İşkencenin hafızası... Solcuya vurur gibi vuruyorlar

 

Haftasonu Adana’da polisin icraatlarını hep birlikte izledik, şiddet görüntülerine haklı olarak tepkiler yükseldi. Öyle ki, Emniyet’in kendisi bile “orantısızlığı” kabullenmek durumunda kaldı.



Olup bitenle ilgili en isabetli yorumu sosyal medyada gördüm: “Solcuya vurur gibi vuruyorlar.”

Doğru, polisin ve daha geniş anlamda yargısıyla, Adli Tıp Kurumu’yla devletin tepkisi konjonktüre göre dönem dönem değişebilir, ama her daim karşısında durdukları bellidir. Dövülenler dini bir cemaate mensup olsa da işkenceye ilk ve en büyük tepki de o ‘olağan şüphelilerden’ gelir. Çünkü işkence sadece kanunen yasaklanmış ve suç teşkil eden bir eylem değildir, insanlık onuruna aykırıdır, hiçbir gerekçeyle uygulanamaz.



Evet, işkence emrini verenin, uygulayanın, yargıda ‘aklayanın’ hafızası güçlüdür.



Evet, bu deneyimler zaman içinde birikir, giderek daha sofistike, daha sonuca yönelik yöntemler oluşturulur.



Evet, devletin hafızası sağlamdır. Ama bu gerçeğe rağmen hakkını arayanların, sonucu bilse de çabalayanların ve bazen o sonucu değiştirenlerin de bir hafızası vardır.



Özgür Yılmaz çok iyi birceza avukatıdır, şimdi tutuklu. Diğer yetkin meslektaşlarıyla birlikte yargılandığı davanın bir duruşmasında şu hatırlatmayı yapmıştı: “Ben bana 1994 yılında işkence yapanların peşini bırakmadım, yargılandılar, 20 sene sonra ceza aldılar. Mehmet Ağar’ın da hapis cezası almasını sağladık. Bizim hafızamız çok kuvvetli.”



Bu hafızanın bir yerinde, işkencecilere kısmen de olsa önemli cezaların verildiği Engin Çeber davası durur.



Dosyayı mahkemede takip etmiştim. Duruşmalarda, kendini cezaevi sınırları içinde devletin sureti gören hapishane müdürünün heyet karşısında nasıl el pençe divan durduğuna, gardiyanların hafıza kaybına uğradığına, polisin - yaptığını herkesin bildiği - işkenceyi kısık sesle inkâr edişine şahit oldum.



Bakırköy Adliyesi’nin eski ve havasız salonunda, geçen yüzyıldan kalma sandalyelerde not almaya çalışırken olup biten her şey normal geliyordu.



Aslında değildi. O memurların bir mahkeme heyeti karşısına çıkması bile büyük bir emeğin sonucuydu. O emeğe güç veren şey de hafızaydı.

Sonuç demişken;



Engin Çeber, 28 Eylül 2008’de Yürüyüş dergisi dağıttığı için gözaltına alındı. İstinye Şehit Muhsin Bodur Polis Merkezi’nde ve Metris Cezaevi’nde 7 Ekim’e kadar ağır işkence gördü. Kaldırıldığı Şişli Etfal Hastanesi’nde 10 Ekim 2008’de hayatını kaybetti. 39 gardiyan, üç cezaevi müdürü, 13 polis, dört asker ve bir doktor, toplam 60 sanığa dava açıldı. Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi, Metris Cezaevi İkinci Müdürü Fuat Karaosmanoğlu ile infaz koruma memurları Selahattin Apaydın ve Sami Ergazi’yi işkenceyle insan öldürmek suçundan 1 Ekim 2012’deki duruşmada müebbet hapse mahkûm etti. Diğer polis ve gardiyan sanıkların bazılarına da 4 yıl 2 ay ile 2,5 yıl arasında değişen hapis cezaları verildi.



Hatta cezaevi doktoru Yemliha Söylemez’e de sahte evrak tanzim etmekten 3 yıl 1 ay 15 gün hapis cezası verildi. Çeber ailesinin avukatı Taylan Tanay’ın şikâyetiyle davadaki bilirkişi Özgür Tekol bile yargılandı ve “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs ve görevi kötüye kullanma” suçlarından beş ay hapse mahkûm edildi.



Bu karar, hukuk adına küçük, memleketin işkence yargılama tarihi için büyük bir adımdı. Ayrıca, işkence görenin de en az işkenceci kadar hafıza sahibi olduğunun kanıtı…

Kaynak: Birgün