Şırnak T Tipi cezaevinde tutsak olan Sadık Aslan, Tor Hikayeleri adını verdiği kitabını grubumuza yollamış. Kitap hakkında Ayşe Günaysu'nun yazdığı bir tanıtım yazısı yayınlıyoruz:
SOLGUN SARI
TOR HİKAYELERİ
SADIK ASLAN
DO YAYINLARI
SUNUŞ YERİNE, NAÇİZANE…
Hayatı yaşayarak anlayamayız. Öyle olsaydı, dünyada bunca kötülük, bunca zulüm olmazdı. Kitleler halinde insanlar katillerin peşinden gitmez, kalabalıklar bir araya gelip öldürmek, yağmalamak için saldırmazdı. Hayatı bize anlatan da, öğreten de edebiyattır. İyi edebiyattır. Öğretici kitaplar değil. Mesela tarih kitapları olguları, bulguları, belgeleri ortaya koyar. Bir belge size ne anlatır? Nerede, ne olduğunu, kimin ne dediğini anlatır. Ama hayatı anlatmaz. Hayat bir yansımadır. Kokulara, tatlara, bakışlara, yüreği ağza getiren korkuya, ağızdan çıkan bir “ah”a, korkudan donakalmaya, görünmez bir şekilde bir insandan diğerine geçen bir merhamet duygusuna yansıyandır. Ve daha nice nice belgelenemeyecek, tekrarlanamayacak anlardan, anlamlardan, varoluşlardan, yok oluşlardan oluşan bir bütündür. Sevgili okur, biraz sonra okuyacağınız öyküler, sözcüklerin gücünün sırrına ermiş bir yazarın, yüreğinizdeki o en yanık sesli teli titreten bir dil ustalığı ile yazılmış, işte böyle iyi bir edebiyatın, bize hayatı anlatan, öğreten edebiyatın ürünleridir.
Amerika’da Ermeni Çalışmaları alanında hoca, felsefeci, edebiyat bilimcisi, soykırım ve tanıklık üzerine kitaplarıyla ünlü, İstanbul’da da birkaç dönem Sabancı Üniversitesinde konuk öğretim üyesi olarak çalışmış Marc Nichanian verdiği konferanslardan birinde soykırımın tarih yazımıyla değil, ancak edebiyatla anlatılabileceğini söylemişti. Tarihin nasıl çarpıtmalara elverişli olduğunu, oysa soykırımın ne betimlenebilir, ne kavranabilir, ne sinemada ya da başka bir sanat dalında canlandırılabilir, ne hayal edilebilir bir şey olduğunu anlatmıştı. Yalnız ben “soykırım” dedim, ama Nichanian soykırım sözcüğünü kullanmaz. Bunun Nichanian’ın düşüncesinde felsefi ve dilbilimsel nedenleri var. Soykırım sözcüğü, tüm politize edilmişliğiyle, hem de Ermeniler bağlamında başına büyük harf konulmuş şekilde“Soykırım” diye yazılarak, aklın alamayacağı, tam olarak kavranamayacağı o dipsiz, sonsuz, sınırsız dehşeti, dilbilgisi terminolojisiyle bir “özel ad”a dönüştürmüştür. O yüzden Soykırım sözcüğü yerine, İngilizce “Catastrophe”’u, Türkçede “felaket” ya da “facia” şeklinde çevirebileceğimiz sözcüğü kullanır ve böyle bir felaketi, bir yıkımı ancak ve ancak edebiyatın anlatabileceğinde ısrar eder.
Ben biliyorum ki, Nichanian Türkçe bilseydi ve Sadık Aslan’ın öykülerini okuyabilseydi, “işte böyle bir edebiyat” derdi. Çünkü sevgili okur, bu öykülerde o büyük yıkım, insan eliyle yaratılmış o büyük felaketin, kuşaklar sonra bile insana ne yaptığını bir kelebeğin kanadı kadar incelikle, ama aynı zamanda bir kaplan pençesi kadar yırtıcı darbelerle anlatıyor. Holokost’u anlatan 9.5 saatlik anıt film Shoah’nın, senaristi, yönetmeni, Claude Lanzmann noktayı koymuştu: Soykırımı sanat yapıtlarında canlandıramazsınız. Canlandırırsanız kurbanların anısına ihanet etmiş olursunuz. Canlandırmaya, örneğin bir filmde, gaz odaları dekorunda, oyunculara gazla boğularak can verme rolü oynatırsanız, gerçekte yaşananı küçültmüş, değersizleştirmiş, normalleştirmiş olursunuz. Çünkü onların hiçbiri sağ kalmamıştır, tanıklık edemezler. Çünkü o an hiçbir tarife sığmayacak kadar korkunçtur, ne sözcüklerle betimlenebilir, ne oyunculara oynatılabilir. Nitekim 9.5 saatlik filminde bir tek ceset göremezsiniz. Sadece mekanlar, yollar, tren rayları ve kampların bulunduğu yerlerde yaşayan kişilerin, kamplarda görevlilerin söyledikleri vardır. Bu yüzden film izleyeni çarpar, yere serer ve hiç abartısız o filmi izledikten sonra artık hayatınız hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü Lanzmann, sinemanın tüm teknolojilerini kullanılarak canlandırılmış katliam sahnelerini seyredip, gözyaşı döküp, “vah vah”, “bu ne canavarlık” diye söylenerek rahatlamaya olanak tanımaz. Lanzmann, Holokost’un kanıtının cesetler olmadığını, kanıtın cesetlerin yokluğu olduğunu söyler. Sevgili okur, işte Sadık Aslan’ın elinizde tuttuğunuz bu kitabı Kuzey Mezopotamya topraklarının akla, hayal gücüne sığmayacak kadar büyük acılarla yazılmış tarihini, katliam resimleri çizmeden, kanlı sahneler canlandırmadan, felaketi betimleme girişiminde bile bulunmadan, kayıp bir dünyayı, yok edileni, insanın insanlıktan çıkarılışını, ciltlerle tarih kitabından daha derin, daha sarsıcı, okuyanın yüreğine işleyecek kadar güçlü bir gerçeklik duygusunu yaşatarak anlatmış. Lanzmann’ın dediği gibi, Kuzey Mezopotamya Hıristiyanları ve Êzidilerinin soykırımının kanıtının muazzam, devasa, dipsiz, sonsuz bir boşluk olduğunu göstermiş bize.
Ama diyeceğim o ki, sevgili okur, Sadık Aslan, Lanzmann bunu savunduğu, ya da Nichanian böyle dediği için yapmamış bu öykülerde yaptığını. O içsel, düpedüz doğasında var olan derin sezgisi ve ruhunun tüm ipeksi inceliğiyle, hiçbir gerçeğin yerine geçmeye, anlatıcısı olmaya, öğretmeye kalkmadan, bu iki büyük düşünürün savunduğu şeyi yapmış. Anlattığı coğrafyada yaşanan felaketi, sahneler yaratarak betimlemek yerine, o büyük yıkımı, yok edilişi, kişilerin, otların, böceklerin, ağaçların, hayvanların hikayesindeki yansımasıyla anlatmış. Onları konuşturmuş, bakışlarını, seslerini, bedenlerini tutuş biçimlerini ama en çok da ketumluklarını, tevekküllerini, duygularını açığa vurmayışlarını, vakarlarını, sessizliklerini anlatmış.
Ve isimler, ah o isimler, büyülü sözcükler gibi, sizi alıp yıkımın diyarına götüren isimler. Yer adları Çiyayê Şengalê, Hax, Zaz, Hêştrek, Kefsengê, ot adları, sersipîk, sîrik, zîçirk, kadın ve erkek adları, Cazya, Elîkê Kuco, Nefo, Tuma, Semira, Afrem ve daha niceleri… Kaybolan ve geride kalan sessiz sitemsizlerin adları. O öyküler, bir insanın yalnızca kurşunla, kılıçla, baltayla öldürülmeyeceğini, haysiyetini, iradesini, benliğini yok ederek de öldürülebileceğini, güzeller güzeli Süryani Meryem’in, Seyfo’dan arta kalmış bir avuç Süryani’yi güya korumasına alan ağa tarafından kaçırılıp hapsedildiği odada, bir makas darbesiyle kesip yere savurduğu, güneş sarısı saçlarının upuzun örüğüne “giderek boşalan gözleri”yle baktığını, o gözlerin artık “içindeki cesedin gözleri” olduğunu söyleyerek anlatmış. O Meryem ki, “Kanatsız bir melek”tir. “Duru bakan gözleri gibi kalbine de leke düşmemiştir. Bu kalpten dolayıdır ki, ona bakan, bu diyarlara hiç kötülük uğramamıştır, o da bu yüzden böyle pak kalmış sanır.” Yok edilişe karşı direnmeyi, bir Êzidi şeyhinin torunu olarak doğan, tüm ailesinin Müslümanlaştırılmasına rağmen öte dünyaya Êzidi olarak göçen, çünkü hiç kimsenin “onun etrafına failince silininceye kadar içinden çıkamayacağı bir çember çizmesi”ne izin vermeyen, “durduğu yerde kımıldamadan yaşlanan o koca çınarlar” gibi tariflediği Yadê Cazya ile anlatmış. Ama bunların hepsinin, bütün öykülerin dokusuna ince ince işlenmiş, asla geri planda değil, tersine başrolde olan soykırım, sürgün, insanın insana ettiği zulüm. Öyküsünü anlatırken, arada geçen birkaç cümle ile bulur sizi. Adı Şêmûne iken Muhammed yapılan çocuk, namaz kılmasına rağmen Êzidiliği içinde taşıyan babasını anlatırken geçer bu sözler örneğin: “Yaşadığı topraklar zulmün sopasını bağrından çıkardığı için sert; mazlumiyet suyundan çok içtiği için kırılgan.” “Laleş’i ziyarete de giden babandan ne kadar da hikayeler dinledin böyle. Kıyımları, zulümleri, kıyımlara yol hazırlayan iftiraları, karalamaları, aşağılamaları. Köydeki evinizin o ağır yokluk, yoksulluk havası içinde.
Bir ağıt gibiydi babanın sözleri. İçli ve sessiz. Sitemli ama isyan duygusundan uzak. Aşılamayan bir zulmün getirdiği ezikliğin orta yerinden dökülen sözler. Ve size kadar uzanan, bitmemiş hikayelerden dolayı kaygılı.” Ama sadece kötülüğü değil, iyiliği de anlatmış bu öyküler. Hax’ta, adı Anıtlı’ya çevrilmiş Süryani köyünde babasıyla birlikte Dêr’e, yani kiliseye gittiklerinde bize birkaç cümleyle size anlattığı şey, hayatın ta kendisidir, yok oluşla, var oluşla, nefreti ve sevgisiyle, tüm bir hayat: “Ayrılmak üzere babasıyla taş basamaklardan indiklerinde, rahibe çağırıp durdurmuş Seydo’yu. Siyahlar içindeki aydınlık yüzü ve o âna kadar gördüğü en güzel gülümsemeyle bir portakal uzatmış ona. Yeryüzündeki tüm sevecenlikler sanki o portakalda toplanmış ve sanki o turuncu küçük küre yerküreye dönüp kendisinin olmuş o an. Seydo, a vakit yaşadığı duygulara isim koymasını bilseydi, bunun bir rahibeye duyulan aşk olduğuna dair Kur’an’a el basabilirdi…”
Evet sevgili okur, haddim olmayarak size bir diyeceğim var: Öyküleri bir defa okumayın. Bir öykü bitince, dönüp baştan okuyun. İsterseniz üç kez, dört kez. Her defasında, bir önceki okuyuşunuzda göremediğiniz yeni bir incelik, yüreğinizin bir köşesini ağrıtan yeni bir sözcük, yeni bir deyiş, yeni bir hissediş bulacaksınız.
Ayşe Günaysu
- 10 gösterim