Ayaklı hapishane tarihleriyle kucaklaşma

Bu gün çeyrek asırdır hapishanede olan ve geçtiğimiz haftalarda tahliye olan iki dostla; 30 yıldır hapishanede olan Hasan Gülbahar ve 28 yıldır hapishanede olan Muzaffer Öztürk ile ilk kez buluştuk.  Mektuplarla başlayan arkadaşlığımız yıllar sürdü ve nihayet giyabi tanışmayı vicahiye çevirdik. Ve bu iki “tarih gibi adam”da 10 yıl sonra ilk kez karşılaştılar. Bir sürgün gecesi ayrılmış iki dostu, iki yoldaşı 10 uzun yıl sonra ilk kez bir araya getirmiş oldum. 32 yıldır hapishanede olan Tahir Canan ile de bu buluşmadan üç gün önce bir araya gelmiştim. Kısa sürede birçok sevinç ve heyecan yaşadık. Ama tabi hep buruktu sevincimiz. Çeyrek asır sonra dışarı çıkan bu insanlar bir araya gelince, içeride kalan arkadaşlarından, yoldaşlarından söz ediyor, onlar için ne yapabiliriz diye proje üretiyorlardı.

Bu tarihi buluşmaya mahpus amca ve teyzelerine balon yollayan çocuk Öykü de eşlik etti. Zaten hapishanede ben yazar kimliğimle tanınmıyorum, çocuk Öykü’nün babası olarak biliniyorum. Muzaffer Öztürk, Öykü’yü severken “bebekliğinden bu yana an be an büyümesini fotoğraflarından izlediğim tek çocuk Öykü” diyordu. Hasan Gülbahar da sık sık masayı terk ediyor, Öykü ile el ele yürüyüşe çıkıyordu.

Birlikte dağlara çıktık. Bir kır lokantasında oturduk. Sohbetimiz bazen andığımız hasta bir tutuklunun adıyla hüzne boyanıyor, bazen de, örneğin hapşırma sonrası onların “iyi yaşa ama dışarıda yaşa” demeleriyle ve/veya masada her boşalan tabağı Hasan’ın neredeyse yıkar gibi silerek kenara koyması sonucu attığımız kahkahalarla bölünüyordu. Tabak silmek bir hapishane alışkanlığıydı.

Muzaffer uzun yıllar tek kişilik hücrede kaldığı için yanında eşya taşıma alışkanlığını unuttuğunu, bu nedenle çıktığı günden beri her yerde telefon, çanta ve kimlik unuttuğunu anlatıyordu. Hasan atılıyor “sen yolda yürürken dengeni sağlayabiliyor musun” diye Muzaffer’e soruyor, Muzaffer de “senin kalabalıkta başın dönmüyor mu” diye karşılık veriyordu.

Hapishanede oluşan hastalıklarını anlatırken gülüyorlardı. Bu sorular ve yanıtlar bana 20 yıl sürgünden döndükten sonra yazdığım “dönüş” adlı şiirin bazı mısralarını anımsattı. O sırada onlara okuyamadım. Şimdi paylaşayım, okusunlar da borçlu kalmayayım:

“Düz yollarda yan yürütüyor beni küskün ayaklarım

Bu ben miyim prangasız sokaklarda avare

Cebimde polisten kaçırdığım ilkbahar sonatı

Bıkmadan çalıyorum kapıları seni soruyorum

Aldığım cevaplar hep sus işareti

Yuhalıyorum kafa kâğıdı erken eskimiş kulları

Bir ömür sonra hâlâ kırmızı ışıklarda hazır ol…”

Elbette onlara birçok soru sordum.  Bazı soruları da şimdilik soramadım. 12 Eylül dönemini,  işkenceleri, idamları, 19 Aralık katliamını, koğuş sistemini, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını, F tipine geçişi, iletişim yasaklarını yaşayan bu insanlar dünyaya ve çevrelerine sevgiyle bakıyorlardı.

Hasan, Muzaffer’in telefon numarasını kaydetmeye çalıştı, başaramadı, Tülin imdadına yetişti. Muzaffer de “elime tutuşturdular bir dokunmalık telefon çözmeye çalışıyorum” diye söylendi.

Ayaklı tarihti onlar. Tahir Canan, Hasan Gülbahar, Muzaffer Öztürk ve onlar gibi çeyrek asırdır tutsaklık yaşayan diğerleri… Beyinleri iğdiş eden, yalanla örülmüş resmi tarihin dışındaki gerçek hapishane tarihi onların belleklerinde saklı. Yazılmayı bekliyor. Ama bu görev sadece onların değil, biyografi yazımında uzmanlaşan arkadaşlarımızın, belgesel yapımcılarının görevi.

Onlara borçluyuz. Bu ülke borçlu. Toplum borçlu. Zira onları daha önce özgürlüklerine kavuşturamadık. Geç kaldık.

Ve halen içeride binlerce politik tutsak var.