoktur. Dışarıdaki insanın yapması gereken günlük koşuşturma, maddiyattan kaynaklanan zorunluluklar cezaevinde yoktur. Sadece yazmaya odaklanıyorsun. Tabii bu hiç sorun olmadığı anlamına da gelmiyor. Her ortamın kendine özgü sorunsallığı vardır.

Dezavantajları ise: Çok çok fazla beyin ve hayal gücü, anı bohçası kullanılmazsa kişinin monotonluğa düşmesi kaçınılmazdır. Hep aynı renk, aynı ton, aynı insanlar, aynı dekorasyon rutin bir tekrar söz konusu. Bu gerçekçiliği etkiliyor eğer farklı bir yoğunlaşma ve beyne yükleme olmazsa bu yazıda da kendini tekrar ve monotonlaşmaya götürüyor. Mekanın psikolojisi başlı başına bir etkendir. 24 saat gözetleniyorsun. Başından beri mekanın icatçıları yazıyı hiç sevmemiş ve kuşkuyla bakmışlardır. Kalemine, düşüncene ket vuruluyor. Bu nedenle bazen yeri geldiğinde zihninden geçen cümleleri kağıda aktaramıyor, istediğin gibi kuramıyorsun. Bu cümleyi kurarsam yasak kapsamına girer mi düşüncesinden kendini alıkoyamıyorsun. Yasak kapsamına girerse o zaman bütünü de kaybedersin. Alıp götürürler. İncelenir ve artık verilir mi verilmez mi epey uğraştıktan sonra ya alırsın ya mahkemelik olursun vs. Doğru bulduğun bir tespit, bir mısra veya betimlemeyi olduğu gibi yazmanın tadı başkadır. Onu esnetme, farklı anlatmanın tadı ise buruk ve acıdır. Mekanın kısıtlayıcı ve yasaklayıcılığını aşmak için kılıfına uydurmak zorundasın. Bu başlı başına kalemin özgürlüğünü ve serbestliğini engelliyor. Nasıl ki bir kalem tutukluk yapıp yazmıyorsa, insanın sinirlerini geriyorsa bir tespit, bir tanımlamayı da olması gerektiği gibi yapamıyorsan o denli gerilim yaratıyor. Gerilmenin olduğu anda yaratıcılık kapısı kapanıyor. Ama yine de o kapıyı açman gerekir aksi takdirde yazamazsın.

Hele sürgün bir yıkımdır derler ya, aynen öyle. Gittiğin yerde didik arama, yazınsal çalışmaların ister tek satırlık olsun fark etmez, hepsi okuma birimine gönderilir. Uzun bir süre incelenmesi için (bu bazen aylarca sürer) beklersin. İnceleme bittiğinde verilmesi gereken verilir, kaybolan faili meçhuller listesine eklenir. Konsantrasyonun dağılır ve artık ne zaman kendini toparlayıp tekrar çalışmaya başlarsın belli değil. Kitaplar sınırlı veriliyor. Şayet akademik, araştırma-inceleme üzerine bir çalışma yapıyorsan bu çok daha zor oluyor. İstediğin kitabı bazen bulamıyorsun. Karşılaştırma, başka kaynaklardan yararlanma ihtiyacı duyarsın fakat bir araya getirme, kitapları bir arada bulundurma imkanı yok. Kitap verme, bulundurma kontenjanı buna imkan tanımıyor.

5-C. Pavese yaşam uğraşında “Hayatın saldırılarına karşı bir savunmadır edebiyat” diyor. Hayat ve edebiyat ikisi bir bütündür. Hayat pratik koşuşturma ise edebiyat bunun teorisi ve estetize olma halidir. Yani sanatıdır, biçime kavuşturmasıdır. Edebiyat özünde devrimcidir. Toplumsal terbiyedir. Bunun temeli mitolojik çağda atılmıştır. İnsanın toplumsallaşmasıyla edebiyat vardır. Tanrıçalar çağında ilk tanrıçalarda Ediba edebin oluşturma tanrıçasıdır. Edep bir terbiyedir, bir kişiliktir. Edebiyatsız bir hayat kurak bir çöle benzer. Edebiyat o kurak çölün suyudur. Kurak alanı vahaya çeviren suyun kendisi oluyor. Hayat ve edebiyat toprak ve su gibidir, sulak toprakta her türlü bitkinin canlıların varlığını sürdürme ve yaşamsal alanıdır. Edebiyatın devrimci yönü farklılıkların, çeşitliliğin ahengini, estetik güzelliğini ortaya çıkarmasıdır. Bilincini oluşturan, karakterini yaratandır. Dikkat ederseniz Ekim Devriminin zeminini oluşturan olgu Rus edebiyatıdır. Yine Fransız Cumhuriyeti’nin bilincini oluşturan Fransız edebiyatıdır. Örneğin Victor Hugo’nun Sefiller kitabı iyi okunduğunda ve yorumlamaya tabi tutulduğunda aslında Cumhuriyeti tasvir ettiği görülecektir. Ancak Türk edebiyatı bu misyonunu yerine getirememiştir. Divan edebiyatı daha çok saray erkanını övme, yüceltme ve üst kesime ilahi kutsaliyet yükleyerek topluma empoze etme çabasındadır.

            Kürt edebiyatı da devrimci misyonunu tarihin bir döneminden sonra kaybedip özellikle İslam’ın bu coğrafyaya gelmesiyle tasavvufi alana kayıp kadercilik eksenine girerek asıl işlevinden uzaklaşmıştır.

Kürt edebiyatı ağırlıklı olarak iki kurumdan beslenmiştir. Birincisi medreseler, ikincisi mir ve beylerin divanlarından. Her ikisi de üst sınıfın denetiminde oldukları için halkın kendisi bundan çok fazla fayda görmemiştir.

Tasavvuf derken tüm tasavvufçuları aynı kefeye koymamak lazım. Bir kesimde ilahi aşkın terbiye ve nefs mücadelesi deyip mecnuni bir şekilde dikey bir aşkla Allah’a ulaşma varken, yaşama karşı duyarlı ve mücadele içinde olmuşlardır. Kürt edebiyatındaki kadercilik etkisi son 20-30 yıldır kırılmaya, aşılmaya çalışılıyor. Edebiyatın devrimciliği kendini toplumsal terbiyede gösterir. Edebiyatı olmayanın edebi eksiktir demek yerinde olur. Derler ya: “Edebiyat yaşamın sanatıdır” diye. Bir toplumu bir arada yaşatma, edebini oluşturan, birliktelik kabiliyeti sağlayan büyük oranda edebiyatın geçmiş ve geleceği arasındaki bağı yakalayıp acılarını, ümitlerini bağdaştırma yani gelenek ve geleceği ideal bir yaşama kavuşturma ve bunlar arasına bağlantıyı kurmakla yükümlüdürler.

6-Edebiyat alanındaki tekelleşmenin yaratıcı yazarlığı körelttiği söylenebilir mi? Bütün alanlarda olduğu gibi edebiyat alanında da bir tekelleşme söz konusu. Büyüğün küçüğü yutma durumu. Küçük derken kastım eserin küçüklüğü, kalitesizliği değil. Tekelcilik ahtapot gibi her yeri sarmış, her şeye sirayet etmiş durumda. İmkan ve olanak sorunu yok. İstediği yazarı istediği şekilde parlatır, reklamını yaparak satışını sağlar, bol bol makyajlayarak topluma sunar. Ve bunu yaparken eserin niteliksel özellikleri, yazarın üstlenmesi gereken anahtar rol hiç önem arz etmez. Tekelleşmenin dışında kalan özgün bir yazar ise imkansızlıklar, bilumum sıkıntılar içinde zaman-mekan problemlerine dayalı sorunların yanı sıra sansür vb. sıkıntılarla boğuşarak başarıya ancak kendi yaratıcılığı ve kısıtlı imkanlarla ulaşmak zorundadır. Tekelleşme kategorisine girenler genelde sipariş üzerine ve istenilen tarzın dışına çıkmamak koşullarıyla ürün çıkarırlar. Körelme de bundan kaynaklıdır. Yazarın yaratıcılığının kendisinin toplumun vicdanı olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. O vicdan sızladıkça yaratıcılık giderek artar. Toplumun sevinciyle yazan şahlanır. Ne yazık ki böylesi yazarların başı beladan kurtulmaz. Ya hapishaneyi boylar ya da eseri yasaklanır. Yazar halkındır. Paranın, çıkarın girdiği yerde o edebiyat işlevinden uzaklaşır. Ticari bir hal alır. Ve mevut durum buna doğru eğilim gösteriyor. Tektipleşen edebiyat, sanat; tektipleşen insan gerçeği oluveriyor. Edebiyatın çoraklaşma durumu da bunun bir sonucudur.

7-Bu belki de herkesin kendine dert edinmesi gereken bir sorun. Teknoloji çağında yaşıyoruz. Teknolojiyi kullanmak ayrı bir şey, teknikleşmek ayrı bir şey. İnsan robotlaşıyor. Şimdiden tartışmalar yapılıyor, yazılıp çiziliyor, yapay zeka gündeme oturmuş durumda. Yavaş yavaş insanlık buna alıştırılıyor. İnsanlık geçmişinden kopuk, maneviyat yoksunluğu bir yaşama alıştırılıyor. Bu alıştırılma alanlarından biri de edebiyat alanıdır.

            Güdü ve haz endeksli yazımsallıklar bir robotlaşmaya hizmet etmektedir. Bir kitapta okumuştum: “Edebiyat fakirleşiyor” deniyordu. Doğru bir tespit olmakla beraber bu fakirleşmeyi yaratan teknolojinin hızıdır. Gözün az gördüğü, aklın yorumunun küçüldüğü duygu derinliğinin ortadan kalktığı bir edebiyat dünyası yaratılıyor. Eski klasiklerin ya da edebi eserlerin özelliği anlam doluluklarıdır. İnsanı etkileyen ve derinden etkileyen yönü gerçek hayattan kesitleri, toplumsal yaralara eğilim göstererek özgün bir yorumla özünden uzaklaşmadan yeni bir gerçeklik yaratarak topluma yol gösterebilmeleridir. Örnek verecek olursak; eski yol maceraları, seyahatnameleri neredeyse bitmiş durumdalar. Oysa edebiyatın en güçlü kaynaklarını yol maceraları oluşturuyordu. Bir hikaye aslında herkesin hikayesidir. Bir yol hikayesinde neler yok ki; canlı cansız dünya harikaları, sular, pınarlar, otlar, mağaralar, dağlar, çöller, ormanlar, kuşlar, hayvanlar, börtü-böcek, kültürel farklılıklar, inançlar, gelenek-görenekler, kadın-erkek, giyim-kuşam rengarenk dünyalar… Coğrafya betimlemeleri, kahramanlık örnekleri hepsi birer zenginlik hepsi birer dünyaydı. Bu dünyalar adım adım hayatın çeşitleriyle, edebi söylemlerle, ruh-beden birlikteliği içinde doğanın ahengi ve ritmiyle adım adım örüyor ve anlatıyla adeta yaşatılıyordu.

            Amerika’da Kızılderili’nin biri hızlı trene bindirilip bir yerden bir yere götürülüyor. Bir haftalık süren mesafeye bir saatte ulaşıyorlar, ve soruyorlar;

“Hızlı treni nasıl buldun?”

Kızılderili’nin cevabı; “Çok hızlı geldik ama ruhum geride kaldı.”

İnsan doğaya yabancılaştıkça kendi özünden de uzaklaşıyor. Teknik ruhu öldürmüş durumda. Edebiyatta da teknik tuşlarının şakırtısı yükseliyor. Bu üzücü bir durum.

8- Bu soru, önce teori mi yoksa pratik mi tartışmamızı hatırlatıyor. Diğer bir başka tartışma ise çok gezen mi, çok okuyan mı tartışmasıdır. Bence belli bir düzeye gelmiş birisi için ikisinin de bir önceliği yok. Temele inersek kuşkusuz önce okumak gerek. Ancak belli bir birikim edinmiş, okuma-yazmayla haşır neşir olan birisi için yazmak öncelikli oluyor. Özellikle cezaevinde üretmek ayrı bir önem taşıyor. Okumak ile yazmak anın bütünlüklü ihtiyacıdır. Birçok kişinin yazma gerekçesi şudur; önce okuyayım, yetkinleşeyim, mükemmel olayım sonra yazarım. Bu gerekçe hiç bitmiyor. Oysa birikim edinme, yetkinleşmenin sadece okumakla değil aynı zamanda yazmakla da olgunlaştığı bir realitedir. Okuma, toplama, biriktirme ise yazı, eser onun ustaca inşaya dönüşmesidir. Yani düz bir mantıkla yaklaşmamalıyız. Hafızayı doldurmayı okuma olarak, boşaltmayı da yazı olarak adlandırmayalım. Okuma da yazma da bir sürecin bütünlüğü içinde birbirlerini besleyen, yaratıcılığını tetikleyen bir bütünlüktür. Okurken de yazıyorsun, yazarken de okuyorsun. Her okuma bir yazma taslağını zenginleştirir. Her yazma daha fazla okuma ihtiyacı oluşturur.

9-Dosyalarınızı yayınlatma sürecinde karşılaştığınız zorluklar nelerdir?

            Kuşkusuz dışarıdaki bir yazarla içerideki bir yazar arasında imkan ve olanaklar açısından büyük bir fark vardır. Sanırım dışarıda artık kalemle yazı yazılmıyor. Bilgisayarın yazı konusunda sağladığı kolaylıklar biliniyor. İstediğin bölümü çıkarabilir, eklemeler yapabilir, yazdıklarını muhafaza edebilir, yararlanmak istediğin kaynağa birkaç tuşla ulaşabilirsin vs. Bunları yaparken metni yeniden yazma zorunluluğu yoktur. Ancak kalemle yazan biri bir bölümün düzeltmelerini, eklemelerini, çıkarmalarını yaparken bölümü baştan sonra tekrar yazmak durumundadır. Bir saatlik iş iki üç güne çıkıyor. Benim el yazımı çok az arkadaş okuyabiliyor. Çok hızlı yazıyorum ve düşüncelerim ile elim (kalem) birlikte gidiyor. Ağır yazdığımda tıkanıp kalıyorum. Doktor Ayhan Kavak soruları gönderirken çok kibarca kendi el yazımla göndermemi belirtmişti. Yazdığım yazıyı yeniden bir arkadaşa okunaklı yazdırıyorum. Dosyayı dışarı gönderip bilgisayara geçirtiyor, bir nüshasını tekrar bana gönderiyorlar. Varsa yanlışlarını düzelterek tekrar eve gönderiyorum. O düzeltmeler de bilgisayar metni üzerine geçiyor. Son halini tekrar bana gönderiyorlar, tekrar bir gözden geçirildikten sonra son hali yayınevine gönderiliyor. Yayınevinin yaptığı dizgi ise eğer imkan varsa gönderiliyor. Yani aşağı yukarı aynı metin 4-5 kez gidip geliyor. Her gidip gelme en az iki ay sürüyor. Bu kez yayınevleri ile iletişim sorunu, en ufak bir pürüz, ekleme, çıkarma vs. yine bir iki ayın geçmesine neden oluyor. Cezaevinde posta sistemi ağır işliyor, hele bu yazı olursa aynı metin her seferinde okuma komisyonu tarafından incelenmeden verilmez. Hasılı kelam çok zorlukları var. Sabırlı olmak ve zorlukları ilkel yöntemlerle de olsa aşmak, başarmak zorundasın. Bu bir tutkudur.

10-Kavramlara içeridekilerin daha fazla önem verdiklerini belirtmek yanlış olmasa gerek. “Kavramların ruhu” diye bir söz vardır. Nasıl ki doğayı, nesne, cansız olarak gören ile doğayı canlı ve özne olarak görenin arasında, yaklaşımlarında fark varsa yine kavramlara yaklaşım, anlama, özüyle hissetmek, canlandırmak, hakikat açısından da farklar mevcuttur. Eğer kavramların ruhu diye bir hissiyattan yoksunluk varsa kavramlar hakikatin celladı oluverir. Bir olguyu ya da olayı her ne ise sonuçta anlamlılığıyla yaklaşmak gerek.

            Örneğin işkence gören ile görmeyen, acı çeken ile acı çekmeyen birinin işkence, acı kavramlarına yüklediği anlamlar aynı olabilir mi? Olamaz. Bu doktor hasta metaforuyla açıklanabilir. Hasta ağrının ve acının kendisine sahiptir. Bunu yaşıyor. Doktor ise acıyı ve ağrıyı hissetmez ama bilgisine sahiptir. Bence kavramların ruhunu okumak, özüne anlam yüklemek gerek. Diğer bir kavram karamsarlık kavramıdır. Karamsarlık bir anlamda kötülüktür. Karamsarlığın teorisini yapmak en kolayıdır. Aydın, yazar, sanatçılar karamsarlık kavramıyla sorunludurlar. Bu sorunu çözmek bir bulmacayı çözmek gibidir. Karanlığa küfretmek değil, mum olup aydınlanmayı sağlamakla yükümlüdürler.

            İrade insan olmanın dinamosudur. Konjonktürel bir şey değil, ani değişimlere, belirsizliklere, vazgeçmelere karşı bir güçtür. İnsan olmanın erdemidir. Dinsel anlamda da şu var ki, insan balçık ve tanrısal ruhla yaratılmıştır. Balçık yanı onun kötü yola, karanlığa, tanrısal ruhla yaratılan yönü ise onu yüceliğe götürür. Esas tercih ise onun erdemi olan iradesidir.

            Hasret kavramı, şairin deyimiyle “nasıl anlatılır bu hasret” gerçekten anlatılabilir mi? Toprağa basma hasreti, 30 yıldır içeride olan hiç toprağa basmamış birinin duygusunu anlatması zor olsa gerek. Ama herkes bu kavramı kullanır. Ülke toprakları dışında olan da hasretten bahseder, beton kafeste olan da. Ülke toprağından uzak olan yasaklı olsa dahi her gün toprağa basıyor, kokusunu alıyor, bir ağacın gölgesinde oturabiliyor, istediği gibi güneşlenebiliyor, yağmurda ıslanabiliyor. Geçmiş yıllarda bir dergi için yazı yazmam gerekiyordu. Ani ve spontane bir fikirle bir söyleşiye döndüm. 20-30 arkadaşa birkaç soru sordum her biri ayrı cevaplar verdi. Son olarak benim hasretini çektiğim ne var diye soruldu. Basit gelebilir ama yazın sürülmüş toprak içinde, yalın ayakla saatlerce yürümek istiyorum diye cevap verdim.

            Özlem kavramı içeridekiler için deyim yerindeyse yıllanmış şarabı andırırken dışarıdakiler için ise demini almamış bir çaya benzer. İnsan demek ki her türlü derdini, sevincini iyi-kötü her şeyini kavramlarla ifade eder. O halde kavramlar insanın en güçlü silahıdır diyebiliriz. O zaman kavramların özünü duyumsamak, içsel bir duyguyla doğru bir kavrayışla yaklaşmak gerek.

            Özgürlük kavramı en fazla içi boşaltılmış ve herkesin sık sık kullandığı bir kavramdır. Özgürlük adeta sorumsuzluk, sınırsızlık, başıboşluk olarak algılanıyor. Oysa özgürlük vicdan, ahlak ve politikayla bağlantılıdır. Farkındalık bilinciyle açıklanmalıdır. Özgürlük, toplumsal gerekliliklerin bütününden yansıyan ruhsal ve yaşayış ferahlığıdır. Bu ferahlık huzurun, güvenin, ciddiyetin işlevselliği, üretimin, emeğin değer bulduğu korkusuz bir yaşamdır. Yarının güvencesinin kaygısını taşımama, düşmanlığın olmadığı toplumsal sorumluluğun bilinci ile açıklanabilir. Özgürlüğün olmadığı yerde gülmek zorlamalıdır ya da alışılmışlığın bir biçimidir. Komik, mizahi bir durum karşısında gülmek normal olmakla beraber gülmenin asıl eylemi-anlamı ruhun özgür akışında yükselen bir eylemdir.

            Sevmek insan olmaktır. İnsan olmanın gıdasıdır. Tasavvufçulardan örnek verirsek: Tasavvufçular tanrıyı sevmekle başlarlar. İnsan da tanrının halifesi olduğu için insanı sevmek bir ibadettir. Bâyezid-i Bistâmî şöyle diyor: “Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim. Oruçtan ziyade oruçluyu, hac’dan ziyade hacıyı, ibadetten ziyade abidi. Kısacası sadece insanı değil tüm varlıkları, canlı-cansız tüm varlıkları sevmek insan olmanın tabiatına kavuşmaktır. Ve onu yaşamaktır.

11-İnsanları toplumları etkileyen büyük yazarlar vardır. Günümüze kadar kendinden söz ettirmeyi başarmış eserler, her daim güncelliğini korumuş ve kendi alanlarında çığır açmış eser-yazarlar vardır. Her eserin kendi alanında insana bir şeyler öğrettiği muhakkaktır. Şahsen okuduğum bir kitabı eğer not alamıyorsam ya da başka bir kitapla kıyas ve bir yoruma tabi tutamıyorsam okumamış sayılırım. Bazen biri için mükemmel bir kitap başka biri için aynı düzeyde olmayabilir. Beni esas etkileyen Ortadoğu coğrafyasının kültür, edebiyat ve felsefesidir. Özellikle gizemciliği insanı cezbediyor. İlla yazar-eser belirtmem gerekiyorsa; Baba Tâhir-i Uryân, Feqiyê Teyran, Makarenko, Victor Hugo, Halil Cibran… Eserler ise: Med Kartalı Ferwertiş, Şawk - Seyit Alp, Sefiller -Victor Hugo, Yaşam Yolu - Makarenko, Kasırga Taburu - Mehmet Sebatlı, Bir Ada Hikayesi - Yaşar Kemal…

12- Doğrusu birçok yazarı önemsiyorum. Ve hayalimde onlarla sohbet etmeyi, tartışmayı, soru sormayı hep düşlemişimdir. Ama ortak kitap yazma düşüncesi hiç gelişmedi. Tanıdığım birkaç tarih kokan yaşlı insan vardır. Bunlardan biri de dedemdi. İçimden hep bir gün çıktığımda eğer hayattalarsa birçok konuda onların anlattıklarını kitaplaştırmayı her zaman düşünmüşümdür. Her biri birer canlı tarihti. Onlar, sözlü edebiyatın dehalarıydı. Ancak yazar değillerdi. Çok etkileyici anlatımları vardı. Binbir Gece Masalları’nın aslında büyük bir kısmı Kürt masallarıdır. Fakat zamanında anlattıklarına anlam veremiyordum. Bilgi ve anlam gücüm yoktu. Onları yeni yeni anlıyorum. Fakat bu kez onlar hayatta değiller. Her birinin ölüm haberini duyduğumda bir hazinenin gömüldüğünü hissediyordum. Neden halkımız yaşlıların ölümüne bu kadar üzülüyorlar diye düşündüğümde aslında her birinin birer kütüphane ile birlikte gittiğini, her biriyle bir tarihin yok olduğu anlamına vardım. Ve ölümsüzlüğün ne olduğunu anladım. Bu insanlarımızın anlatımlarını kaleme alarak hem tarihi korumak, yok olmasını engellemek hem de bu insanları ölümsüzleştirmek açısından önem arz ediyor. Anlatımlar, meseleler yazılmadıkça kalıcı ve edebileşmiyor.

13-Doğrusu şu ana kadar böyle bir öykünmem hiç olmadı. Ama insancıl, kurtarıcı, yardım sever, umudun tükendiği anda umut olan, her zorluğun üstesinden gelen, özellikle yardıma muhtaç olanın yardımına koşan, hastalıkları iyileştiren, zülüm ve zorbalığı ehlileştiren, insanlaştıran karakterlerden birer özellik alıp bir tür sentez ya da bunların toplamı bir karakter olmak isterdim.

14-Bu soruya aklımda kaldığı kadarıyla Dr. Ayhan Kavak arkadaşın kitabında okuduğum bir bölümle başlamak isterim. Amerika’da Ay’a gidecek olan bir ekip Kızılderililerin bulundukları bir alanda eğitim görüyorlar. Kızılderililer Ay’a gidilecek olduğunu duymuş ve ellerinde bir mektupla Ay’a gidecek olan ekibin yanına gelerek “Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanıyoruz, bu ruhlar akrabalarımızdır. Mesajımızı onlara iletir misiniz.” demişler. Astronotlar mektupta yazılanların yerlilerin kendi dilinde olduğunu görür ve bir şey anlamazlar. Daha sonra tercümesini yaptıklarında mektupta: “Bu adamların söylediği hiçbir şeye inanmayın, topraklarınızı çalmaya geldiler” yazıldığını öğrenirler. Kısacası Kızılderililerin söyledikleriyle yetinelim. Kendimizi onlara tanıtmaya çalışsak sicilimiz pek parlak değil. Bunun arkası gelir. Şimdiden çekilen filmlerde ağırlıkta onlar ve insanlar arasında savaşla başlayan temalar ağırlıkta. Onları kendimize benzetmeye çalışacağız, olmazlarsa hem dinen hem de bilimce fetvalar bulup onları yok etmek için her şeyi yapacağız. İmkan olsaydı onların insanları nasıl tanıdıklarını öğrenmek isterdim. İlla ki kitaplarla tanımaları gerekirse; İsa’nın insan sevgisi öğretisi, Zerdüşt’ün ahlak ve hayvan sevgisi öğretisi, Ehli Hak öğretisi, Buddha’nın tabiat sevgisi öğretisi olumlu ve olumsuz yönleriyle tanımaları için George Orwell’in Hayvan Çifliği, Guernica tablosu ve Ben İnsandım şiirini gönderirdim.

15-Evet. Şu an üzerinde çalıştığım henüz bitiremediği bir çalışmam var:

“Türk Kürt İttifak ve Çalışmalarının Tarihsel Dönemleri”

Ayrıca bitmiş ve yayına hazır iki çalışmam daha var:

“Tasavvuf Tanrının Toplumsal Aşkıdır”

“Halk Sosyolojisi (Kürtçe mizahi türünde).” Yine bir öykü, bir şiir dosyam daha olmakta neredeyse basıma hazır durumdalar fakat yayınevi bulmakta zorlanıyoruz.

            Bu imkanı verdiğiniz için teşekkür ediyorum. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Nevzat ÇAPKIN

Kaynak: Firari Yazılar, Tutsak yazarlarla söyleşiler, Adil Okay, Ayhan Kavak, Klaros yayınevi, İstanbul, 2021