Yüce İsis Aşkına!


İşkenceye uğramış gibiyim. Tecavüz etmişler sanki. Falakadan geçirdiklerini hissediyorum, Filistin askısından sonra… Kemiklerim kırılana kadar dövülmüşüm. Önce sırılsıklam edip, sonra sopalarla defalarca vurmuşlar!

*

80’leri, 90’ları kitaplardan, gazetelerden okumuş bir kuşaktan geliyorum. O dönemlerde yaşanan hak ihlallerini, işkenceleri, infazları, akıl almaz hukuksuzlukları hep dinledik, birebir yaşayanlardan. Öykülerini okuduk, filmlerini izledik.

Alternatifi isteğimizi çoğaltan bu sistemin neler yapabileceğini, ne kadar “vahşileşebileceğini” gördük. “Devleti korumak” adına her şey mubahtı. “İnsan”ın değil, “devlet”in hükmü-kıymeti vardı. Ne “işkence”yi yapanın insanlığı kalmıştı, ne de işkence görene yönelik insani bir muamele…

80’lerin, 90’ların bedenleri ve onurları kırılmaya çalışılmıştı, birer birer. ‘Acı’ya dönüktü her şey. Nasıl acı verilebilirse en çok, akla gelebilecek en ağır yöntemlerin hepsi denenmişti. İnsanlığın herhalde kendi türüne zarar verebilecek en ağır ve en iğrenç yöntemler bunlardı, ve hepsi uygulandı.

Amaç; acı çektirmek, ve bitirmek, ve korku salmaktı…

Bütün bunlar yoluyla iradeyi kırmak!

Aktı zaman… ve sonra, değişti zaman.

Acı da bitti, korku da….

Üç genci idam sehpasına götürmüşlerdi. Acı çektirmek, bitirmek, korkutmak için… 2012’de ise her yerde onlarla ilgili anmalar düzenlendi. Belgeselleri, anma haberleri bütün televizyon kanalları ve gazetelerde yer aldı.

80’lerde, 90’larda bırak Kürtçe konuşmayı, Kürt olmak gerçekliği bile kabul edilmiyordu. Bugün bu kabulle devlet, Kürtçe televizyon kanalı açtı.

Yani bitmemişti ‘bir şey’ler! Acı çekmişlerdi, bazen korkmuşlardı belki, ama bitmemişti işte!

Bu defa, bedenden değil, zihinden verilmeye başlandı korku. Zihinden-yürekten silinecek, bitirilecekti.

İşkenceler, yoğunluklu tutuklamalara dönüştü. Poşu takmak, ideolojik halay çekmek, ters lale fotoğrafı bulundurmak, 8 Mart mitinglerine katılmak, tecavüze ‘hayır’ demek, akademilerde ders vermek-ders almak, barış istemek, Kürtçe konuşmak, ‘sayın’ diye hitap etmek…

Bir insanın hayatındaki tüm alanların sorgulanması…

Artık, ezici çoğunluğu Kürtlerden oluşmakla birlikte binlerce insanın hayatı, adliyelerde yargılanıyor. ‘İşkencenin adil olmadığı’ mücadelesi başarıya ulaşırken, bunun yerine ‘adil’ sayılan tutuklamalar ve yargılamalar kondu.

“90’larda işkence görüyorduk. En azından ne olduğumuzu, ne yaptığımızı biliyorduk. Karşı gelmiştik ve bedelini güya bize böyle ödetiyorlardı. Şimdiki yargılanmalar ise tam bir komedi. İşkence çeksek daha iyi!” dedirtecek vaziyette tutuklamalar. Çocuğu, annesi, işçisi, siyasetçisi, belediye başkanı, kurum çalışanları, zihinsel engellilere kadar tüm kesimden insanlar yargılanıyor. Tutuklananların dışındakilere de bu yollu korkulu rüyalar salınıyor.

Niyetim, asla insani olamayacak türlü işkenceleri meşru-anlaşılır kılmak, birbirleriyle kıyaslamak değil; bugünkü koşulların 80’leri-90’ları aratmadığına dairdir.

Bütün bu duygu ve düşünceler; iddianamemi gördükten sonra depreşti. Benimle ilgili toplasan bir sayıyı bulmayacak ‘suçlamalar’ ile birlikte sekiz sayfadan oluşan iddianamem. Bomboş! Ne bekliyordum ki zaten! Çocuklarla ilgilenmemden nice propagandalar, yoksullukla ilgili çalışmaktan nice yardım yataklıklar, travma ile ilgili çalışmaktan nice üyelikler… Artık, bu çalışmalarımdan şüphe duyuyordum…

Zaman, dışarıda tüm hızıyla akıyor. Ama içeride aynı zaman, duruyor. Zamanın ne kadar değişken olduğunu fark ediyorum. Bu durgunlukta, hayatımın daha önceden akan kısımları iyice hareketlendi zihnimde. Çocukluğuma dair, Ankara’ya dair, gazeteciliğe, Diyarbakır yoluna dair… Kararlarım, yaşadığım olaylar, hayatıma giren insanlar, öfkelerim, başarılarım, başarısızlıklarım, sevdiğim insanlar, nefret ettiğim insanlar ve neler sığmışsa 27 yıllık hayatıma, her şeyi yeniden, yeniden, yeniden ve yeniden hatırlıyorum. Birçoğu unuttuğum şeylerdi…

Şimdi devlet beni ‘yargılıyor’, ben de ‘kendimi’.

Komik değil mi?

Halbuki ne istiyoruz ki ‘ben’den…

Hayatıma dair bulduğum çok şey var benim. Ben, kendi sınavımı geçtim. Kısacası memnunum yargılama sonucumdan. Çünkü gerçeklik ve insanlıkla uğraştım hep. Ve uğraşmaya da devam edeceğim.

Şimdi de devletin bulduklarına bakalım;

“Biraz hani evcilleştirebilmek üzerine onu tanımlıyor önderlik biraz hani evcilleştirilmedikleri… vahşi olarak sunup, hani ve uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Hani vahşi doğa orada yılan var, aslan var. Korkutmaya mecburen korkutuyor. Ve uzaklaşıyor doğal olarak da bu korku… Yani bizde içinde olduğumuz için hani o tanıma hani biz dün zıtlık diye bahsetmiştik ya hani artık o tanım orada yaygısız kalırdı belki ama dışına çıktığında hani sen bu sefer uysal oluyorsun. O da vahşi olmuş oluyor. Ama bir tersten okunması daha doğru oluyor. Yani aslında onu uysal değil de hani senin artık onun üzerine takip koyduğu için senin tırnak içinde o vahşiliğin gelişiyor.” (imla, düşünsel ve ifade hataları bana ait değil, hatta konuşmamla alakası yok.)

Hakkımdaki tek kanıt sayılan konuşma buydu! Antropolojide eğitimini gördüğümüz konular, okuduklarımız; örgüt talimatı, örgüt perspektifi, örgüt üyeliği gerektirmişti. Tabii ki bu dökümü yapılan paragraftan ben bile hiçbir şey anlamadım. Hocalarım hemen kızmasınlar “Biz böyle mi öğrettik” diye. Bitki ve hayvanların “evcilleştirilmesi” konusu, bizim doğayı vahşi kılıp kendimizi “ev”cilleştirmekten geçiyor. ‘Doğa’sından koparttığımız insanları (ve insanlığı da hatta) ‘ev’cil-leş-tir-iyoruz… İşin özü buydu benim için. Evcilleştiremediklerimiz de var tabii! Bu iddianameden de anlaşılacağı üzere! Onu da bir zamanlar, insanlara toprağı-bitkiyi evcilleştirmeyi ve tarımı öğreten Mısır Tanrıçası İsis’e havale ediyorum…

İddianamenin beni en çok yaralayan kısmı ise Sarmaşık Derneği ile ilgili yazılan uydurma kısımdı. Uydurma diyorum çünkü bir yoksulluk derneğinin, Diyarbakır’daki bütün kesimlerin ortaklığı ile kurulan ve canla başla kadınlar-çocuklar için çalışan böylesi bir kuruma destek olmak yerine böyle bir tutum takınılması utanç vericidir. Ailelerin açlıkla boğuşmasını engellemek, çocukların bütün engellemelere rağmen yaşama tutunmasını sağlamak çabasını illegalize etme uğraşı, sadece açlığın-yoksulluğun teşvik edilmesi-derinleştirilmesi anlamına gelir. Ayrıca hakkında hiçbir yargı kararı bulunmadan böylesi bir tanımlama-itham nasıl yapılabilir? Binlerce insanın faydalandığı, yine binlercesinin destek olduğu bir kurumu yargılamak, yoksulları daha da yoksullaştırmak, haklarından mahrum etmektir.

Ben Sarmaşık’taki bütün çalışmalarımdan dolayı onur duyuyorum. Sarmaşık’ın kapısından içeri giren herkes, bizim için sadece insandır. Bu insani ve bu onur verici çalışmayı, herkesin görmesini, sahip çıkmasını ve bu tarz ayıplardan geri dönülmesini umarım.

İddianameye devam edelim. Eğitimin son günü de, Newroz çalışması için yapılan görevlendirmede, “görevlendirileceği alanın sonraya bırakılması” kararı çıktığı için ‘örgüt üyesi’ olmama kanaat getirilmiş.

İddianamede, iki de kurdelam var; kurdelasız olur mu hiç? Biri: Kürt sorununa demokratik çözüm amacıyla Konukevi önünde 24 Mart’ta kurulan çadırı ziyaret etmem. Eylemi güya illegalize etmek için de bu eylemin Anf ve Roj TV’de yer almasını göstermişler. Diğer kurdelam da, BDP milletvekillerinin, vekilliklerinin YSK tarafından veto edilmesi üzerine 19 Nisan’da Adliye önünde yapılan eylem. Bu eylemi illegalize etmenin yolu da, eylemde çatışma çıkması.

Kusura bakmayın; demokratik talepli eylemlerde, önceden Roj TV’ye haber olacağı veya çatışma çıkacağına dair radarlarım bulunmamakta! Gazeteciler görevlerini yapar, eylemciler polislerle çatışır diye orada olanlar üye olmuyorlar herhalde!

Diyarbakır’da yaşamak başka bir şey! Sanırım anlaşamadığımız, ortaklaşamadığımız nokta bu. Aynı olaya, Ankara’dan bakmak ile Diyarbakır’dan bakmak arasında dağlar var! Hele bu hukuk sistemiyle… Çok erken! Bizim, öncelikli olarak “gerçek”lere, “hakikat”lere ihtiyacımız var. Yargılama ise sonra gelecek. Önce olayları; örgütü, üyeliği, üyeleri, propagandayı, yardım ve yataklığı, yardım edenleri, yardım edilenleri, sloganların içeriğini… ve tüm bunların nereden geldiğine bakmamız gerekiyor. “Gerçek”leri araştırmanın zamanı şimdi. Sosyal Bilimlerden her alandan araştırmaların, soruların ve sorunların ortaya çıkarılması zamanı. Zaman, benim zamanım, sosyal bilimlerle uğraşanların zamanı…

Yargılamaya da gelecek vakit. Ama bu şekilde değil. Karşılıklı soru sorabildiğimiz zaman, tüm haksızlıkların, karşılıklı tüm haksızlıkların sonuçlandırılacağı, gerçekten ‘yargı’layabildiğimiz zaman, mahkemeler çıkacağız. O zaman sorgulanan hayatlar değil, hayatlardan eksiltenler, çalınanlar olmalı…

İşte bu nedenlerden dolayı, işkenceden geçmiş gibiyim. Bomboş bir iddianame ile tutuklanmak, tüm özgürlüklerinin elinden alınması, işkence değildir de nedir?

Acı çoktan bitti! Korkularımız da! Peki irade? İrademiz?

Bu yazıya ulaşan, bu yazıyı okuyan herkesin önünde yemin ederim ki:

Bütün acılara, korkulara inat gerçekleri araştıracağım. Ve yazacağım!

Ve tüm irademle bu gerçekleri savunacağım!

Müge Tuzcuoğlu