Bitmeyen Tutsaklık

BİTMEYEN TUTSAKLIK

 

                Pencereden dışarıyı seyrediyordu. Karın beyazlığı onu rahatlatıyor, çocukluk yıllarına götürüyordu. Her şeyin saf ve temiz olduğu yegane yıllara. Sonra çocukları geldi aklına. Kucağına alıp küçücük parmaklarını, ayaklarını, yüzünü nasıl da sevip okşamış, bağrına basmıştı. Merhemi olmuştu yavruları acılarına. Şimdi ikisi de kocamanlardı. Deniz liseye gidiyor, hukuk okuyacağım diye diretiyordu. Mine ise özel bir şirkette çalışıyordu. Annelerinin yokluğunda kimseye muhtaç kalmamışlar, ısrarla tek kalmak istemişlerdi. İçten içe böyle olunca, annelerinin yanlarına geri döneceğine inanıyorlardı. Türkan da bunu biliyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Tüm olanlardan kendini sorumlu tutuyor, kendini suçluyordu.

                İçi daraldı. Parmaklıkların ardından gökyüzüne bakmaya çalıştı. Teller ve duvardan ancak bir avuç gökyüzünü görebildi. “Ne işin var senin burada, nasıl bu hale gelebildin kafasız, akılsız Türkan” diye kendi kendine söylendi.

                “Bana bir şey mi dedin Türkan?”

                “Yok yok dalmışım. Off of Hülya, üç saat kaldı. Seninkiler gelecek mi?”

                “Hava çok soğuk, gelmeyin demiştim telefonda. Gerçi ben hep diyorum ama geliyorlar, yaşlı başlı halleriyle, bu soğukta. Türkan, biliyor musun gelmeyin diyorum ama geldiklerinde de çok mutlu oluyom. Üzülüyor insan ama seviniyor da. Ne yapalım öyle işte halimiz. Senin çocuklar gelir. Mine terfi almıştı di mi, alışmış mı bari yeni işine?”

                “Alışmış, alışmış. Telefonda çok heyecanlıydı. Nasıl hızlı hızlı anlatıyor görmeliydin. Patronu çok iyi bir adam. İlk başladığında gidip tanışmıştım. Kültürlü, akıllı, temiz biri. Kızıma da, ötekilerine de iyi davranıyordu. Sağ olsun iyi para da ödüyor.”

                “Akıllı senin kızlar, maşallah.”

                “Öyle valla, akıllılar analarının kuzuları. Yine de insan endişeleniyor.”

                “Haklısın tabii. Dur ben iki kahve yapayım. Falımıza bak bakalım, yol görecek misin, af var mı?”

                Odadan çıkan Hülya’nın arkasından iç çekti. Oturduğu ranzadan kalkarken yine kafasını sertçe vurdu. “Ahh, lanet olsun, tövbe tövbe.” Hem acısından, hem çocuklarına dokunamayacak olmasının üzüntüsünden, ağlamaya başladı. Gözlerinde yaşlarla odayı süzdü. İki buçuk yıl kaldığı, daha da 16 yıl kalacağı odayı. 1,5 metre önündeki duvarda asılı takvim, işaretlerle dolu. Sayıların ömründen götürdüğü eskiden hiç aklına gelmezdi. Günler vardı, yapılacak işleri. Şimdi ise sadece sayılar. Takvimin yanındaki çocuklarının fotoğraflarını ise, geldikten hemen sonra asmıştı. Fotoğrafın üçünde de çok güzel, mutlu görünüyorlardı. Hiç büyümeseler, evlenmeseler, hep böyle kalsalar diye içinden geçirdi. Fotoğrafların yanındaki, büyük boy, kır çiçekleri posteri onu hep rahatlatmıştı. Çiçek görebildiği tek yer orasıydı. Gerçi siyasiler çay deminden toprak yapmayı öğretmişlerdi. Bu bahar, aldıkları tohumları ekip deneyecekti. Hülya kadar iyimser değildi. Toprak olmadan çiçek nasıl olur. Ama siyasilerin havalandırması, çiçek bahçesi gibiydi. Belki de olur.

                Sonra gözleriyle odayı taramayı sürdürdü. Duvara monteli iki demir dolap, iki plastik çekmece ve tuvalet. Topu topu 2 metreye 5 metre. Bu odada on altı yıl geçer mi, nasıl geçer. İki eliyle başını tuttu. Sonra birden gözleri ellerine kaydı. Başka birininmiş gibi duran çatlamış, çirkin ellerine. Midesi bulanarak gitti yıkadı. Beş altı kez sabunladı. Tam beyaz havluyla kurulayacaktı ki, içi rahat etmedi, birkaç kere daha yıkadı, kurulayıp çıktı. Yine pencereye gitti. Kafasını parmaklıklara dayayıp derin derin nefes aldı.

                “Türkaan, duymadın mı? Kapat camı da kahveler soğumasın.”

                “Geldin mi, fark etmedim.”

                “Birkaç kere seslendim, duymadın. Hadi kahvelerimizi içelim.”

                Eline sağlık. Kız iyi ki sen varsın. Allah muhafaza ya kötü biri olsaydı senin yerine. Aynı odada kalacan, mecbur. Saadet ne çekiyor, yazık kadına.”

                “Duydun mu, dün Hüsniye’yi, çekmecesini karıştırırken yakalamış.”

                “Hee o yüzden bağırıyordu öyle. Ne bileyim zor gerçekten. Allah hepimize yardım etsin.”

                “Ee hadi kapattım, bakacaksın, söz verdin. Belki af, yasa görürsün. Aha da şuraya yazıyom, siyasilere yasa çıkardılar. Onlar hep yok öyle bir şey deyip duruyor ama af çıkmış onlara. Geçen avukat demiş. Ben de müdüre gittim, orada yazıp asmışlar. Hastalar, siyasiler yazıyordu hep. Baktın bir de yılbaşında evdeyiz. Ee onlar çıkarsa, bizi bırakmazlar, biz de çıkarız.”

                “İnşallah, inşallah. Geçen ayda yasa çıktı demiştiniz. Poşetlere eşyalarımızı doldurduk, bir hafta kapıda beklemiştik, hatırlıyon.”

                “Hee valla”. (Gülüşmeler)

                “Allah’ın dediği olur ama 16 yıl yapabilir miyim bilmiyom, Hülya. Çocuklarımı anasız bıraktım ona mı yanayım, kendi halime mi yanayım, şaşırdım.”

                “İşin zor valla. Benim dört ay sonra açığım geliyor.”

                “Bu sefer uslu dur. Hırsızlık yapma, günahtır. Öyle diyom da, sen de keyfinden mi yaptın? Kız iyice bir sorsan, belki bir yerde iş bulursun.”

                “Yok, nerde. İş bulsam yapar mıyım hiç. Ama vermiyorlar işte. Sen beni boş ver amaan. Belki bu sefer bulurum emi.”

                “Hadi inşallah.”

                “Çocuklarını düşünüp üzme kendini. Kaç yıldır ne güzel idare ediyorlar. Nerdeyse onlar sana analık yapacak. Çok akıllılar, çok.”

                “Bir de ben ana olaydım, öksüz, yetim kaldı kuzucuklarım.”

                “Türkan, tamam artık, olan olmuş. Hem olmuşla ölmüşe çare mi var. Unut gitsin, boş ver. Yapacak bir şey yok.”

                “Bazen diyom, affederler mi beni? Ama onlara hiç soramadım, soramıyom ki.”

                “Off Türkan of. Neyini affetmeyeceklermiş senin. Ettiğin lafa bak hele. Aha bak hatırladın mı bunları.”

                Türkan, Hülya’nın elinden kazağını kurtarmaya çalışır.

                “Sen de biliyorsun hepsini gördüğümü. Her yerin sigara yanığı, kesik dolu. Hayvan kocan bunları yaparken çocukların yanında değil miydi, yanındaydı. Eee her şeyi biliyorlar, niye kızsınlar sana. Ben sadece sana üzülüyorum. Keşke akrabana neyin gitseydin, boşayaydın iti.”

                “Kolay mı Hülya. Gırtlağını keserim senin de, çocukların da dedi, deliye döndü. Abimin de çoluk çocuğu var. Başı derde girsin istemedim. Çok dövdü, sövdü. Anamdan emdiğim sütü burnumdan getirdi ama Allah’ın verdiği canı nasıl aldım, nasıl yaptım bilmiyom.”

                “Herkesin bir sabrı var, seninki de oraya kadarmış. Boş ver, mecbur kalmasan yapmazdın. Ölseydin, çocuklar o hayvana kalsaydı daha mı iyiydi sanki. Ya ne diyeceğim. Gürültüye polis neyin gelmedi mi? Kimseler duymadı mı hiç?”

                “Polis geldi bi kere. Çok gürültü oluyormuş, şikayet var dedi, gitti. Daha da kimse ne duydu, ne karıştı.”

                “Gel de küfretme. Ayy içim daraldı iyice. Aa saat kaç olmuş. Hadi kalk kalk. Savaştan çıkmış gibiyiz, hazırlanalım. Çocukların yanına böyle mi çıkacaksın?”

                Alelacele giyinip hazırlandılar. Türkan lavabonun aynasının karşısına geçti. Dağılmış topuzunu açıp saçlarını taradı. Murat geldi aklına. Evliliklerinin ilk yıllarında birbirlerine ne kadar aşık olduklarını. En çok da yaptıkları pikniklerde, başını onun dizine koyup uyumayı severdi. Türkan uyurken o, ninni söyler gibi mırıldanır, saçlarını sevgiyle okşardı. Bazen dudağı yarılır, bazen yanağı morarırdı ama sonra Murat özür diler, kendini affettirmesini hep bilirdi. “Keşke affetmeseydim seni, keşke” diye mırıldandı farkında olmadan. Yüzünü soğuk suyla yıkayıp kuruladı. Alışkanlıkla iki saniyede yaptığı topuzunu bağladı, odadan çıktı.

Meral, 2015

F. Meral TURMUŞ

Kadın Kapalı Cezaevi M-21

Bakırköy/İSTANBUL