RENKLERİN YASAKLANMASINDAN ÇEKPAS SAPLARININ KISALTILMASINA
DEVLET AKLI KÖTÜLÜK ÜRETİYOR*
Hapishanelerde, özellikle OHAL‘in ilanından sonra her gün yeni bir hak gaspı yaşanıyor. Gelişmelerin hızına yetişip tavır almak, kamuoyuna duyurmak bile zorlaştı. Klasik bir söz ama “kelimeler kifayetsiz kalıyor”. Hapishanelerden gelen tutsak mektuplarında, satır aralarını okuyarak bu kötülüğe anlam vermeye çalışıyoruz. Zira biliyoruz ki bu uygulamalar münferit değildir; bir gardiyanın veya hapishane müdürünün lokal tavrı değildir. Elbette devlet vur değince üzerine vazife çıkaran işkenceden – eziyetten zevk alan insanlık düşmanları var. Her daim de olmuştur. Ama öyle anlaşılıyor ki OHAL’den sonra tutsaklara yaşatılan eza bir devlet politikasıdır. İşte bu yazı boyunca, akıl ermez, mantığa sığmaz denilen uygulamalara, tutsak mektuplarından alıntılarla örnekler verecek ve nedenlerini sorgulamaya çalışacağım.
Devlet Aklı Her Kötülüğü Bir program Çerçevesine Oturtmuştur
Şakran Hapishanesinden yazan 22 yıllık tutsak Gönül Bulut şunları söylüyor: “Açık görüşe giderken kullanmak için elime birkaç peçete aldım. ‘Açık peçete götüremezsin, yasak’ dediler. ‘Alerjim var, kapalı peçeteyi süs için mi götüreceğim, kullanacağı’” ısrarım duvara çarptı kaldı. Bazı yasaklar artık akılla, mantıkla açıklanacak gibi değil. Ve katmerleşerek devam ediyor.”
Gönül Bulut’un yazdığı gibi ilk bakışta bunları mantıkla açıklamak zor, ancak geçmiş tecrübelerden biliyoruz ki devlet, yüzyıllardır yaptığı her kötülüğü bir program çerçevesine oturtmuştur. Üst akıl yol göstermiştir. Kötülüğün hizmetinde olan psikologlar, hekimler, adlarının başında Prof. unvanı olan danışmanlar (Prof. Dr. Turan İtil ile Prof. Dr. Ayhan Songar adlarını hatırlayanınız var mı? Yazının son bölümünde onlara geleceğim.) yeni zulüm araçları – uygulamaları icat edip durmuştur.
Peki AKP devletinin hapishanelerdeki politik tutsaklara yaşattığı kötülüğün amacı ne ola? Bu basit bir intikam hırsı değildir. Öyle olsa bile çekpas sapına kadar mı düştü bu devletin zindan zebanileri diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Çekpas sapı derken neyi kastediyorum açıklayayım: OHAL ile birlikte hapishanelerde hücrelere verilen çekpaslar toplatıldı ve sapları kısaltılıp geri verildi. Bunun yanı sıra çamaşır leğenlerinden, nevresimlere kadar sınırlama getirildi, v.d.
Burada sözü hasta tutsaklardan yazar Adnan Öztel’e vereyim: “Sağlık sorunlarım beni oldukça zorluyor. (…) Bir aydır sırtüstü yatıyorum. İlaç alamadım. Doktora çıkarmadılar. Burada koğuş bir ara 20 kişiye çıktı. Yerlerde yatıyorduk. Normalde koğuş 10 kişilik 6 ranza atmışlar. 16 olmuş Fetöcüler gelince 20’ye çıkmıştık. Şimdi 16 kişiyiz. Görüşleri iki ayda bir kereye indirdiler. Görüşmeci sayısı 4’le sınırlandırıldı. Çekpas sapları yarıya kısaltıldı.“
Biliyoruz ki Adnan Öztel’in yazdıkları tüm cezaevlerinde yaşanıyor. Birçok hapishanede 3 kişilik hücrelere 6 kişi konuldu. Birçok tutsak yerde yatıyor. Bu sorunlara yanıt olarak “yığılma – kalabalık” gösterildi. Bazı cezaevlerinde de 12 Eylül’de faşizmin hizmetindeki “bilim insanlarının” tavsiye ettiği ve uygulamaya konulan “karıştır-barıştır” yeniden başladı.
Tekirdağ hapishanesinden Cebrail Çakto da benzer sorunları dile getirmiş: “F Tipleri üç kişilik hücreler olarak inşa edildi. Bu hücrelere karşı çıkan yüzlerce insan yaşamını yitirdi. Şimdi üç kişilik yerde altı kişi kalıyoruz. Beş yıldır ilk defa altı kişi bir arada kalıyor. Üçümüz yerde yatıyoruz. Sadece üç ranza var, onlarda tek katlı. Sistemin kendi döngüsünü sürdürebilmesi için neleri yapabileceği bir kez daha anlaşılıyor. Artık spor, sohbet, kütüphane gibi etkinlikler yapılmıyor.”
Ağırlaştırılmış müebbet Tutsak Zeynep Avcı son yolladığı mektubunda kazanılmış haklardan birinin, ana dilde savunma hakkının da gasp edilmeye başlandığını anlatıyordu. Yine müebbetlik tutsaklardan Tayyar Eroğlu, 23 saat hücrede tutulduklarını, 1 saat havalandırmaya çıkabildiklerini, giderek küçülen havalandırma alanını gözetlemek için yeni kameralar takılmaya başlandığını yazmış.
F Tipi kötü de D-E-L-M veya T tipi Hapishanelerde Durum Daha mı İyi
F Tipleri’nden örnek verdim ama diğer hapishanelerde de durum hemen hemen aynı.
Bafra T tipi cezaevinden yazan Kinyas Ataman sorunları detaylı olarak ortaya koymuş: “Haftalarca haber hakkımız engellenmişti. Yine sayımız 60 olmasına rağmen istediğimiz kanalları (TV) izleyebilmemize izin verilmiyor. (…) Zaten Feto tutuklamalarıyla kapalı spor salonu da kapatıldı, mahkumlara yer açabilmek için. 10 kişilik odalarda 16 kişi kalıyoruz. Bazen sayımız 20’ye kadar gidebiliyor. Son aylarda oda temizliği için bize yarım çekpas sopa verilmiş, sağlamlarının yerine ikiye ayrılmış şekilde vermişler. Doğal olarak eğilerek çekmek zorunda kalıyorsun. Birçok arkadaşımızda bel ağrısı ve boyun ağrısı oluşmaya başlamış. “
Edirne F tipi hapishanesinden yazan Murat Kur, “Fiziki yapılarının üç kişilik tasarlandığı F Tipi Hapishaneler balık istifi biçiminde 6 kişilik odalara çevrildi, ranzasız mahpuslar yerde yatıyor.” diye yazıyor. Ve ekliyor: “Koğuş tipinin geçerli olduğu D – E – L – M tipi hapishanelerde ise 7 kişilik yerlere onlarca kişinin yerleştirildiğini biliyoruz. Tıka basa hücrelerin /odaların /koğuşların doldurulması başlı başına bir işkencedir. Yoğunluğun yarattığı steril olmayan koşullar, havasızlık her tür hastalığa davetiye çıkarmaktadır. Her bir hücreye bir leğen, bir banyo kovasının verildiği düşünüldüğünde tablo görülecektir. Bu koşullar hasta tutsaklar için ölüm demektir.”
Tutsaklara Yollanan Mektuplar Dergiler Kitaplar
Hapishanelerdeki “okuma komisyonu” OHAL’e kadar görevini hızlı yapardı. Mektuplar okunur “Görülmüştür” mührü vurulur ve sahibine ulaştırılırdı. Şimdi mektuplarımız çok uzun bir yol kat ediyor. Ve bilinçli bekletiliyor. Ya da çok geç veriliyor. Kitap, gazete ve dergiler için de aynı uygulamalar söz konusu. Politik tutsaklar önemli bir gıdadan mahrum bırakılıyor.
M. Zeki Deniz, Bolu hapishanesinde yolladığı mektubunda konuyu detaylandırmış: “Darbe girişimi ve ardından yaşananlar! Tüm bunlardan hapishaneler fazlasıyla nasibini alıyor. Yoğun bir sürgün süreci, kitap sınırlaması ve daha bir dizi kısıtlama vb. Ancak en zorlayıcı uygulamalardan biri, kişi başına 5 kitap sınırlamasıdır.”
Mektupların en sorunlu ulaştığı, çoğu zaman ulaşmadığı Silivri hapishanesinden Sinan Bülbül bu konu hakkında yazmış: “Sözüm ona mektuplaşmanın kötülüğüne kendilerini ikna etmişler. Bu akıl hiç uslanmadı, inada bindirdi bunu. En son Görülmüştür ekibinin 55 mahpusla yaptığı çalışmaya katılmamı istediğinizde bu kez Ankara ve Suruç olayları için yaptığımız eylem için 3 ay iletişim cezası aldım. Mektuplarım ve fakslarım size ulaşmadı. En son yanımda bulunan 4 tane yazımı taahhütlü mektupla 26 Şubat 2016’da size yolladım. O mektup da benzer akıbete uğradı.”
Çıplak Arama, Doktor, Hastane ve Kelepçe
Mahkemeye veya hastaneye götürülüp getirilen tutsaklara çıplak arama dayatılıyor. Doktorun muayenesi sırasında kelepçe açılmıyor. Nitekim İstanbul İHD Cezaevi Komisyonu’nun bildirdiğine Erol Zavar mesane kanseridir. 15 kere ameliyat olmuş ve vücudundan 50’ye yakın tümör alınmıştır. (…) Bütün bunların dışında kalbinden rahatsızlık yaşamış ve anjiyo için hastaneye giderken bacağındaki platinin X-Ray cihazının ötmesi nedeni ile çıplak aramaya tabii tutulmak istenmiştir. Bu duruma itiraz eden Zavar gardiyanların saldırısına uğrayıp, hastaneye de götürülmemiştir. Hastaneye sevki sırasında bu uygulamanın insan hakkı ihlali olduğunu söylemesi ve çıplak aramaya itirazı nedeni ile haftalardır anjiyo olamamıştır.
Tutsak Kinyas Ataman da gönderdiği mektupta aynı konuya değiniyor: “Revir meselesi ayrı bir dert, sevklerimiz yapıldığında, hastanelerde bu sefer kelepçe açılmama durumuyla karşılaşıyorsun. Zor bela hastaneye sevkimizi yaptırdığımızda, doktor kelepçeyi açtırmadığında boşuna gidip-geliyoruz. Cezaevinde sorunlar kronikleşmiş durumdadır. Keyfi uygulamalar, hak ihlalleri, insanların sağlığına duyarsız olmaları her şeyi gösteriyor. Dediğim gibi buralarda hiçbir ölüm doğal değildir ve hiçbir hastalıkta doğal değildir.”
Tam da 22 yıldır tutsak olan Selvi Kalen’in Gebze hapishanesinden yazdığı gibi, hücreler hastalığa davetiye çıkarıyor: “Bize koğuş yapıldı denildi ve gittik. Bildiğiniz nezarete atılmış olduk. 4 kişilik yere 2 ranza yapılmış iki de çelik dolap tuvalet ve banyo var bir de minicik tezgah. Tuvaletten çıkınca el yıkayacak lavabo bile yok. Daha da vahimi pencere yok. İçeri hava girmiyor. Nem, rutubet, koku içerde kalıyor. Banyo ve tuvaletin üstü açık olduğu için buhar ve koku koğuşa doluyor. Kapı yok 2 metre genişliğinde 2.5 metre yüksekliğinde parmaklıklar var.”
Şakran’a sürgün edilen, baskıları protesto için hücresini ateşe veren Didem Akman da hasta tutsak sorunlarını anlatmış mektubunda: “Buradaki hak gasplarına karşı hücremi yakmıştım. Ve 2 haftadan fazla yanık hücrede kaldım. Her yan is ve her solukta onu çekiyorum. Sadece 1 saatlik havalandırma saatinde çıkıyorum. Senin mektubun da o an geldi. (…) Ohal daha pervasızca uygulamalara zemin sundu. Görüş-telefon vs. konusunda ciddi sorunlar var. Kitaplarla ilgili sınırlamalar söz konusu. Dergiler örneğin mahkemeler bile toplatma kararı vermiyor ama birçok yerde yasaklanıyor. Hasta tutsakların tedavisi en can yakıcısı. Bir arkadaşımız –Mesude Pehlivan- için kampanya başlattık şimdi. Bakırköy’deki hücre yakma davasından sonra Silivri’ye götürüldü kadın tutsaklar ve tek kişilik hücrede tutuluyorlar, tedavisi de yapılmadığından her geçen gün ilerliyor.”
Sürgün ve İşkence
Görülmüştür Grubu (www.gorulmustur.org) olarak sürgünlerin hızına yetişmekte ve tutsak adreslerini güncellemekte zorlandığımızı itiraf edelim. Tutsaklar ailelerinden uzaklara neden yollanıyor. Bu keyfiyet neden? Disiplin cezası, isyan girişimi olmadığı halde politik tutsaklar neden oradan oraya, özellikle ziyaretçilerinin yaşam alanlarından uzaklara sürülüyor. Birkaç tutsak mektubundan daha alıntı yaptıktan sonra nedenlere geleceğim.
Bolu Hapishanesinden Edirne’ye sürgün edilen tutsaklardan Baysal Demirhan anlatıyor:
“Saat 03.00-04.00 arasıydı kapı açıldı. Sloganlar eşliğinde hapishanenin giriş kısmına geldik. Kalabalık her yer, eşyalar, insanlar... Ve kelepçeler takıldı. Ringe bindirildik. Araçlar saat 08.00 gibi hareket etti. İzmit’i geçtik Kandıra F Tipi elendi. Otobandan köprüye geldiğimizde, “İstanbul’u dinliyoruz gözlerimiz masmavi denizin köpüklü dalgalarındayken” geçtik Boğaz’ı. Ring, Tekirdağ sınırını geçince Tekirdağ F Tipi’de listeden silindi. Artık tek adres kalmıştı ve o adreste memleketin en ücra köşesinde olan Edirne F Tipi Hapishanesi’ydi ve kapısına geldik. Korna ile kapı açıldı, ring yanaştı ve durdu. (…) Hemen doktor diye kendini tanıtan biri bir şeyimiz olup olmadığını sordu. Yolculukta sorun olmadığına dair tutanak sonrası, çıplak arama dayatması yapıldı. Bunun ne hukuki, ne ahlaki ne de insani bir yönelim olmadığından dolayı bu uygulamayı kabul etmediğimi ifade etmemle, bir harala-gürele eşliğinde “arama” yapıldı. Sonra sağım solum arkam robocoplar eşliğinde C-Tek-47 hücresine kadar “refakatçı” olarak kollarıma girilip geldim.”
Yine Tekirdağ’a sürgün edilen tutsaklardan Bazi Aslan’ın yazdıkları da dehşet vericiydi: “Yanımıza alacağımız eşyalarımız verilmedi. Hastalar bu nedenle ilaç sıkıntısı çekti. Selmani adlı bacağından ameliyatlı bir arkadaşın değneklerine “kurumun malı” denilerek el kondu. “Ameliyat için gittiğimde Silivri’de ben aldım bunları” diyerek durumu açıklamaya çalışıp tartışan arkadaş yürüyemeyecek halde iken kelepçelenip ringe atıldı.”
Basında yer alan haberlerden ve mektuplardan da anlaşıldığı gibi işkenceye sıfır tolerans diyen AKP iktidarı, OHAL ile birlikte fiziki işkenceyi de yeniden başlattı. FETÖ’cülerle başlayan işkence uygulamaları, münferit olmaktan çıktı, sosyalist tutsakları ve Kürt yurtseverleri de hedef aldı.
Konuyla ilgili 4 yıldır tutsak olan, İzmir Disk Genel-iŞ Sendikası 2 No‘lu Şube (eski) Yöneticisi Barış Aras’ın tanıklığı oldukça önemli Aras, Sürgüne yollandığı Edirne F tipi hapishanesinden yolladığı mektupta şunları söylüyor: “DİSK‘in tutuklu tek yöneticisiyim. Tutuklandığımda 5 yaşında olan oğlum Ulaş, şu an 9 yaşında ve zulmü benden daha yoğun yaşıyor. En azından İzmir‘de her hafta görebildiği babasını şimdi imkânsızlıklar nedeniyle, okulun aksamaması için kaç ayda bir görecek? Sürgün sonrası babasının yüzünde, ellerinde şişlik ve morlukların nasıl olduğunu çok iyi anlayabiliyor.”
19 Aralık F Tipleri ve Çekpas Sapları: Aynı Akıl
Hücre kalabalığı süreç içinde (Adli mahpuslara getirilen denetimli serbestlik sonucu) giderilmeye başlandı ama çekpaslar halen kısa. 19 Aralık “Hayata Dönüş Operasyonu”nun amacı neyse, hapishanelerde paspas saplarının kısaltılma amacı da aynıdır: Bedenlerini teslim aldıkları tutsakların iradelerini teslim almaya çalışmak. Onları moral olarak çökertmeye çalışmak. Şimdi neden bu sonuca vardığımı açıklayayım:
Cemal Dindar, Nisan 2016 tarihli Mesele Dergisi’nde yayınlanan “Suç ve sinizm” başlıklı yazısında 19 Aralık katliamının ve F tipleri icadının hapishanelerde sosyalist solun direnişini kırma amaçlı yapıldığını ve bunun laboratuarlarda planlandığını yazıyor. İşte bu gün benzer yorumu – analizi bu gün için genişletip yapabiliriz. Sosyalist solun ve Kürt tutsakların direncini kırmak için çekpas saplarına (ve elbette diğer kazanılmış hakların gaspına) kadar müdahaleye başlandığını, bununla politik tutsakların morallerini, direniş azimlerini kırma amacı taşındığını söyleyebiliriz.
Söz konusu yazısında Dindar, “Yeni Türkiye, cezaevlerinde kuruldu derken şu var. Epey Amerikanvari bir adlandırmayla uygulanan Hayata Dönüş katliamı, paradoks gelebilir, özünde sosyalist sol için bir okul görevi de gören cezaevlerini hücreye dönüştürme operasyonu idi. “ diyor. “Hafize Z. İtil vakfını hatırlar mısınız?” diye sorup devam ediyor: “1971’de Prof. Dr. Turan İtil tarafından kuruluyor. Turan İtil o dönemde ABD’de St. Louis Missouri üniversitesinde psikiyatri bölüm başkan yardımcısı. (…) Bu arada ABD Hava Kuvvetleri laboratuarında çalışıyordu. Türkiye’de bilinen asıl etkinliği ise 12 Eylül döneminde (…) cezaevlerinde gerçekleşiyor. Özellikle biyolojik deneylerinin sonucu kamuoyundan saklansa da NATO’nun 23 Ocak 1985 tarihinde yaptığı toplantıda sunuyor. 12 Eylül darbesi sonrasında mahkumlar üzerinde hem ruhsal hem biyolojik deneyler yaptığı, en büyük destekçisinin Prof. Ayhan Songar olduğu biliniyor. “
Cemal Dindar’ın uzun yazısında bu deneylerin politik tutsaklar üzerinde de yapılmak istendiğini ama onların karşı çıktığı canlı tanık ifadeleriyle açıklanıyor: “Turan İtil, 1985’te NATO toplantısında hapishane araştırma sonuçlarını sunarken ‘çözüm önerileri” de bildiriyor. Koğuş sistemi yerine hücre sistemini öneriyor. Psikiyatrist Mustafa Sercan, 1984’te Bursa’daki psikiyatri kongresinde Ayhan Songar’ın bu araştırma sonuçlarını ‘bilim camiası” ile paylaştığını ve “solcuların genetik olarak suçlu olduğunu” ileri sürdüğünü anımsıyor.”
Sanırım bu açıklamalardan, hapishanelerden gelen birinci elden tanıkların mektuplarından sonra, yeni yeni Ayhan Songar’ların, Turan İtil’lerin AKP hizmetinde, “devletin bekası” için yeni kötülükler icat etmeye çalıştıklarını görebiliriz.
Ancak devlet aklının anlayamadığı şu olmuştur: Bu coğrafyada Yedikule zindanlarının inşasından bu yana, zulümle direniş başat gelişmiştir.
Gümüşhane hapishanesinden yazan 23 yıllık tutsak Seyit Oktay’ın dediği gibi: “Hapishaneler hep aynı, muktedirin gadrine açık. Ama direnmek yaşamaktır, başka türlüsü de mümkün değil.”
Kırıkkale F tipi Hapishanesinden seslenen Resul Kocatürk’ün ifadesiyle: “Büyük bedellerle açılan ufuk çizgisine uzanan yolların bir bir tıkandığı zamanlar yaşıyoruz. Kuş cıvıltıları ise tan vaktini müjdeliyor.”
Ve nihayet Gülazer Akın’ın yazdığı gibi: “Önemli, ağır ve zor zamanların insanlarıyız bizler, hepimiz. Bence ona göre herkes rol alıp kuşanmalı. Zulmün belini kırmak için herkes iyi kuşanmalı cürete, mücadeleye…”
*Güney Kültür Sanat Dergisi, s.79.
Kaynakça:
- Mesele Dergisi, Nisan 2016.
- www.gorulmustur.org
Not: Yazıda belli bölümlerini paylaştığım mektupların bütününe www.gorulmustur.org sitesinden ulaşabilirsiniz. El yazılı orijinaller arşivimdedir. Mektuplar OHAL döneminde gelmiştir. Konuyla ilgili araştırma yapanlara verilebilir.
- 4 gösterim