İKİ ‘FELAKET’TEN FAZLASI
1.‘FELAKET’ DEPREM Mİ?
Her şeyin kendine has bir kokusu vardır. İnsanda bu çift yönlüdür. İnsan da bu kokular cennetinin tam ortasındadır. Çift yönlü olmasının nedeni de şudur ki cennetlik hali çok çabuk cehenneme dönüşebilir. Vico’nun “Tarihi ve kültürü yapan biziz.” haykırışıyla, Herder’in “İnsan kendisini yapandır.” belirlemesi insanın nasıl birer inşacı ve yıkıcı olduğunu gösterir. Cennetlik bir durumu nasıl cehenneme çevirebileceği, o dayanılmaz çürük kokusu. Doğada kokuyu duyumsamaya çalışmak, maddeleri tanımlamak; çiçekleri, meyveleri, bitkileri, ağaçları ve yemekleri kısacası her şeyi, önemli olan hangi kokunun neye ait olduğu, neyle özdeşleştiğini bilmek, görmek veya öğrenmek… İşte bu insanın onu ilk duyumsadığı andan itibaren tanımasına yol açar. İnsan ki hem yapar hem yıkar. Hem yapar hem bozar… İnsan koku gibidir! Bazen çok güzel kokar, bazen de burnumuzun direğini kıracak kadar iğrenç!
Kendisini her zaman ve mekanda tanımlayabilir. Mekanın kokuları olsa da zamanın kokusu yoktur. Kokusuzdur zaman. Daima şuna şahitlik etmekteyiz. İnsan doğumundan itibaren bir zaman ve mekan içinde inşa edilir. Ne kadar yeni ve ne kadar eski olduğunu güzel ile çirkin arasındaki savaşımını belirler, ona göre davranır. Parçalanmış zaman dilimleri içinde paramparça edilmiş hayatlar, bir mekanın içinde harabelere gömülen canlar, anılar, yaşanmışlıklar ve yaşanacaktı denebilecek şeyler.
Sevinç ve hüznün, kutlama durumları ve yaslı durumlar, anmalar ve törenlerin, kısacası zamanın ve mekanın içinde ifade edilebilen yaşanmışlıkların ve yaşanması gerekenlerin bir portre gibi duvarlarda (devrik duvarlarda) askıda kalan, hafızalara kazınarak yer edinen, yad edilmesi gereken insanlar…
Ölümcül ve çarpık politikaların doğurduğu ölümcül felaketler, çarpık ve rantçı politikalara ‘doğal felaket’ kıyafeti giydirmek kuşaklar arasında bir hafıza kaybıdır. Hiçbir şey olmamış gibi politikalarını süreklileştiren bir toplumsal us yitimi. Öyle ki bu yitim hali adeta DNA’larına işlemiş. Bulaşıcı bir hastalık gibi us’tan usa geçen bir aktarım gibi. Bu aktarım öyle bir hale gelir ki insanlar bunun kendilerinde bir kodlanma olduğunu düşünemezler bile. Aslında bir Stockholm Sendromu durumu mevcuttur. Başına ne kadar ‘felaket’ getirilirse o kadar us yitimine uğrar gibi! İtiraz etmek, hatta politik felaketlere isyan etmek bir demokrasi kültürü olarak karakterlerinde yer edinmemiş. Despotik ve diktatöryal politikalar ve yaklaşımlar ne kadar başlarına çekiç darbeleri ile indiriliyorsa o politikalar ve yaklaşımlara sadakatini tazeler gibi yeniden bağlanır. Toplumsal us yitimini gösteren en temel semptomlardan biridir bu. Asıl felaket budur. Öldürücü felaket hem de…
2. ‘FELAKET’ YAĞMUR MU?
Doğanın en büyük öfkelerindendir!
Hayatın insandaki karşılığı daima cıvıklık ve gevşekliktir. Oysa hayat ciddidir ve ciddiye alınmalıdır. Krem rengi bir dantelli içlik gibi sarar dünyanın masmavi ve kahverengi tenini. Tanrıların ‘gerçekliğini’ ortaya çıkaran tek şey hayattı sadece… Hayatın parçacıkları yağmur damlaları gibi yağardı. Ve yağmur, sessiz bir tonda yağıyordu, bunu ondan başka kimse görmemişti yeryüzünde şimdiye kadar. Gökyüzü yeryüzüne öfkesini kusuyordu.
Yağmur gürültülü, patırtılıdır. Oluşturduğu sel suları yokuş aşağı yuvarlananan damlalı kütleler gök gürlemesi yaratırdı. Yeni yapılan ve açılışı yapılmış olan alt geçitlerde insan bedenleri sürükleniyordu. Ya da geçitlerde bedenler geçişin bizatihi açılışı oluyordu. Yağmurdaki sessizlik ve huzur tanrıları kıskandırıp çıldırtsa da insanda pek bir etki yaratmıyordu. Ne çarpık politikaların yarattığı sonuç ne de çarpık zihinlerden fışkıran felaket sözler insanlarda bir isyan doğurmuyordu.
Yağmur bazı insanların (yani toplumsal usunu yitiren insanların) gözlerinde leke, bedenlerinde titreme ve zihinlerinde klostrofobi yaratıyordu. O nedenle bedeni sağlam gibi görünen, ama ruhu fahişeleşmiş ağızlardan fışkıran “On beş canımızı kaybettik, ama toprak da suya kavuştu.” tarzı sözlere karşı kıyamet kopmuyordu. Kim ne derse desin hipnotik bir itaat var insanlarda. Asıl felaket budur. Bu biat kültürünü kafalardan atmadıkça siyasi despotizmin ve diktatöryal rejimlerin her türlü sözsel ve eylemsel felaketlerine maruz kalınır ve bu sürüp gider. Maraş (Gumgum) merkezli depremlerde onlarca köy, ilçe ve şehir yıkılmış, binlerce insan hayatını kaybetmiş, ama siyasi rejimden yöneticilerin hiçbiri istifa etme erdemini göstermemiştir. Asıl felaket budur.
Türkiye seçimlere giderken onu, bu felaketlerden kurtaracak tek hakikatin Demokratik, Ekolojik ve Kadın Özgürlükçü paradigma hakikatinin olduğunu bilmelidir. Onun için de bu hakikatin felsefesiyle kendini donatmış ve tüm baskılara karşı dimdik duran; hiç kimseye itaat ve biat etmeyen Emek ve Özgürlük güçlerinden yana tercihini yapmalıdır. Ahmet Arif ne de güzel söylemiş:
“Ne İskender takmışım
ne şah
ne de sultan”
Depremlerde hayatını yitirenlere rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve yaralılara da acil şifalar diliyorum.
Devrimci Selam Saygılarımla
Bager SAYAK
1 Nolu Hapishane A2-3
Sincan/ANKARA
Fotoğraf: Adil Okay
- 14 gösterim