“Bê derpê bigere, stûyê xwe
li ber zalim xwar neke.”[1]
Abdullah Öngüllü ile yıllardır mektuplaşırız. Pek çok siyasal tutsakla yaptığımız gibi. Şimdilerde Afyon T Tipi’nde yatıyor. Yirmi yılı aşkın süredir. “Yıllardır düzenli bir şekilde yazmaya çalışıyorum,” diyordu 9 Ekim 2020 tarihli mektubunda: “Yazmak biraz da babamdan kalma bir miras, medrese öğrencisi bir köy imamıydı ve bütün zamanını kitaplar ile defterler arasında geçirdi. Arap alfabesiyle Kürtçe yazıyordu. Bir halk sözüdür, ‘Babası balıkçı olanın çocuğu en azından suyu sever,’ denir; doğruymuş. Her şeyden çok okumayı ve yazmayı sevdim. Sonra bu sevgim yavaş yavaş meyve vermeye başladı. Hikâye bir tutkuydu bende, uzun yıllardır nerede ise her gün kısa bir hikâye yazdım, iki dilde. Pek çok yöntem denedim, sonra bir gün baktım, yanımda binden fazla hikâye birikmiş. (…) Yazı bir kale oldu yıllar içinde, içine çekildiğim, beni koruyan bir kale. Yaşadığımız koşullar insanı zorla yazar yapıyor. Ya aklını yitireceksin, ya da yazacaksın; ben ikincisini tercih ettim; daha doğrusu o beni seçti…”
Şimdi, gel de merak etme… Merakım fazla sürmedi; Abdullah’ın ilk kitabı Jiyan birkaç gün sonra posta kutumuza düştü…
Jiyan[2] bir ilk kitap. Türkçe yazmış Abdullah. Mektubunda gerisinin geleceğini söylüyor. Bundan sonrakiler Kürtçe olacakmış: öyküler, hiciv, fabller, şiirler. “Cebimde biriken taşları sağa sola savurdum, pek çok kafa kırmasını dileyerek,” diyor mektubunda.
Jiyan’daki hikâyeler kafa kırmıyor, ama… İnsanın yüreğini acıtıyor.
Aslına bakarsanız çoğunu “hikâye” olarak tanımlamak da pek kolay değil. Jiyan’ın altmış öyküsünün büyük bölümü fabl, hatta “mesel” tadında.
Malûm; “masal” sözcüğünün de kökenini oluşturan mesel sözcüğü, Habeş dilinden (mesel, mesalle) Aramca (maşla) ve İbranice’ye (masal), oradan da Arapça’ya geçmiş bir terim. Genellikle mecaz ya da teşbih yoluyla yapılan ve pratik ya da ahlâkî ders vermeye yönelik kıyaslamaları ifade eder. Özellikle hayvanlar arasında geçen alegorik öyküler “meseller” faslında önemli bir yer tutar. Yalnızca hayvanlar da değil; cansız nesneler, hatta soyut kavramlar da kişileştirilerek dile gelir mesellerde…
Mesel/fabl hattı olasıdır ki Hellenistik “uygarlıklar kaynaşması”ndan doğmuş, İslâm dünyasında mesel’e, Batı’da ise (Hesiodos-Solon-Aesop silsilesi üzerinden) klasik örneğini La Fontaine’de bulan fabl’a evrilmiştir. İslâm dünyasındaki en ünlü karşılığı ise, Bidpai (Beydeba) adlı bir Hintli bilgeye atfedilen, orijinali kayıp Panchatantra (Beş Kitap) (M.S. 1. yüzyıl) adlı yapıtın İranlı düşünür Abdullah ibn Mukaffa tarafından sekizinci yüzyılda Pehlevi diline çevrilen, oradan da Arapça’ya aktarılan versiyonu, Kelile ve Dimne’dir. Bilge bir vezirin alegorik bir dile, hayvanların diline başvurarak meseller aracılığıyla, adil ve bilgece yönetmesi doğrultusunda hükümdara verdiği öğütlerdir, Kelile ve Dimne.[3] Doğu despotizmi koşullarında, ne zaman öfkeye kapılacağı, ne zaman uysallaşacağı kestirilemez bir hükümdarın gelgitleri karşısında yazarın can güvenliğini -olabildiği kadarıyla- sağlar…
Abdullah Öngüllü’nün mesellerinde hükümdarın kaprislerinden korkma emaresi yok… Mesajını, mektubunda da belirttiği gibi “devrimci bir hissiyat” ile karmış. Öykü ve mesellerinde dile gelen kurtlar, kuşlar, dağlar taşlar, kimi zaman da “çalışkanlık ve tembellik”, “azbilen ile çokbilen”, “ak mazi ile kara mazi” gibi insanlık hâlleri genellikle acıyı anlatıyor bize. Yer yer, Halil Cibran’ı hatırlatarak…Boşa yaşanmış yaşamların (“Koku”, s.11), güçlüler karşısında boynu eğikliğin (“Rüyası Çalınan Küçük Kızın Masalı”, ss.13-14), vakitsiz ölümlerin [“Be(r)del”, ss.25-28], “namus” cinayetleri ile kesilen bir çınarın (“Jiyan”, ss.34-39), aldatılmanın (“Namus”, ss.61-64), yazamamanın (“İbrahim’in Bir Günü”, ss.69-71) intihar eden gencecik kızların, cezaevlerinin (“İçerde Mektup Aşkları”, ss.100-101), güçsüzlük hissinin (“Kendinde Ara”, ss.41-42), soykırım artıklarının,[4] Dersim Tertelesi’nin (“Dersim/ Hepsi Çocuk”, s.47)… acısı. Ve bir halkın, Kürt halkının dinmeyen acıları[5]…
Bu “meseller”in hiç biri bağırmıyor. Slogan da atmıyor. Usulca yüreğinize sokuluyor, burkuyorlar. Anlatılanlar, aslında bildikleriniz. Duymak istemedikleriniz… Unutmaya çabaladıklarınız… Suskunluğa terk ettikleriniz… Abdullah Öngülllü’nün kaleminden dile gelen dağ, taş, nehir, ağaç, kuş, böcek, Şahmeran, bulut, duvar, yağmur damlası… Hep birlikte size onları anımsatıyor: Babaları gözlerinin önünde öldürülmüş çocukları, namus belasına katledilen, intihara zorlanan el kadar kızları, göçertilen köyleri, dağa giden sevdalısının peşinden gidememenin utancını, katliamın acısıyla, ancak onu inkâr ederek baş edebilen o müthiş umarsızlığı…
Ne yapın yapı, edinin Jiyan’ı… Muktedirlerin bizlere dayattığı duyarsızlaşmaya, kanıksamaya, çaresizlik duygusuna karşı Abdullah’ın mesellerine yüreğinizi açın. Bırakın acısın en kırılgan duygularınız. İnsanın insana değmesi, başkalarının acılarına kulak ve ses verme yetisi, devrimci bir hâldir…
Hayatı değiştirme iradesi orada başlar…
6 Mart 2021 19:00:52, İstanbul.
N O T L A R
[*] Newroz, Nisan 2021…
[1] “Donsuz dolaş fakat boynunu zalimlerin önünde eğme.” (Kürt Atasözü.)
[2] Abdullah Öngüllü, Jiyan, Ar Yayınları, Ekim 2020.
[3] Bkz. Sibel Özbudun “Çevirenin Notu”, Halil Cibran, Gezgin, Deyiş ve Meseller içinde. Anahtar Kitaplar, 1991, ss.7-8.
[4] “Taşa ‘çok suskunsun!’ dedi nehir. (…) Büyüyen sessizlik karşısında dayanamadı taş ve sonunda konuştu: ‘Şunu bunu değil, Ermeni tehciri sırs-asında sürüldükleri ölüm yolculuğunda ‘buba ekmek buba ekmek, buba ekmeeek!’ diye diye açlıktan ölen dört yaşındaki Feride’nin sesini silemiyorum kulaklarımdan!” (“Taş ve Nehir”, s.92.)
[5] “Bizi takip ediyor hâlâ Ceylan’ın gözleri, dedim./ O havan topu utanmış olmalı!/ Onu yapanlar!/ Onu atanlar!/ Ve onun atılması karşısında ses çıkartmayanlar! Utanmasa da… dedi. (“Ceylan’ın Gözleri”, s.29.)
- 28 gösterim