“Terör” Terörü ve Üniversite için Birkaç Söz

Kesin olan, bu durumda iyimserliğin ve aptallığın budalalara bırakılması; içinde şüphe, güvensizlik ve huzursuzluk uyanan herkesin daha önce bir kez engellenemeyeni engellemek için bir araya gelmesi gerektiği. Sonradan pişman olmaktansa, önceden uyanık olmak daha iyidir ve uyanık olmamız gerektiğini anlamak için artık daha fazla kanıta ihtiyacımız yok.”

Ulrike M. Meinhof
(Protestodan Direnişe, s.31)

Aralık 2012

Şimdilerde de ne zaman televizyonda Erdoğan’ı görsem, aklıma ilkokul yıllarım geliyor. Siyah önlüklerle, beyaz yakalarla ve kolumuzda üyesi olduğumuz öğrenci kulübünün arması işli kolluklarla okullara gidilen zamanlar… O zamanlarda da babam hapisteydi ve annem (Şentepe gecekondularında - Ankara) öğretmendi… Bir keresinde okulun bahçe duvarında, boydan boya büyük harflerle yazılmış, “Kahrolsun Özal Diktatörlüğü” sloganını gördüğümüzü anımsıyorum. “Diktatör” kelimesiyle ilk tanışmamdı sanırım ve çok merak etmiştim.

“Özal”ı zaten biliyordum. Okulumuzda, başbakanımızdı. Televizyonda bol bol gördüğümüz, arada bir de “sevgili vatandaşlarım” diye ulusa siyah-beyaz seslenen, tombul birisiydi. Mahallede ve özellikle ev içindeki kalabalık misafir ortamlarında ise çoğunlukla sevilmeyen, hatta tepki gösterilen bir figürdü. Fakat benim daha çok ilgilendiğim, her hafta eve giren Gırgır dergisinde, her zaman haberi sonrasında dergi fiyatını temsil eden komik komik Özal kafalarının çoğalmasıydı… Demek ki “diktatör”, işte böyle devletin başında olan; arkadaşlarıyla falan bol bol gezen, dolaşan, yiyen, içen, konuşan ve televizyona çıkan; genellikle büyüklerce sevilmeyen, istenmeyen hem kötü hem de komik, ilginç bir şeydi diye düşünmüştüm.

Aradan yaklaşık 30 yıl geçti. Türkiye, küresel kapitalizmin ağababaları ABD-AB marifetiyle, yine yeni bir tür darbeyle, bir kez daha tek parti hükümetleri dönemine itildi. Şimdi adı (temsil ettiği serbest piyasa değerleriyle manidar biçimde güvence altına alınıp) marka olan RTE isimli bir başbakan, Özal’ın kıskanacağı kadar bol bol televizyonda boy gösteriyor. Artık yüzlerce, hepsi de birbirinden renkli ve büyük çoğunluğu başbakanı çok seven kanal var. İşte Erdoğan; Türkiye’nin, Batının ekonomik, siyasi ve kültürel güdümüyle, küresel kapitalizmin çıkarları lehine Batılılaşmasının/Sömürgeleşmesinin her NATO menşeli askeri darbe ya da hükümet komploları döneminde olduğu üzere; her fırsatta insanların karşısına geçiyor ve bugüne değin benzeri görülmemiş cahillik, komiklik, hoyratlık, öfke nöbetleri ve zorbalık performansı sergiliyor.

AKP hükümetlerinin, özellikle son 5 yıl içerisinde, dozunu giderek arttırdığı şiddettin, baskının ve yasakların; toplumu azgın neo-liberal piyasa koşullarına göre, çoğunlukla dinsel söylem ve uygulamalarla dönüştürüp, uyarlamaya çalışmasının; ana hedeflerinden birisi de yine (ve hala) üniversiteler.

Özal’lı ANAP hükümetleri dönemi, döneminde, üniversiteler konusunda da “Türkiye’ye çağ atlatan” radikal adımlar attı kuşkusuz: YÖK, bütün haşmeti ve gericiliğiyle üniversiteler üzerine karabasan gibi çöktü. Yüzlerce akademisyen, binlerce öğrenci soruşturuldu ve hemen hepsi okullardan atıldı. Dönemin baskı koşulları altında, binlercesi işkencelere, hapishanelere gönderildi. Öte yandan, Türkiye ilk “özel üniversite”siyle tanıştı… Tabi ki bunların hepsi sadece birer başlangıçtı.

Erdoğan’lı AKP hükümetleri ise 90’lı yıllardaki haleflerinin kimi zaman yoğunlaşan muhalefet ortamı yüzünden yapamadığı ya da güdük kaldığı, kimi zaman ise yapmak istemediği yapısal değişiklikleri büyük bir gayretkeşlikle gerçekleştirdi. Neo-liberal piyasa ve siyasa sisteminin, ülkeye ekonomik olduğu kadar sosyal ve kültürel düzlemde de yerleşmesi, kök salması için ideolojik tahakkümün olgunlaşması adına daha radikal adımlar attı: YÖK, daha gerici şekilde revize edildi; öğretim görevlileri ve asistanlar, iş güvencesiz hale getirildi; yeni disiplin yönetmelikleri, tüm demokratik hakları kaldırdı; kameralarla donatılan okullar “ÖGB terörü”ne emanet edildi; öğrenciler, sokakta olduğu kadar kampüslerde, okullarda da kaba dayağa, tacize, işkenceye, soruşturma-ceza terörüne uğratıldılar… ve elbette ki artık “banka kartı” işlevi gören “öğrenci kimlik kartları”, üniversitelerin, mevcut piyasa koşullarında karlı bir sektör haline getirildiğinin ispatı oldu.

2000’ler konjonktürü, bu açıdan, 80’lerden (çok değil) biraz farklı. 80’lerde Türkiye, “çağ atlayarak” ilerliyordu(!). Artık “demokratikleşerek” ve “özgürleşerek” ilerliyoruz(!). Nasıl ki küresel kapitalizm duvarları yıkıyor, kendi bekası için Yugoslavya’yı, Afganistan’ı, Irak’ı ve Libya’yı “demokratikleştirip”, “özgürleştiriyor” ise şimdi de bu küresel gericiliğin favori aktörlerinden AKP, hem Türkiye’nin hem Ortadoğu’nun selameti için canla başla çalışıyor (!). Özal gibi Erdoğan da kendisine “yürü ya kulum” diyen patronlarıyla, mesai arkadaşlarıyla; IMF’yle, DB’yle, AB’yle, NATO’yla, F tipi cemaatle, para patronlarıyla…; kısacası çorbada tuzu olan herkesle (kimi zaman takışsa da -ki oluyor öyle şeyler) dikkate değer bir uyum içerisinde çalışıyor. Öte yandan, kendisine ve bu büyük projelere muhalif olan her kesimi ve herkesi ezerek, hırpalayarak ve bolca tutuklayarak sindirmeye, yok etmeye çalışıyor.

Sokaklarda kolluk güçleri gazla, bombayla, plastik ve gerçek mermilerle, panzerle, copla, barikatlarla halk muhalefetini engelliyor, eziyor, sakatlıyor ve hatta öldürüyor. Yine kolluk güçleri yasa dışı dinleyerek, tehdit ederek, şantaj yaparak, sahte belge-kanıt imal ederek ve komplo kurarak… Akla hakaret eden fezlekeler hazırlayarak hemen her gün her kesimden onlarca insanı gözaltına alıyor. Ardından, artık “özel” olmayan(!) mahkemeler, kitleler halinde insanları tutukluyor. Bu yüzden Türkiye hapishaneleri (daha doğrusu F tipi hücreleri) tarihinin en yüksek doluluk oranlarını gösteriyor. Kimler yok ki içerde?.. Askerler, milletvekilleri, belediye başkanları, il genel meclis üyeleri, siyasi parti yöneticileri, ulusal demokratik haklarını isteyen Kürtler, akademisyenler, (fazlasıyla) öğrenciler, çocuklar, kadınlar, sendikacılar, sendika ya da iş hakkı için mücadele eden işçiler, HES yağmasına direnen köylüler, gazeteciler, öğretmenler, sağlıkçılar… Liste çok çeşitli ve hayli uzun. Ortak noktaları ise istisnasız hepsinin ya “silahlı terör örgütü yöneticisi” ya da “silahlı terör örgütü üyeleri” olmaları(!). Hiç değilse “örgüt propagandası” yapmış olmaları(!). Erdoğan-AKP Türkiyesi “demokrasi” ve “özgürlük” mücadelesini “terör”e karşı veriyor(!). Üniversiteye, bilimsel düşünceye, bilimsel araştırma ve özgür düşünceye, eleştiriye karşı amansız bir savaş veriyor. Ne çok düşmanı, sevmeyeni var şu Erdoğan’ın… Tıpkı Özal gibi… Derdini kimseye anlatamıyor, onu “anlamayanlar” hiç tükenmiyor ve Türkiye’nin yaşadığı her sorunun çözümsüzlüğünün arkasında bunlar var… Öfkesi artıyor başbakanın… Artık geri dönüşü mümkün olmayan ekonomik, sosyal ve askeri “projelere” hem ülkede hem bölgede tam hız devam eden AKP kontrolünü yitirdikçe, hükümetinde başbakanın da hiddeti artıyor. Bugünlerde herkes “terörist”(!).

Bir de Erdoğan’ın “özgürlük savaşçıları” ya da “aslanlar” dediği kimseler var. Kendilerine “Özgür Suriye Ordusu” diyen ve NATO’nun çoğunluğunca açık olarak desteklenen; Türkiye’nin sınırlarının, parasının, esnaf mallarının, kaynaklarının sınırsız hizmetlerine tahsis edildiği; övüne övüne internette yayınladıkları videolarda tekbir getirerek kafa kesen, insan boğazlayan, işkence eden, diri diri yakan, elleri bağlı insanları çatılardan atan… Tüm bunlar Erdoğan’ın ve onu seven basın-yayın kuruluşları için “muhaliflerin aşırılıkları” iken; ODTÜ’de demokratik haklarını kullanmak isteyen öğrencilerin panzerle, bombayla, gazla, copla, dayakla engellenen yürüyüşleri ise en az altı-yedi “silahlı terör örgütü”nün düzenlediği eylemler(!).

İşte bu koşullarda, şu günlerde “terör” en çok da üniversitelerimizde. Her ne kadar AKP hükümetleri dönemi üniversiteleri çoktan kârlı bir piyasa sektörüne dönüştürmüş olsa da hâla direnenler de var bu “havalarda”… Pıtırcık çiçekleri gibi bitiveren vakıf ve özel üniversitelerini “her ile bir üniversite” şiarıyla hiçbir alt yapısı olmaksızın açılan ve içinde/içeriğinde ne olduğu/olacağı umursanmadan doldurulan “taşra üniversiteleri” dönemini şimdi artık “hatta üniversite” devri tamamlıyor. Uygun fiyatlara çeşitli diploma seçenekleri mevcut… Bu ağır tablo içerisinde yine de bazı üniversitelerde, bazı bölümlerden ve bazı hocalardan bahsedebiliyoruz, bilimsel bilgi teorisi edinebilmek ve toplumun kolektif faydası, çıkarı yararına mesleki uygulamalar öğrenebilmek adına… İşte, gelinen aşamada, Erdoğan’ın “yazıklar olsun” diye bağırdığı bölümlerimiz, hocalarımız bunlar…

Umutlu, dirençli ve girişken olmak için sebep çok. ODTÜ öğrencilerinin inatçı duyarlılıkları ve onlara sahip çıkan ODTÜ, Boğaziçi Üniversitesi, Ankara Üniversitesi öğretim görevlilerinin bildirileri; 80’lerin sonunda ANAP hükümeti ve Özal şahsında yoksulluğa ve zorbalığa patlak veren öğrenci dernekleri ve işçi hareketlerini anımsatıyor… Benzer şekilde 50’lerin sonunda DP hükümeti ve Menderes için olduğu gibi… Emperyalist tahakkümden, işsizlik ve yoksulluktan, geleceksizlik ve güvencesizlikten, baskıdan, yasaklardan ve zorbalıktan yılan yığınların gerçek bir halk demokrasisi özlemiyle yarattığı kitlesel başkaldırılardır bunlar… Tarihsel süreçte, bu kitle hareketleri hangi siyasi ve ekonomik yapılar içerisinde kalmış olurlarsa olsunlar, ortaya çıkardıkları dinamizm ve yıkıcı/yapıcı, yenilikçi karakter Menderesleri, Özalları, Erdoğanları ve onlar gibileri hep çok korkuttu/korkutuyor… Erdoğan’ın siniri bundan olsa gerek? Yoksa niçin başkentin içindeki bir üniversiteye 3 bin polis ve bir dolu panzerle girsin ki?

Erdoğangiller kontrolü tamamen yitirmekten çok korkuyorlar. Gelişen kitle hareketlerinden ve bunların birleşerek güçlenmesinden çekiniyorlar. Çünkü ekonomik, sosyal ve siyasal neredeyse bütün eşikleri her ölçüde ve her anlamda fersah fersah geride bıraktıklarını çok iyi biliyorlar.

Aradan neredeyse 30 yıl geçti. Şimdi 30’lu yaşlarımın başlarındayım… Özal, karikatürlerde komik ve kötüydü. Erdoğan ise daha ziyade çirkin ve kötü… Annem hala, emekli bir öğretmen olarak, evin geçimi için çalışıyor. Babam, arkadaşlarıyla birlikte, (70’lerin, 80’lerin 90’ların hapishane süreçlerinin ardından) şimdi de 2000’lerin hapishanelerinde (Silivri’de) yatıyor. Ben de geçtiğimiz ay tutuklandım. Toplamda 1.5 yıldan fazla bir süre Elazığ, Tunceli-Dersim, Siirt ve Van’da, özellikle kırsal yerleşimlerde, kültürel kimlikler ve dinsel inanışlar üzerine uzun süreli etnografik alan çalışmaları yapmış; bunları kitaplar, makaleler olarak kamuoyuyla paylaşmış; akademik uzmanlık ve doktora tezleri olarak savunmuş ve buralardaki naçizane bilgiyi yine içinde alan araştırması yapılan topluluklar lehine devrimci, demokratik yerel yönetimlerde politikaya dönüştürmeye çalışan bir Antropoloji doktoru olarak… Şimdi Antropolojik “terör” faaliyetimizi F tipi hücrelerde sürdürüyoruz.

Hayır AKP hükümeti başbakanı! “Bilim” denen şeyin, insanın bilinçli toplumsallığının (kültürün) ortaya çıktığı dünden bugüne, özünde, toplumun kolektif yararına dönük ihtiyaçların ve sorunların çözümünün pratiği olduğunu anlatan ve eyleyen hocalarımıza da öğrencilerimize de “yazıklar” olmasın! Tam tersine, sizin bu histerik çığlıklarınız daha fazla yazmayan, konuşmayan, anlatmayan, insanlara ulaşmanın yaratıcı yollarını üretmeyen, aydınlatmayan, eylemeyen diğer bilim insanlarının ve özellikle protestolara katılmayan, söz söylemeyen, demokratik haklarını kullanmayan öğrencilerin kulaklarına küçük güzel bir küpe olsun.

Ve herkesin, hepimizin yeni mücadele yılı kutlu olsun.

Dr. Ahmet Kerim Gültekin
Sincan F1 Kapalı Hapishanesi

Kaynak: http://ahmetkerimgultekineozgurluk.blogspot.com

Benzer Yazılar