"Bir gün gitmek mecburiyetinde kalirsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola...Atalarımız gibi...Nereye gideceğimizi bilmeden.yürüyerek yürüdükleri yollardan...Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı.." Hrant Dink (Ruh halimin güvercin tedirginliği Agos sayi:565)
-Ermeni Soykırımının 100. yılı Anısına-
Size bir sırrımı açıklayacağım. Belki ilginizi çekmez yine de 'sır' merak uyandırır klişesine sığınacağım. Kafa kağıdımda (Nüfus cüzdanı) doğum yerim Siirt. Eruh'a bağlı Herekol Dağı'nın eteklerinde kurulu Çizmeli (Nivila) köyü yazar. Aslında babamin doğduğu köydür. Ben ise kafa kağıdımdakinin aksine Van' da doğdum ,büyüdüm. Çocukluğumda sorana şöyle derdim; Aslen Siirt'liyim ama Van'da doğdum, büyüdüm.Kendimi Siirt'liden çok Van'lı hissederdim. Sonra Siirt'li bir komşumuz " Insan aslından utanmaz,insanın babası nereliyse insanda oralıdır. Siirt'lisin sen! " deyip bu ataerkil ilkeyi çocuk aklıma düşürünce sanki aslımdan utanıyormuşum şimdiye kadar çok kötü bir şey yapıyormuşum hissiyle kendimi tanıtma cümlemi yeniden bu ataerkil ilkeye göre düzenledim. Hiç gitmediğim ve hiç görmediğim halde; " Siirt- Eruh' ta doğdum ama Van'da büyüdüm " demeye başladım. Bu karmaşa yıllardır tartışmalarımda, ilişkilerimde süre dursun Van'lı olduğumu bana hissettiren, yaşatan esasında ruhumda izlerini taşıdığım hüzün ve o hüznün kaynağı olan soykırım gerçeğidir. Sırrımın ifşaası böyle anlam kazanıyor, varlığım hakikatle bu çizgide buluşuyordu.
Mensubu olduğum halk ile toprağında, kentinde ve tarihinde yaşadığım halkın iç içe geçmiş ortak trajedisiydi soykırım! Ve bu trajediyi ikiye katlayan, hüznümü derinleştiren en önemli saik ise; mensubu olduğum halkın köle-efendileri ile egemen olan devletin birleşip, asıl kader-tarih ortağı olunan halka karşı işlenen suç ortaklığıydı. Bu işbirliği bile halkımı egemen devletin gadrinden, gazabından kurtaramamış, yaşattığı yazgıyı kendisi de fazlasıyla yaşamıştı.
Burada öz-hikayemin tümünü elbette anlatmayacağım. Sadece yazgısını hüznümde yaşadığım bu güzel halkın yüzyıl önce yaşadıklarının benim çocukluğuma düşürdüğü izdüşümlerden bir kaç kesit sunacağım. O büyük trajedinin anısına soykırımın yüzüncü yılında ruhumda bir mum yakacağım.
Katliama uğramış bir halkın çocuğuydum ve soykırıma uğramış bir halkın topraklarında, evlerinde, coğrafyasında büyüdüm. Nasıl hüzünbaz olmaz, hüzünle yoğrulmazdım? Ruhumda hep Hrant' ın tedirgin güvercinleri uçuşup durur halen. Kişiliğimde, belleğimin ulaşılmayacak ücralarında saklıydı Ermeni Soykırım tarihi ve gerçeği. Ben bile yıllar sonra bilecek, öğrenecek, hissiyatımın adını öyle koyacaktım.
Bir zaman yanılmasıydı yaşadığım. Yaşıyordum ama bilmiyordum. Bilmediğim ama hissettiğim meğer kentimin trajedisinin trajedimle kesişmesiymiş. Bir başka zaman aralığında tıpkı Hrant'ın hissettiği ve yaşadığı gibi. O büyük yalnızlıkla ve 'herkesin' bildiği 'sır' cinayete giden yolda sesindeki kavalın ezgisiyle atalarının izinde hüzünlü şöyle seslenecekti: " Birgün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama...Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola...Atalarımız gibi...Nereye gideceğimizi bilmeden...Yürüyerek, yürüdükleri yollara...Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı.." Atalarının, atalarımızın ortak yurdunda doğmuş, büyümüş, yaşamış bir Kürt olarak aynı trajediye ortak olacaktım.
Zaten bütün mazlumların ortak olduğu en büyük hikaye ACI değil miydi? Gözlerimdeki kalıcı hüznün sebebini sordular ömrüm boyunca. Ben de bilmiyordum, taki etime, ruhuma sinen, sızan ve orada kalıcılaşan katliamın izlerini yüreğimin coğrafyasında bulana, Hrant'ın gözlerinde de tanık olduğum aynı hüznü ve sebebini öğrenene dek. Bizimkisi "Hüzün Kardeşliğiydi..."
Çocuktum, bilmiyordum elbette. Bu kentin kurulan ilk Ermeni kenti olduğunu, Urartular'dan beri Kürtler ve diğer halklarla birlikte mekan eylediklerini, adını 'Tuşba' yani 'Güneş Kenti' koyup yurt bildiklerini. Birgün biri çocukluğuma fısıldadı; " Bu kaldığımız evler aslında eski Ermeni evleri..." Bir anda hayatıma, çocukluğuma giriverdiler, sonradan olmaya devam edeceklerdi. Bazen uzak bir sürgün ezgisi bazen de bir küfür aşağılama sıfatı olarak. Ne tuhaftı; en çok katliama uğradıkları yerlerde aşağılanıyordı. Hem öldürülüyor, sürülüyor, kırılıyor hem de bir küfre dönüştürülüyorlardı dillerde! Bu bir sömürge - egemen soykırım yöntemiydi. Kurdukları ilk kentte kendileri gibi katledilip- aşağılanan kardeş halk Kürtler tarafından bile aşağılanıyor olmak ne acıydı! Yıllar sonra büyük bir utançla hatırlayacaktım atalarımızdan bize kalan bu "miras ve dili..." Oysa tarihin bir ironisi değilse soykırımın bir ilkesiydi; çünkü bizde yüzyıllar boyunca kardeşlik yaptığımızı kader ortağı bildiğimiz Türk halkı tarafından aynı aşağılanmaya maruz kalacaktık. Bize ait olmayan bize mal edip, bizi birbirimize düşman etmede ustaydı soykırım mimarları. Bilmeyecek ama yapacaktık...
Şimdi bir zaman çatlağından bakıyorum çocukluğuma; mahallemizim adı 'Şerefiye', caddemizin adi 'Ordu'ydu. Şeref'li ve Ordu'lu mahallemizde Kürt, Türk, Arap, Acem bütün arkadaşlarım bir tuhaf türkleşme potasında buluyorduk kendimizi. Ermeni çocukları zaten yoktu, soykırımdan geriye çığlıkları kalmıştı. Bizlerde varlığımızı, benliğimizi red ede ede yeni bir 'varlik' içinde kaybolur bir karanlığa akıyorduk. Zaten okulda her sabah bağırtılıyorduk "..varlığım varlığına armağan olsun! " diye. Bunlar hep bir soykırım inşası, soykırımın belleğimize çizilen yol haritasının kilometre taşlarıydı. Varlığımızı o 'tek' varlığa armağan ettikçe soykırım sürüyordu ruhumuzda. Hepimiz bir garip yarışla Türkleşmeye koşturuluyorduk. Nedenini sonradan anladım bunun da; meğer kendini inkar, bir soykırım öğretisiymiş! Bir daha maruz kalınan o acımasız katliamla karşılaşmamak için yok oluşla, kendine ihanet etmeyle ödenen diyetmiş.
Türkleşmeye çalışılırken unutturulmak ya da yok edilmek istenen; Kürtlüğüm, Ermeniliğim, Araplığımdı. Kürtlüğüm yok sayılıyor, Ermeniliğim aşağılanıyor, Araplığım unutturulmaya çalışılıyor, Türklüğüm üzerime giydirilen bir deli gömleğine dönüşüyordu. Oysa kimliklerin doğal haliyle barışıktık. Kültürlerle bir sorunumuz yoktu, farklı dillerle bir arada yaşıyorduk. Yaşadığımız topraklar neyse bizde oyduk...
Yıllarca ruhumdaki hüznün sesini aradım. Meğer o katliam kokan kentin yasak- mühürlü ve asla öğretilmeyen tarihinde gizliymiş. Çocukluğumuzun sessiz sularında saklıymış.
İnsanın yaşadığı topraklar ne ise insanda odur. O toprağın kimliklerinden, kültürlerinden koparılan insan kendisine yabancıdır. Soykırıma uğramıştır! Ben yaşadığım topraktım
Türkçe büyüdüm, Kürtçe hissettim, Ermenice hüzünlendim, Arapça dinledim. Soykırım betonunu ruhumda parçaladıkça kendimi tanıdım. Köklerimin kendini saldığı topraklarda kaç türlü kimlik-kültür varsa hepsini özümsedim.
Yerinde yeller esen çocukluğumun hazin zamanları da hüzün kokan Ermeni evleri de, hatıraları da yoktu şimdi ama ruhumda izleri kaldı ve hep kalacaktı. Adlarımız, dillerimiz, kültürlerimiz, kimliklerimiz zamana ve soykırıma direnecekti, direniyor halen... Niye paramparçaydım, hep bir sızının kalbimi niye yokladığını sonradan anladım. Katliam yorgunu bir kentin ruhu sirayet etmişti bana. Hiçbir şeyi unutmaz kent, kaydeder taşına -toprağına ve durmadan fısıldar... Bazen ruha bazen kulağa...Hep duydum kentimin acılarını.
Çocukken havasını soluduğum Van'daki o eski Ermeni evlerinin iç içe geçmiş, ahşap parkelerine, aynalı gömme dolaplarına, karanlık kilerlerine, cumbalarına, ahşap balkonlarına ve toprak duvarlarına sinmiş katliam çığlıkları, tehcir gözyaşlarıymış meğer o acıları diri tutan. Dokunduğumda hissettiğim meğer Ermeni kadınlarının, çocuklarının, erkeklerinin ve dahi tüm insanlarının anlatılmaz yarasıymış...
Meğer katliama uğramış bir kentin katledilmiş çocuklarının haykırışlarıymış bu kentin göğünde asılı kalan. Meğer Hrant'ın 'ruh halinin güvercin tedirginliği' daimi bir hissiyatmış ürpertiyle karışık bir endişe heyulası gibi içimizde dolaşan. Kanat çırptıkça çırpınan çığlıklarmış o güvercin meğer... Ruhunun ve yüreğinin kapıları ziftle- katranla insanlığa ve merhamete kapanmamış olanlara çağrıymış meğer... O çığlıklar ki halen derimin altında inceden sızlamakta. Hayatıma daimi sızışıdır katliamın. İnsani derisinin altına sızan çıkmıyormuş kolay kolay... Öğrendim!
Eski bir Ermeni köyünde doğmuş ya da yaşamış, Kürtçe konuşan bir annenin çocuğuydum. Babamın sesini hiç hatırlamıyorum. Arkadaşlarla Türkçe konuşurduk. Bazı arkadaşlarımın annesi Arapça, bazılarınınki ise Türkçe konuşuyordu ve yaşadığımız evler katliama uğramış, soykırımdan geçmiş Ermeni Halkından geriye kalan evlerdi...
Annemin doğduğu köy ya da dedemin gidip sonradan 'yurt edindiği ' annemin büyüdüğü köyün adı 'Yedikilise'ydi'. Adından da anlaşılacağı gibi oda eski bir Ermeni Köyü'ydü. Van merkezine çok yakın hemen arkasında yükselen Erek Dağı'nın yamacına kuruluydu. Sırtını derin vadileri olan Erek Dağı'na vermiş, içinden güzel bir çayın geçtiği, meyve ağaçlarının bol olduğu yemyeşil, harika bir köydü. Annem erken yaşta hayata veda etmeden önce birçok defa gidip-geldiğimiz köy, Türkçeleştirilmiş adı 'Bakraçlı'. Ermenice ve asıl adını hiç bilmediğim... Hakim bir tepesinden bakıldığında hüzün kokan o güzel kent Van, rengarenk ışıklarıyla göz kamaştıracak biçimde karşında belirirdi. Kentin ışıkları geceye serpilmiş bir avuç yıldız gibi görünür, büyüler, düşleri çağırırdı. Ama kentin göğünden akan yıldızlarda yine de rahatsız edici bir tuhaflık vardı. Üşüyorlardı sanki. Gördüklerinden yorgun düşmüş bir halleri vardı sanki. Utanç içindeydiler belki. Kanlı hatıralardan kaçmak ister gibiydiler. Ne var ki kan yıldızlara dahi sıçramıştı. Bu yüzden yıldızların tanıklığı hüzün yaratıyordu. Şimdiden anlıyordum; niye bu kadar çoklar, niye bize ölü olanların ışığı kalıyor... Tanıklık ettikleri katliamların, kaydı tutulmamış cinayetlerin şahitleri, dilsiz tanıklarıydı onlar! Belki de kendi dillerince hep anlattılar da biz anlamadık, anlamak istemedik...
Yerinde yeller esen kapısının köy meydanına baktığı Ermeni Kilisesini hatırlıyorum. Çocukluğumun büyülü anlarından biriydi. Köye her gidişimizde kubbesinin yıkık olan boşluğundan ışık sızan, duvarlarında hayal-meyal hatırladığım birkaç aziz ve azize resimleri olan. Maalesef ya hayvanların ya da onların yiyeceğinin konulduğu metruk bir yere dönüştürülmüş harabeye çevrilmiş, viran eylenmiş, hazine arama sevdasına her yeri delik-deşik edilmiştir. Oysa en büyük hazine, o kilisenin orada oluşuydu... Her mekanın ruhu var. Oraya girdiğimde adını koyamadığım bir sessizlik mânâsını bilmediğim bir dilsizlik çarpardı yüzüme. Onu da sonradan öğrenecektim; Her inançta olduğu gibi tanrıyla baş başa kalmanın manevi sessizliği ve katliam çığlıklarını içinde barındıran kanlı dilsizliği buluşturan Ruhanî Hüzün'dü... Soykırım Hüznü'ydü!
"Yedikilise", hem çocukça neşeyle koşturduğum hem de hüznümün atlasını çizdiğim annemin güzel köyü...'Soykırım ganimeti'...Çocuk aklımla asla hüküm veremeyeceğim ama çocuk kalbimle hep hissedeceğim bir "Soykırım Guernica’sı"…
Toprak damlı, ahşap katlı rutubet kokan evlerinden birinde doğduğum benim esmer kentim Van' ım... Bu katliam kokan evler her gece hem adını hem acını fısıldadı kulağıma. Bir müneccim ayini gibi durmadan adını sayıkladılar kalbime. Ne seni unuttum ne sen de yaşananları ne de sende yaşadıklarımı. Sokakları katliam kokan, tarih koridorları kanlı Van'ım... Seni hep gökyüzünde asılı kalmış bir Ermeni çığlığı gibi hatırladım. Elleriyle utancından yüzünü kapamış bir Kürt gibi... Tepemizde kılıcıyla duran o zalim muktedire karşı dururken hep sendeki ortak kaderi taşıdım yüreğimde. Sen benim Hüznüm, hüzün dolu kalbim ve hüzünlü Aşkım'dın.. Van'ım'dın...
Soykırım bu hikayenin öz'ü, görünmeyen Yüz' üydü !
#Hrant'ın ruhuna dua niyetine, ruhu şâd olsun.#
Seyit OKTAY
E Tipi Cezaevi D-3 Ümraniye/İSTANBUL