BİR RESİM İKİ HAYAT

Yıldızlarla bezeli, lacivert örtüsüne bürünmüştü gökyüzü. Birkaç sokak lambasının aydınlığında çıkacaktı yola.

Öncesinde kapının eşiğine bir süre önce asmış olduğu çizime takıldı gözleri. Yüreğinde gökyüzünün derinliğini hissedebilenler, yıldızların yürek atışındaki pırpırlığını görebilenler, çizimin anlamını kavrayabiliyorlardı. Neyse ki sevmediklerinin sorularına yarım ağızdı cevapları. Olmadık sorular soruyorlardı nihayetinde. Ve onlar; yüreği fesatlıklarla, hainliklerle dolmuş olanlardı.

Bahçe kapısına doğru adımını atarken gözleri buğulanmıştı. Adımları birbirini izlerken kollarını da belinde birleştirmişti. Canının sıkkın olduğu zamanlarda varacağı yere hep erkenden varırdı. Yine öyle olmuş, yolculuk yapacağı otobüsün hareket saatinden 1 saat evvel terminale varmıştı. Çok kalabalık sayılmazdı terminal. Boş bulduğu bir banka oturdu. Yanına oturan da olmadı. Zaten istemezdi. Çünkü kafasında dönüp duran düşünceler, yarın evladıyla konuşacaklarının karalaması niteliğindeydi.

Geriye dönüp baktığında, bugün hapishane görüşlerine gitmenin güçlüğünü fark etti. Her geçen gün elden-ayaktan düştüğünde. Evladının her tutuklanmasında yanı başındaydı. Hiçbir zaman yalnız bırakmadı onu, soğuk duvarlar arasında. Gücü, koşulu, olanakları neyse, en son limitine kadar zorlayıp hep hissettirdi varlığını. Şimdi ise gözleri görmede zayıflamış, kulakların işitmesi azalmıştı, üstelik trafik denetimlerinin yoğunluğu, tek eliyle araba sürmesine de engel oluyordu. Zorluyordu yine de bütün aşılmaz denilenleri aşmak için. Bu da yoruyordu tabi. Ve bir de otobüs yolculuğu. 10 saat fazla kat edilen yolda olmak. Peki ya yüreğinin yorgunluğu! En çok da onun acısını hissediyordu. 40 yıldır aynı yastığa baş koyup, beraber ağlayıp, beraber güldüğü, dertleştiği hayat arkadaşını, eşini yanında götürememek yüreğini çok yoruyordu. Bazen yokluğunu düşünüyor, eksikliğini, yaşamının ne demek olduğunu, hayal bile edemiyordu.

Terminal hoparlörlerinden çınlayan hışırtılı sesle kendine geldi. Uygun adım ve dik omuzlarla yürüdü otobüsün kapısına doğru ve kapının basamaklarını adımlayıp, koridor kısmını da aynı dik çehresiyle geçerek vardı biletinde numarası yazan koltuğa yerleştikten sonra “Yarın da böyle yürümeliyim görüş yerinden ayrılırken” diye söylendi. Farkında değildi içinden geçirdiklerinin dudaklarının arasından süzüldüğünün. Bilet kontrolü için yanı başında biten muavinin sorusuyla fark etti durumu. “Ne oldu Amca? “Dünyanın en evrensel cümlesi imdadına yetişip “Bir şey yok” diyerek rahatlasa da biraz da utanmıştı. Pandeminin etkisi: Otobüsün boş koltuklarında keyif çatıyordu. Onun keyfi sefasının bedeli de insanların cüzdanına yansıtılmıştı. Orta halli geçimleriyle, bilet fiyatlarının afakîliğini net biçimde fark ederken, ülke nüfusunun milyonlarına karşılık düşen asgari ücretli nasıl bilet alsındı?

Tekirdağ’dan İzmir’e varana dek hiç inmedi otobüsten. Mart ayında evladıyla yaptığı görüşün ardından böyle bir karar almıştı. O gün evladının dudakları arasından yüreğine düşen kor ateşle feribotla otobüsten inerek kendini esintiye bırakmış içini kavuran közleri, uçsuz bucaksızlığını gördüğü denize dökmeye başlamıştı. Denizin kokusu genzine doluyor, ciğerlerinde toplanıyordu. İçinde biriken gözyaşları, denizin kokusunun rüşveti misali sulara karışıyordu…

Evladının karşı karşıya kaldığı adaletsizliklerin, uğradığı haksızlıkların ve daha birçok bedenini kamçılayan zulümlerin farkındaydı. Ama ne gelirdi ki elden diyebiliyordu yalnızca. AKP’nin devlet olduğunu, iktidardan gideceği günü beklemenin tek yol olduğunu çözüm biliyordu. Ve ölüm orucuna başlayan evladına da bir çırpıda söyleyivermişti bunları. Öte yandan günler-haftalar-aylar peşi sıra tükenip geçiyordu takvim yapraklarından. O tükenişin karşılığı da, evladının eriyip giden hücrelerinde somutlaşıyordu. Bunu biliyor olmak, yaşadıkları evde de etkisini gösteriyordu. Hem kendisi, hem de eşi her geçen gün zayıflıyorlardı. Yedikleri birkaç lokma, ilaç alma nedeninin ötesine geçmiyor, her lokma boğazlarına takılıp kalıyordu.

Geçen günler, evladına “Artık bırak!”  demenin boş bir söz kalıbı olmaktan öte bir anlam ifade etmediğini gösteriyordu. Her dakika, her saniye kulağında çınlıyordu evladının.        “Ya taleplerim kabul edilecek e buradan elimi-kolumu sallayarak çıkıp gideceğim, ya da ermiş bedenimi taşıyacaklar dört kollunun içinde…” deyişini.

Umutsuzluk yoktu. İnanç ve kararlılık ise olabildiğince çok güçlüydü. Ve bu güçle yeniyor açlığı, bedenine sokulan ölümü… Hal böyle olunca bırak deme de iktidarla, ona bu günleri yaşamasına sebep olanlarla aynı ağızdan konuşmak demekti. Bu kadar net söylemişti bunları da evladı. Kaldı ki bırak demek de, o gücün karşısında çaresiz harfler demetiydi. “Bırak” demenin bir faydası olmadığının kendisi de farkındaydı. 1999 krizinde “dükkânını kapat” diyenlere, “sat-sav, ne olursa olsun elinden çıkar” diyenlere karşın, haftalar, aylarca her sabah, önceki gibi açılış saatinde açan, akşam da paydos saatine kadar kimse gelmese de dükkânını açık tutan kendisiydi. Hiç kimse duymasa, bilmese de, emek mesaisini gören, duyan, bilen ve yaşayan yüreği vardı. Tıpkı bugün aynı şekilde, dünyanın bütün suskuluğuna, duymazlığına ve görmezliğine inat, yüreğinin görüp duyduğu haykıran evladı gibi…

Otobüsün yaptığı frenle açtı gözlerini. Camdan dışarı, uykunun göz kapaklarındaki ağırlığını hissederek baktı ineceği yerde park etmişti otobüs. Hangi ara uyumuş, ne ara kapanıp gitmişti gözleri hiç hatırlamıyordu bile. Gökyüzü aydınlık elbisesini giyinmemişti henüz. Havanın karanlığı daha yeni yeni aydınlanıyordu. Yönünü denize doğru çevirdi. Adımları bilincinden bağımsızmışçasına geride bırakıyordu taş yolu. Deniz kenarındaki banklar bomboştu. Güneş yoktu ama vücuduna dokunan sıcak bir elçi gibi haber veriyordu adeta. Sıcak havanın haberi üzerinden çok geçmişti ki deniz, durgun yüzeyine güneşin tüm parlaklığını sarıp-sarmalamıştı. Tertemiz yıkanmış, en ince titizlikle ütülenmiş bir gömlek gibiydi. Hayatın bütün kiri de böyle tertemiz olur muydu, bir gün? Kim, nasıl temizlerdi bu kiri? Neden insanlar, bütün çöplerini bu hayatın orta yerine atıyorlardı ki? Peşi sıra bir sürü soruyla seyretti denizi. Evden ayrıldıktan sonra, ağzına bir damla su bile koymamıştı. İlaç saati de geçiyordu. Zaten ilaçlarını da yanında getirmemişti. Sinirlendi kendi kendine. Geçen defa ki gibi, göl kenarına gitmediğine üzüldü. Göl kenarında ziyaret saatini beklerken, çimenliğe uzanmış, çınar ağacının kıyısında uyuya kalmıştı. Minibüs durağına doğru adımladı yolu. Denizin ütü değmiş yüzeyi, sahilin ciğerlerine doldurduğu tertemiz Ege havası, turunç ağaçları… Hepsini geride bırakmıştı, hapishane önüne kadar kendisini taşıyan minibüs yolculuğuyla.

Hapishane girişinde zorluk yaşanmadı. Başka zamanlarda adli hususlardan tutuklu olanların ailelerine çıkarılan zorluklara tanık olmuşluğu vardı. Bir keresinde o zorlukla kendisi de karşılaşmış fakat sorun, evladının kaldığının kaldığı hücrenin hangisi olduğunun fark edilmesiyle çözülüvermişti. Zorluk çıkaranları da bir daha hiç görmemişti.

Pandemi; devletin işine geldiği yerde sağlam bir bahane; işine gelmediği yerde ise alt edilmiş bir buluştan öte bir şey değildi. Krizin faturası sokaktaki insanlara çıkarılıyor, piyasada para hareketi olsun diye her türlü kısıtlama ortadan kaldırılıyordu. Oysa pandeminin en tehlike arz ettiği zamanda bile düşünülmeyen tutsaklar, bir anda devletin yükümlülüğünün en birincil basamağı halini alıveriyordu. Bundan ötürü de, bahane reçetesi Bakanlıkça imzalanıp, hapishane idaresince uygulamaya konuluyordu. Açık görüşler sakınca arz ediyor! Kapalı görüşler sağlık içindi!

Arada bir cam, cami abdesthanelerini andıran mermerden oturma yerlerine sahip kapalı görüş kabininde karşılıklı oturdular. Sıcaklığını aktarmadan, sıkı sıkı, şöyle içten bir kucaklaşmadan, eski model telefon ahizelerini ellerine alıp göz göze geldiler. Öncesinde evladının arkadaşlarıyla selamlaştı.

Evladının gözlerinin içi gülüyordu. Göz bebeklerinde açan bahar, kendi içinde umut çiçekleri doğuruyordu. Kendi kollarındaki yaraları, çizikleri gizleyemediği için üzüldü bir an. Evladının sorusunu tamamlamasına fırsat bırakmadan geçiştirdi bile. “Boş ver sen bizi, kendinden bahset”. Zaten lafımı olurdu birkaç ufak sıyrık ile birkaç yaranın, evladının ölümüne direnişi karşısında. Böyle düşünüyordu içinden. Konuşmaya devam ettikçe, gözyaşlarına halim olamayacağını anladığında göz teması kurmamak için çaba sarf ediyordu.

Duyguları birbiri içinde, her saniye farklı farklı şekillere bürünüyordu. Eriyip yiten bedeni gördükçe gözyaşlarını içinde biriktirmenin kaygısını veriyor, Bakanlık Heyeti’nin havalı yatak alınmasına engel çıkartmasından hem öfke duyuyor, hem de rahat yatamadığını düşündüğü evladı için üzülüyordu. Diğer taraftan da spor yapıyor olduğunu duymak, ayakta olup hareket edebiliyor olması, bütün her şeyin üzerinden silindir gibi geçiyor, asıl gerçekliği gözler önüne seriyordu. Evladının bebekliğindeki ağlayışlarından; ya atamadığı gazını, ya bezini pislediğini, ya da karnının acıktığını bir çırpıda anlayabiliyordu. Gözünün önünde büyürken, yüzündeki bir bakışından sevincini, hüznünü, düşünceli oluşunu hemen fark ediyordu. Şimdi gözü önünde erirken de, enerjisinin günbegün bitmekte olduğunu da aynı babalık sezgileriyle fark ediyordu.

Her şeye rağmen böylesine hayata tutunmuş olmasına da şaşırıyordu evladının. Bir yanda ölüme hızla koşan bedeni öte yandan kilosu 37,6 oldu diye memleket plakasına vardım diyerek kahkahalarla gülen ve güldüren evladı. Bile-isteye ölüme yürümek ve hayata dolu dolu tutunmak. Değil babalık duygusunun, hiçbir duygunun açıklayamayacağı bir durumdu gördüğü, tanık olduğu. Gülmek ve ağlamak… Hangisiyle dışa vurabilirdi ki duygularını…

Annesini görmek istiyordu evladı. Baba olarak evin direği olarak o da istiyordu. Yutkuna yutkuna konuşmaya başladı. Zordu kadıncağızın görüşe gelmesi. Evde düşmüş, gözlerini kanlar doldurmuştu. E bir de yollara düşmek saatlerce… Stres… En son 1,5 yıl önce zımba gibi gördüğü evladını şimdi bir de böyle görmek. Kaldırılabilir şey mi, bir ana için? Bin tane soru, bin tane düşünce kovaladı birbirini. “Son kez görse”  diye söze başladı ki, ağzından dökülecek sözler eriyip göz pınarlarından yaş olarak döküldü. Son! Son görüş… Son bakış… Son bayram… Ve umut… Belki de açlığın sonu ve yeniden hayat.

Bayramlara çok değer verirdi. Anadolu insanları böyle değil midir zaten? Bu değeri evlatlarına da aktarabilmişti. Zihninin akranında canlandı anılar. Çocuklarının bıdı bıdı halleriyle gelip elini öptüğü yıllar. Harçlıklarını aldıklarında, göklere ulaşmak istercesine zıplayışları… “Haydi dedemlere gitmiyor muyuz?” deyip, kapı ağzındaki heyecanları tekrar tekrar; yaşıyormuşçasına canlandı anılar gözünde…

Yine bir bayram günüydü. Tüm akrabaları ziyaret etmişti evladı. Kısa süre sonra tutsak düşmüş ve ilk bayramda bu kez kartlar postalayarak gitmişti evladı ziyaretlerine: İçerisi-dışarısı fark etmiyordu. Çünkü verilen değer, yaşanılan ve yaşatılan kültür, evladının yüreğinde nakış nakış işliydi. Yürekten olunca da koşullar aşılıyordu. Bunları görüp-duymak da, bilmek de kendisini mutlu ediyor, babalık gururunu kabartıyordu. Bu kez kartların ulaşmayacağını öğrendiğinde, insanlara paylaşmanın, gülmenin nasıl yasak edildiğini düşündü. Hapishane idaresi kartlarda mizahi çizimlerin olmasından rahatsız. Ama evladının bunu da aşıp, sesli olarak bayram kutlamasında bulunduğunu öğrenince ne diyeceğini bilemedi.

Geçen görüşe geldiğinde Babalar Günü’ydü. Evladı, birlikte kaldıkları bir arkadaşına çizim yaptırmıştı. Görüşe zarfın içinde getirmişti çizimi ve gardiyanlar kontrol ettikten sonra kendisine vermişlerdi zarfı. Takma elinin zorluk çıkarması yüzünden açamadı zarfı. Sağından denedi, solundan denedi olmadı. Heyecan, sevinç, hüzün… Her şey karmakarışıktı v bu karmakarışıklıktı zarfı açmasına engel. Yoksa takma eliyle avize tutup, diğer eliyle ampul bile değiştirebiliyordu. Görüşten sonra hapishaneden çıkmış, ilk kaldırıma çöküp zarfı açmıştı. Bir kere de hem de. Yanında diğer tutsakların aileleri vardı. Herkeste bir hüzün, bir mutluluk düğümü duygu yoğunluğu vardı. Ama o, bardaktan boşanırcasına yağan Nisan yağmurlarını kıskandıran gözyaşlarına boğulmuştu. Ve o çizimin düşündüklerinden bir an olsun kurtulamadı. Ta ki eve varana kadar. Yer yer ağladı yer yer başka anılar deryasında kayboldu…

Yıllar yıllar önce, bir müşterisinden aldığı çek yüzünden Gayrettepe’de gözaltında olduğu günü hatırladı. Orada karar vermişti evladının adına. “Özgür olacak” demişti. Yaşamı da, geleceği de adı gibi özgür olsun istiyordu. Tüm emeklerini, çabalarını da bunun için evladına ayırıyordu. İşte çizimde bunu resmettirmişti. Ne zaman anlattığını düşünmeye başladığında, tam anımsayamasa da “7-8 yaşlarındayken anlatmıştım galiba” diye geçirdi içinden.

O gün eve vardığında büyük bir özenle, kalınca bir kartona yapıştırdı çizimi. Evdeki en görünen yere, kapının üzerine astı aynı özenle, Demir parmaklıklar ardında “Adı Özgür Olsun!” diyen gencecik kendisi. Başka bir demir parmaklıklar ardında “Direnmek zorundayım!” diyen evladı karşısında, dışarıda, elleri belinde birleşmiş ihtiyarlayan yüzü, saçları ve bakışlarıyla kendisi. Kulaklarında çınlıyordu evladının sesi, o çizime bakarken… “Adımı sen koydun. Şimdi ben burada tutsak dahi olsam adımın hakkını veriyorum, düşlerimden vazgeçmeden…!”

Tekirdağ’daki arsayı, oğlunun bir önceki tahliye sonrasında, onun için almışlardı. Zamanla evi yaptırmış, önündeki açıklık alanı da ekip biçiyorlardı. Çevredeki komşularla da daha yeni yeni tanışıyorlardı. Bu insanların çoğunun, evladına adını koyduğu ve adının tutsaklık koşullarında direndiğini anlatan, kendi ihtiyar bedeninin olduğu çizimi, neden algılayamadıklarına anlam veremiyordu. Her şey tüm çıplaklığıyla çizilmişti. Yetiştirilmelerinden, hayata dair kendi yorumlarını, düşüncelerini katmaktan uzaktılar. “Özgür’ü… Özgürlüğü… Direnmeyi”…onlara anlatmaya bunun için de tenezzül etmiyordu.

Her insanda, böyle zamanlarda beyninin kıvrımları arasında, bir nehri andırırcasına dolanan düşünceler birçok soruya, yanıta, anlamlı-anlamsız sonuçlara neden olur. Tıpkı şu anda kendi içindeki düşüncelerden ortaya çıkan duygular gibi. Evladıyla aynı şekilde bedenini açlığa yatırıp ölüm orucu direnişinde olan avukatların başında öne çıkmalarına, kendi evladı ve omuzdaşı Didem’in aynı ilgiyle yer almamasına içerleniyordu.  Son çıkan haberlerde, milletvekillerinin avukatları ziyaret ettiğini, dosyalarının bozulması ile birlikte direnişin sona ereceğini öğrenmişti, içini büyük bir umut güneşi doldurmuştu.

Artık evladıyla konuşmalarında “bırak “ kelimesi girmiyordu cümle aralarına. Her yaşanan gelişmeden kendisi bir sonuç çıkarmaya çalışıyordu. Hastaneye kaçırıldıkları gün de direnişin son bulabileceğinden umutlanmıştı. Oysa bir hışımla vardığı hapishane kapısında, işlerin hiç de öyle olmadığını anlamıştı. Hapishane iradesi telefonla aramış, gel görüş diyerek haber etmişti ama o geldiğinde sanki idareciler hapishaneyi kapatıp ortalıktan kaybolup gitmişlerdi. Onların yerine dizilerdeki, filmlerdeki mafya adamlarının olduğu karakterleri andıran polisler-askerler geçmişlerdi.

O güne kadar evladına hak vermekle birlikte kızıyorlardı da. Görüşmek için çağrıldığını, bin bir dil anlatmaya çalışmasına rağmen, anlattıklarına hiç değer verilmemesi, üstelik “çek git buralardan!” denilerek iteklenmesi, onun için de bardağı taşıran son damla olmuştu. “Oğlumu göreceğim” diye haykırarak askerleri iteklemişti. 40 yıl düşünse devletin güvenlik güçlerine karşı bu şekilde tepki gösterip haykıracağı polis-askeri itekleyeceği aklına gelmezdi oysa ki…

Bunları yapmamasında büyük bir korku vardı. Bu korku, onların güçlü olmasından değil de, kendi sağlığının yaşanacak bir saldırıyı kaldıramayacak kadar kötü olmasıydı. Kanser ameliyatı olalı fazla olmamıştı. Bedenindeki onlarca irili-ufaklı hastalıklar da cabasıydı. Bir de eşi vardı.  Kendisine bir şey olursa, ona kim bakacaktı? Bir başına, yapayalnız kalırdı hayatta. Evladına kim sahip çıkacak, kim arayıp soracaktı.

Peki ya sessiz kalmaya devam ederse… Evet, sessiz kalmaya devam ederse de, evladının sesini, adalet çığlığını kim duyuracaktı? Çaresizdi. Ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu…

Evladı gibi kurdun ağzının içerisinde değildi üstelik. Evladı her şeye rağmen direnirken, o kurdu dişlerinin bir bir sökmenin ve o kurdu alaşağı etmek için haykırmanın gerekliliğinin bilincindeydi. Ahh! Kendisi de evladı gibi haykırabilseydi…

Boğazını temizleyip, öksürünce, evladı telaşlandı bir an için karşısında iyi olduğunu belirtip annesi gelirse durumunun ne olabileceğinin belirsizliğini anlatmaya çalıştı. “Böyle bir süreçte, bir de onun vicdan azabı çekme!” derken vücudu titriyor ve tutmaya çalıştığı gözyaşlarına artık engel olamıyordu.

Tutsaklar, evladı… Hepsi oturdukları taş beton üstüne kondurulmuş tahta oturak üzerinden kalkıp ayaklanmaya başlamışlardı. Son sözleri dökülüyordu artık. Vedalaşmalar, selamlar, umut sözcükleri… Ve kapatılmıştı artık telefon avizeleri. Bir görüş günü daha sona ermişti. Evladını son görebileceği açıdan kayboluşuna dek ayrılmadı kabinden.

Sebebini kendi kendine bile dile getiremediği, boğazında düğümlenen “adalet istiyoruz!” haykırışının yine dudakları arasından çıkmayışı-çıkmayışının mahcupluğuyla ayrıldı kabinden.

Attığı her adımda, gözyaşları hapishanenin kasvetli zemininde… Yüreğinin burukluğu, nefesinin yapıştığı o ara camda kaldı…

Temmuz 2020

Özgür Karakaya

Şakran 1 No’lu T Tipi Hapishane A-26

Aliağa/İZMİR

Fotoğraf: Shaza Wajjokh