Mehmet Salih Erol'un cezaevinde yazdığı ve Abdullah Duran öykü yarışmasında ödül alan öyküsü...

AĞIRLAŞTIRILMIŞ GECE

Sancılar içinde uyanıp gözlerini açtığında, başını yastıktan zorlanarak kaldırıp etrafa bakındı. İçinden bağırmak geçti ama aniden buna engel olması gerektiğini fark etti. Üzerinde son birkaç gündür onu iyice yormaya başlayan bir ağırlık...

Koca bir çığın altında gibi hissediyordu. Gözü her kapandığında Gabus cini sanki boğazına çöküp onu nefessiz bırakıyor, ‘nefes alamıyorum’ diye çırpınıp avazı çıktığı kadar bağırmak istese de yalnızlığın soğukluğuyla birleşen Gabus’un delikli elleri buna izin vermiyordu.

İçine dolan kâbuslarla sıkışan bedenini kımıldamaz kılarak uykudan kan tere batmış halde uyanışlar yaşıyordu. Ancak bu gecede bir tuhaflık var. Yaşadığı şey rüya olmayacak kadar gerçekti. Her şey çok berrak ve netti. İlk kez bu canlılıkta bir rüya görüyordu. Uyanıp ıslak gözleriyle etrafa baktığında hâlâ rüyadaymış gibi gelmişti.

Ranzadan doğrulup ağır ağır soluklandı. Ruhunu baskılayıp duran dayanılmaz yoğun his, tepeden tırnağa tere batmış olan bedenini acıyla titreterek terlemeye devam ediyordu. Suratı bu acıyla beraber kaskatı kesilmişti. Uyanmış olduğundan emindi. Etraftaki garip tuhaflık sadece bedenindeki kırgınlıkta ve yüzünün dağınıklığında değil, bakışlarını doğrulttuğu her yerde hissediliyordu.

Kaldığı yer dar, karanlık ve kapısı dışardan kilitlenen mahzen gibi bir yerdi. Yıllardır aynı yerde olduğundan bu küçük yerin her noktasını, duvarlarındaki girinti ve çıkıntısına kadar ezberlemişti. Etraftaki en küçük değişimi dahi fark etmemesi imkânsızdı. İyi madem uyanıktı da, nasıl oluyordu da hala rüya görmeye devam ediyordu? Bu sorunun cevabını bir türlü veremiyordu. Zihni, kuytuluklarında dönüp duran sorulara cevap bulmakla meşgulken, gözleri bir an tam karşısındaki duvarda beliren görüntüye kitlendi.

Duvarda beliren ilk resimle birlikte, gözlerini kapatması bir olmuştu. Bunu tanımlayamadığı ani bir refleksle yapmıştı. Duvarda bir çocuğun resmi. On bir- on iki yaşlarında… Belki de gördüğü resmi algılamak için düşünmeye zaman kazandıran ani bir hareketle gözlerini yumdu. Böylece hem beyninin kendini yanıltmadığından emin olacak hem de daha dikkatli bakabilmek için gözlerini dinginleştirecek, usunun derinliklerine daha çabuk inerek anlamlaşabilecekti. Biraz sonra gözlerini açtığında duvarda donmuş resmi tekrardan gördü.

Duvarın parıltısında beliren resimlerin canlılığı onu tüm düşüncelerinden sarsarak uyandırmış, gördüğü şeyin gerçekliğinden kuşku duymaz hale getirmişti. ‘‘Uğur!..’’ dedi, sayıklar bir ses tonuyla. Gözlerini kırpmadan, nefesini tutarak ardı sıra duvarda belirip kaybolan resimlere bakıyordu. Resimler dıştan içe doğru gölgeli ve odak dışındaki geri kalan kısımlarının bulanıklığıyla aynı vignette ustasının tuvalinden çıkmış gibiydiler.

Duvarda bu defa başka bir çocuğun resmi belirince ‘‘Abdullah!..’’ dedi. Kendini bir kaleydoskopun vizöründen bakıyormuş gibi hissediyordu. Mandalın aşağı inişiyle mercekte beliren resim, tanınıp adının söylenmesinin ardından değişerek yerini sonrakine bırakıyordu. ‘‘Enes!..’’ ‘‘Fatih!..’’ ‘‘Umut!..’’ ‘‘Ceylan!..’’ ‘‘Solin!..’’ ‘‘Alan!..’’ ‘‘Cemile!..’’ …….

Hücrenin aniden aydınlanmasıyla, son resim yerini hiçliğe bırakıp yok olunca her şey eski haline dönmüştü. Zındanın dış aydınlatma projektörlerinden yansıyan ışık hücreye loş bir sarılık doldurmuştu. Gördükleri karşısında gözleri buğulanmış, yüzü sarıya kesmişti. İçindeki ateş bir türlü hareketsiz dudaklarından dökülemedi. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Bağırmamak için kendini zor zapt ettiği irileşen gözlerinden belliydi. Geçen her dakika içinde büyüyen kelimeler, tıpkı zındanın çatısında zangırdayıp duran dikenli teller gibi boğazında takılıp duruyordu. O kelimeler belki de birazdan tüm bentleri yıkarak dudaklarından dökülüverecekti.

Çevresine bakındı. Göğsünü buran burgaç ve boğazında düğümlenmiş kelimelerle tüm canlılıktan yalıtılmış olan bu daracık hücrede bir başınaydı. Bedeninin hummaya tutulmuşçasına titreyişi yalnızlığın ıstırabından değil az önce gördüklerinin ruhunda yarattığı basıncın etkisiydi. Gözlerinden ardı ardına süzülen yaşlar, kasılmaktan adeta çarpılmış gibi görünen yüzünü ıslatıp duruyordu. Dudakları acı ve öfkeden iyice büzülmüştü. Nice sonra patlarcasına ağrıyan başını gerisin geri yastığa düşürerek düşüncelere daldı. Islanmış gözleriyle içinde tutulduğu tabutluğun tavanına bakar halde, gecenin o meşum saatinde yaklaşık yirmi dakika kadar düşündü. Yine de bedeni ihtiyaç duyduğu dinginliği yakalayamamıştı. Çünkü hızla atan kalbindeki hüzün düşüncelerine çarpıp duruyordu. Bunalıp boğulur gibi olan düşünceleri bir genişlik arayınca doğrulup ranzadan kalktı. Bedenini rahatlatmak için içli içli birkaç kez soluklanmıştı. Elleri titriyor, gözleri güneşe tutulmuşçasına yaşarıyordu.

‘‘Sizi koruyamadık.’’ Kelimeleri bir fısıltı şeklinde dudaklarının arasından çıkınca acının bu kez onu ıskalamadığını aksine derinden yaraladığını belli etmişti. Altıncı adımında voltaladığı hücresinin sonuna gelmişti. Yaşam alanının tümü bu kadardı. O son adımın ardında karşısına hep ötesi olmayan bir duvar çıkıyordu.

Sahi, buraya kapatılalı kaç yıl olmuştu? Hesap tutmadığı için bu sorunun cevabından emin değildi. Çünkü nazarında zamanın kıymetini yitirişi uzun yıllar önce gerçekleşmişti. Bu yüzden hesap tutmayı da bırakmıştı. Artık tek bir hesabı vardı, o da özgürlük hesabıydı. Tüm hesaplar kapanıp da o büyük gün geldiğinde halaya duracak ve yaşam onun için yıllar önce donduğu yerden tekrar akmaya devam edecekti. Geri döndü ve gözlerinin ıslaklığıyla pencereden sızan sarı aydınlığın zeminde kırılarak hücreye dağılışına baktı. Işık, tel örgülerin arasından sızıyordu ve tıpkı onun gibi dalgalı, ıssız ve yalnızdı. Uzun, sinsi ve cehennemi olan yalnızlıkları gecenin bu saatinde buluşmuş gibiydi.

Pencerenin soğuk demirlerine çarpıp parçalanarak zemine yonga gibi kıymık kıymık düşen ışığın çarptığı duvardan geri sekişini bir müddet seyrettikten sonra dönüp ranzasına uzanarak anlaşılmaz mırıltılar eşliğinde bedeni durulup gevşeyinceye kadar derin derin soluklanıp durdu. Yastığa düşürdüğü başını, sanki unuttuğu bir şeyi aniden hatırlamış gibi hızla kaldırıp doğrulduğunda zaman birkaç dakika daha akmıştı. Elini uzatıp yastığın altından bir mektup çıkardı. İki belki de üç hafta önce arkadaşına yazdığı ancak postaya vermekte tereddüt ettiği için beklemeye aldığı mektuptu.

Zarfın içindeki sayfaları çıkarıp inceleyince gözü son sayfaya takıldı. Sayfayı pencereden sızan ışığa tutarak baştan sona tekrar okudu. ‘‘… Nasıl anlatsam ki sana hücreyi. Çünkü bir enteresanlıklar dünyasıdır hücre ve burada her şey olduğundan büyük görünür… İnsan kendini hücrede dünyanın sırtına stetoskop dayamış da olan biten her şeyi dinliyormuş gibi hissediyor. Almak, duymak, algılamak istediğin seslerin hiçbiri burada yok, istemediklerin ise gırla. Toplaşıp çoğalarak durmadan hücrelerine üşüşüyorlar… Seni kaplayan beton kabuğu ile bedeninin bir zaman sonra bütünleşir hücrede. Her soluk alışında göğüs kafesinle birlikte duvarların da esnediğini sanırsın. Bir tek duvarlar mı? Her şey esnemeye başlar. Dünyan esner… Bu yüzden burada kendini dünyanın içinde değil, onu sırtında taşıyan olarak hissedersin.

Bir yokluklar dünyasıdır hücre. Senden her şeyini alınmıştır burada. Mesela nefesin tıkanır, oltaya takılıp sudan çekilmekte olan balık misali telaşla derin derin soluklanmak istersin. Ama nafile! İşte o an farkına varırsın, senden alınanlar arasında nefeslerin de vardır… Hep aynı hareketleri yapıp hep aynı nesnelerle haşir neşirsindir hücrede. Anlayacağın bir yokluklar deryasıdır burası. Zamanla bir bakmışsın ki bütün yokluklarla ahbap olmuşsundur… İçinde kalanın evrenidir hücre. Burada her şeyi kendine çok ama çok yakın hissedersin. Oysaki kendi bedenin bile senden dehşet derecede uzaktır. Mesela sırtına merhem sürmen icap ettiğinde elin yetişmez ve etrafında yardım edecek bir ‘el’ de yoktur. İşte o zaman bir hakikat daha çıkar karşına ve anlarsın ki sana en yakın olan sırtın aslında sana en uzak yermiş… Duygu dünyandır hücre. Korkarsan, hüzünlenirsen, sıkılırsan, acısan, üzerine bin bir duygunun seli de boşalsa gidecek, kaçıp saklanarak sineceğin bir köşen yoktur. Hislerinin sağanağında boğulsan da üşüyüp donsan da onlarca badire de atlatsan yalnızsın. Yüreğinde yüzlerce, binlerce anıyı yaşatıyor da olsan yine de kimse seni görmemiş, duymamıştır. Yek başınasın ve hatıralarına sımsıcak bir yorgan gibi sarılırsın, umutların kucaklar seni, yalnızlığını onlarla paylaşır, onlarla ısınır ve onlarla direnirsin… Silahın azmindir hücrede, inancın kalkanın, anıların siperin ve düşüncelerin katığın. Yaman öğütücüdür hücre. Bu yüzden yaman direnmek, amansız dövüşmek ve kazanmayı bilmek lazım. Dedim ya, burası ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü mahpus hücresi…

Anlatmak kolay değildir! Anlamak ise daha zor’’* Okumayı bitirince sayfaları zarfına koydu ve mektubu tekrardan yastığının altına yerleştirdi. Elini geri çekerken, “Sanırım bu mektubun akıbeti de yazılıp gönderilemeyenlerden olacak.” diye düşündü ama bu düşünceye inanmak istemedi. Pencereden soluk ve zerin ışıkla birlikte hücreye süzülen serin hava tenini okşuyordu. Rüzgâr baharın gelişini muştularcasına efileyerek esiyordu. Yüzünü pencereden yana dönüp taze bahar havasını derin bir nefesle vakumlarcasına içine çekti. O tek nefeste bile havaya sinmiş olan insanlığın sesini, çığlığını, kokusunu hissetmişti. Bahar aynı zamanda direniş de kokuyordu. Kokuyu alınca yüzüne belli belirsiz bir gülümseme gelip yerleşmişti. Ranzaya sırt üstü kendini bırakıp başını tekrardan yastığa gömdü. Tanımlayamadığı bir şeyler yüreğinde kıpırdayıp duruyordu. Belki de uzak bir ormanın en izbe köşesinde bir yaprak sallanmış, bir kuş havalanmış ya da bir tomurcuk patlamıştı… Kim bilir, belki de direngen bir kurşun namludan fırlayıp karanlığı delmişti…

Her ne olmuşsa olmuş, nihayetinde bahar gelmiş ve umut kocaman bir nefes olup gelip içine dolmuştu. Düşlerinin tüm kapılarını bahara açtığından, bahar dışında hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Ancak yine de gözlerinin önünden geçen hayaller aralıksız birbirini kovalayıp duruyor, düşünce kıvılcımları olarak zihninde parlayıp sönüyorlardı. Ona rağmen, dağınık, başsız ve sonsuz dahi olsalar, tüm hayalleri baharda uzlaştıklarından ana nehri beslemek için çırpınıp duran bir nehrin yan kollarından farksızdı. Aralıksız akarak bahara ilişkin hayallerini durmadan besliyorlardı. Karanlık mı, yalnızlık mı, efileyip duran rüzgâr mı, tellerin şangırtısı mı veyahut nöbetçi kulübesinden çalınan düdüğün tiz sesi mi bilmiyordu ancak kestiremediği bir şeyler içinde saklı kalan bir isteğin uyanmasına neden olmuştu.

Bu istek onu alıp bambaşka dünyalara götürmüş, hayalinde muhteşem bir manzara canlandırmıştı. Gözlerinin önünden renk renk çiçekler geçip duruyordu. Belli ki Newroz’un kapısından giren bahar, kendini her yere iyice yaymıştı. Dünya pırıltılı bir aydınlığa sahip bol güneşli bir günü yaşıyordu. Parlak gökyüzü bahara has bir renk olan çivit maviliğiyle çiçek tarlalarının üzerinde gerilmiş pürüssüz bir çarşaf gibi sonsuzluğa uzanıyordu. Sanki bir çiçek cennetine düşmüştü. Gözleri hemen ilerisinde köpürerek akan dereye ilişti. Dünyanın en muhteşem yerine bakıyor gibiydi. Dere olağanüstüydü, sessiz, sakin ve kıvrıla kıvrıla akıyordu. Suyu kelimelerle anlatılmayacak kadar duru ve bir kehribardan bile daha saydamdı. Derenin kıyısını süsleyerek güzel kokular saçan rengârenk çiçekler manzarayı göz kamaştırıcı bir hale büründürüyordu.

Suyun her iki yakasında, uzun, dolgun ve açık yeşil saplarının üzerinden başlarını hafiften eğmiş, esrikleştirici kokularıyla kendilerini diğer tüm çiçekler arasından belli eden nazlı ve beyaz nergisler, şuhluklarıyla göz kamaştırıyordu. Demet demettiler. Çiçekler arasından nergis en sevdiğiydi. Yanlarına varıp onları kucakladı, sevdi, okşadı, kokladı. Canı onlardan ayrılmak istemese de, dereyi taşlarından sekerek geçip yoluna devam etmişti. Önüne çıkan yamacı tırmanıp sonu belirsiz bir başka çiçek tarlasına varınca dahi teni hala nergis kokuyordu. Bu ikincisi bir öncekinden bile daha muhteşem bir güzelliğe sahipti. Tarla öbek öbek gelincikler ile renk renk papatya ve hatmilerin olduğu çeşit çeşit çiçeklerle sihirli bir el tarafından özene bezene ve nakış nakış örülmüş kocaman bir halıyı andırıyordu.

Tarlanın içinde çiçeklerin saldığı bin bir kokuyu içine çeke çeke yürürken efil efil esip duran tatlı ve ferahlatıcı rüzgâr da tenini okşuyor, cıvıldaşıp durarak hoş bir serenat oluşturan kuşların cümbüşü ise kulaklarını dolduruyordu. Derken her şey sustu, tüm canlılık dondu. Bir şey patlamıştı ya da ona benzer bir şey olmuştu. Belki de zamanda meydana gelen kırılma o patlamaya yol açmıştı. Hayalleri kaldığı anda donmuş ve her şey silinmişti. Yine o kahrolası hücredeydi. Gözlerini açmasıyla içeriye ıslık çalan bir rüzgâr girdi. Ardından da taze yapraklarıyla yeni açmış bir ağaç, masmavi bir kuş ve çelik gibi güçlü bir ışık daldı içeriye. Sonra… Sonra gözlerini kırpıştırarak rüya aleminden tümden geri dönünce her şey belirmesiyle yok oldu. Elini uzatıp yüreğinin coşku ile atışına, içinde çağlayıp duran umuda dokundu. Uzakta öten bir kuşun sesini duymasıyla yüzünü pencereye çevirmesi bir olmuştu. Sadece bir ötüştü ve en fazla bir saniye sürmüştü. Ötüşün kesilişi kuşun yanlış zamanda öttüğünün farkına varışının ani susuşu gibiydi.

Öylece birkaç dakika daha bekledi, ötüşün tekrarlanmayacağına kanaat getirince sırt üstü uzanıp gözlerini kapayarak uyumaya çalıştı. Kendine geldiğinde yeni bir güne doğmanın arafını yaşıyordu. Ranzadan kalkıp pencerenin karşısına geçerek dışarıya bakınca, “Duvarların ötesinde harika bir tan manzarası olmalı.” diye düşündü. Şafak sökerken gökyüzünün suretinde ısrarla yanan birkaç yıldız da sönerek, karanlığa sıkıştırılmış yaşam yeniden gün yüzüne çıkarak ipil ipil, aydınlık ve umut üreten yeni bir güne evrilecekti. Yaşamın yeniden filize durduğu bu dakikalarda, hâlâ nennileyen uyku mahmurluğundaki ‘ülkem’ dediği toprağın bağrına gökyüzünden belki de bombalar yağıyor. Ancak buna rağmen omuz omuza verilerek döğüşenler, amansızca direnenler ve düşenler de vardı orada. Umudun en güzelini de zaten onların kavgası yaratıyordu. Buna tüm kalbiyle inanıyordu. Çünkü yüreği hala yıllar önce koparıldığı o diyarlarda atıyordu. Öylece durup gecenin yitişini ve aydınlığın yeryüzüne yeniden hakim oluşunu seyretti. Gök, aydınlık kokuyordu. Göremiyor olsa da orada bir yerlerde yükselmekte olan güneşin varlığı, göğü kaplayan kızıl ve okumsu şavklardan kendini ele veriyordu. Zındanın olabildiğine yüksek duvarlarının kapatamadığı bir avuçluk gökyüzünün en uzak noktasına odakladığı gözlerini ışıklı mavilikte yıkayarak kıstı ve ardından da derin bir nefes aldı. Kuş kadar hafiflemiş gibiydi. Yeni gün yeni bir umuttu.

Umut, sabahın o erken saatinde tüm tazeliğiyle yüreğine dolmuş ona fısıldamıştı. Nerden geldiği belli olmayan bir tebessüm gelip yüzüne konmuştu. Aydınlık bir kez daha karanlığı yenmişti. “Çok yakında güzel günler göreceğiz çocuklar.” Dedi. “Güzel ve güneşli günler.”

*Bu kısım, İdil Aydınoğlu’nun “Türkiye’de Ağırlaştırılmış Müebbet Hükümlüsü Mahpus olmak” adlı kitabında yer alan ağırlaştırılmış müebbet hükümlüsü mahpusların gerçek mektuplarından alınmıştır.

Temmuz-Eylül 2020

Salih EROL Burhaniye T tipi kapalı cezaevi. A/27 koğuşu. Burhaniye/Balıkesir