Tokat hapishanesinde yazılan bir öykü: EKMEK KUTSALDIR

 

                Henüz küçük bir çocukken Annem Cennet’ten öğrendiğim ilk derslerden biri: “Eğer yerde bir parça veya kırıntı olsa dahi ekmek görürsen mutlaka kaldır, öp, başının üstüne koy, sonra da yüksek bir yere bırak”tı. İkinci ders ise: “Asla üstüne basıp ezme ekmeği günahtır, öyle yaparsan ekmek ağlar. ” Böylece benim için ilk kutsallıklardan biri ekmek oldu.

                Ekmek kutsaldı. Onunla yaşantımızı sürdürüyor, aile içinde yarattığı sıcaklığı paylaşıyor, buğusundan yükselen kokuyu içimize çekiyor, soframızdan eksik etmiyorduk. Bizi birleştiren, besleyen, bir arada olmamıza yol açan en güzel nedenlerden biriydi. Ve bu kökleri asırlar öncesine dayanan kadim bir bilgi, güçlü bir hafıza ve birleştirici bir gelenekti. Her gelenek kötü değildi. O zamanlar henüz buğdayın tohumuyla oynanmamış, genetiği değiştirilmemiş, una bin türlü katkı maddesi katılmamış, tadı, lezzeti bozulmamıştı.

                Ekmeğin kutsallığı tarımcıl toplum olan Neolitik döneme dayanır. Bu toplumun yaratıcısı, yapıcısı, bütün toplumsallık ve kutsallıkların başlatıcısı Ana Tanrıça kültüdür. Kadının ve tarımın başat olduğu, kutsallıkların bu iki değer üzerinden yükseldiği kadim zamanların üzerinden bin yıllar geçti ve modernite yüzünden unuttuğumuz veya yok saydığımız birçok toplumsal değer gibi bunlar da artık hafızalarımızda silik bir gölge haline geldi. Bunun yerine saçma sapan ve toplumsal karşılığı olmayan bir sürü kavram, terim ve söylemle doldu hafızamız. Zaten tüketim kültürsüzlüğü de aldı başını gitti. Kutsallıklar da tek tek sıradanlaştırıp içleri boşaltıldı. Bu hızla tüketilmedik bir şey kalmayacak, durdurabilene aşk olsun!

                Bereket Tanrıçalarından, onlara hürmette kusur etmeyen Tanrılardan, kutsal kadından, kutsal ekmek ve kutsal tarımdan geriye boş bir teknoloji canavarlığı kaldı. Tarımın kutsallığını yok etmek, toplumun hafızasını, değerlerini, toprakla olan bağını yok etmek, kültürünü, ahlakını tahrip etmek, bizi bir arada tutan birçok değeri de tahrip etmek anlamına geliyor.

                Toplumu paramparça edip bazı kıtaları açlığa, bazılarını da obezliğe mahkum etmek ne menem bir şey olsa gerek. Kimi insanlar yemeye ekmek bulamazken kimileri fazla yemenin ve oburluğun, bozulmuş, genetiği ile oynanmış, besleyici değerini yitirmiş türlü gıdamsı şeylerle şişip durmakta. Bu veri bile başlı başına nasıl bir yaşam içinde olduğumuzu anlamak için yeterli.

                Toplumsallığı yok etmenin ilk yolu onu genlerinde, kök hücresinde var olan kutsallıkları çiğnemekten, bozmaktan, hafızalardan silmekten geçiyor, toplum için ilk kutsallıklardan biri üretim, tarım, tahıldı. Bunu hatırlayan var mı?

                İslam dininde dahi bilinen ve sürekli tekrar edilen ama anlamı eksik kavranan bir ibare vardır: “Topraktan geldik, toprağa döneceğiz” kanımca bu söz şimdiye kadar tek yönlü ve yetersiz ele alındı. Bu ifadeyi yorumcular sadece yaşam ve ölüm diyalektiğini vurgulamak bağlamında ele alır. Ve toprağı, insanın ölünce döneceği yer olarak tanımlar. Oysa bu söz sadece ölüme gönderme yapan, onunla sınırlı tutan değil, direkt yaşamla, üretimle de bağı olan bir tanımlama olduğu kanısındayım. Topraktan gelmeyi; tarımcıl, kadın öncüllü neolitik topluma yormak ve her ne şekilde olursa olsun bu unutulduğunda ya da bundan sapıldığında yeniden bu başlangıca dönmeyi vurgulamak için toprağa dönme metaforu kullanılmıştır. Bu sözün işaret ettiği hakikat; tarım ve toplum ilişkisinin asla koparılmaması gereğidir. Başlangıçta yaşam böyle kurulmuştur.

                Tarih ve güncel bağlantısı sağlıklı kurulmadığında, sorunlara doğru yaklaşım ve kalıcı çözüm üretmek de çok zor olur. Bulunan palyatif çözümler de sığ ve yüzeysel kalmaktan kurtulamaz. Bu nedenle günümüzde yaşadığımız birçok sorunun çözülememesi ve aşılamaması kaynağını buradan alır.

                Yakın zamanda Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı işgal girişimi ve savaş, birçok sorunu yeniden insanlığın gündemine taşıdı. Bunların içinde en önemli olanların başında gıda güvenliği geliyor. Avrupa’nın ve birçok ülkenin tahıl deposu olarak nitelenen Ukrayna ve Rusya’nın savaş nedeniyle bu ihtiyaçları karşılayamaması ya da karşılamaması, ne kadar büyük bir riskle karşı karşıya kalındığının göstergesi oldu.

                On yıllardır sistematik olarak değersizleştirilen, gözden düşürülen, orijininden koparılan, uzaklaştırılan tarım, bağlı olarak tahıl üretimi Ukrayna’nın işgali ve Rusya’ya karşı uygulanan ambargolar nedeniyle bu ülkelerde neredeyse yapılamaz hale gelirken aynı zamanda ciddi bir kriz alanı oluşturmaya aday hale geldi. Sorun sadece bu son savaş değil, tarım ve tahıl üretimi üzerindeki tehdit uzun zamandır var. Her şeyin kolayına kaçılan, yalnızca kazanılacak kâr marjı üzerinden ele alınan, bu nedenle de pek de önemsenmeyen tarım ve tahıl, dolayısıyla gıda güvenliği alanı bir anda en çok tartışılan sorun haline geldi.

                İnsanlık büyük bir felakete doğru hızla ilerliyor. Küresel ısınma, fosil yakıtların verdiği zararlar, nereden ve nasıl peyda olduğu bile bilinmeyen, kaynağı bulunamayan salgın hastalıklar, seller, depremler, savaşlar, her yaşam alanını canavarca yutarak büyüyen endüstriyalizm, etnik çatışmalar, neo-hegomanya savaşları ve tabi ki gıda güvenliği üzerinde oluşan tehditler… Çok zor ve çetin bir dönem bekliyor hepimizi. Ama farkındalık, tedbir ve dikkat var mı? Cevabını size bırakıyorum bu sorunun.

                Oysa her şeyden önce, iç huzuru sağlayacak adımlardan başlanır, toplumsal kutsallıkların insanların zihninde yeniden yer etmesi sağlanır, büyük bir tarım seferberliği başlatılır, ekilir-dikilir hiçbir alan boş bırakılmaz, dayanışma ve paylaşım kültürü hatırlanır, kavga yerine uzlaşma, kin-nefret yerine kardeşlik ve barış trendi yükselişe geçer, demokratik değerler her yere ve herkese eşit uygulanırsa bir başlangıç noktası yakalanabilir. O zaman işte, ucuz diye Latin Amerika’dan et, hayvan, başka yerlerden buğday-yağ gibi diğer tahıl ürünleri ithal edilmez, buna gerek kalmaz.

                Öz kaynaklara yönelme, bu güzelim coğrafyayı bir cennet bahçesine çevirme mümkündür. Yeter ki, bizi her gün birbirimizden uzaklaştıran bu çatışmacı, ayrıştırıcı dil ve üsluptan vazgeçelim. İnsanımıza dolayısıyla çiftçimize, tarımcımıza değer verelim. Üretimi arttırırken, toplumsal çıkarları düşünelim. O zaman domatesi de, biberi de daha ucuza alır, ekmeğin de değerini bilir, toplumsallığımızı da güçlendiririz.

                Aramızda, ailemizden aldığımız ilk kutsallık derslerini hatırlamak, yaşam, ilişki ve etkinliklerimizi bu çerçevede yeniden gözden geçirmek için nirengi noktası olabilir. Muhtaç olduğumuz bilgi ve birikim, bizi biz yapan, bin yıllarca yaşatan, yürüten hafızamız da mevcuttur, yeter ki onu basit çıkarların, ucuz siyasetlerin, sıradan heveslerin kurbanı yapmayalım.

                Ekmek kutsaldır. Tarım kutsaldır, tahıl da, bütün bunları hayatımıza ve hafızamıza kazıyan kadın da kutsaldır. Toplum bunları anlarsa yeniden ortak bir paydada buluşmak mümkündür.

Seyit OKTAY

T Tipi Cezaevi B1-7

TOKAT