“O” Binbir türlü belirsizliğin aklımın içinde hareket etmesine ve gölgelerin yüzüme düşüyor olmasına rağmen hafifçe gülümsüyorum. Engel olamadığım bu gülümseme yüzünden keskin bir suçluluk duygusu hissediyorum. Aslında gülmek, içinde bulunduğum durumu göz önüne alırsam; yapabileceğim en son şeydir. Çünkü topraklarımızdan atılmıştık, açtık, hastalıklarla boğuşuyorduk, sevdiklerimizi bıraktık arkamızda ve çok da ölü…
Hayatımızın bundan sonraki kısmı geride bıraktıklarımızın boşluklarını doldurmakla geçecekti ve bu muhakkaktı. Fakat bu yılgınlık, bu haksızlık, bu yok sayılma duygusuyla yaşamayı nasıl başarabilecektik. İşte bunu hiç bilemiyorum. Yarı kapanmış gözlerimle etrafıma baktım. O an anladım ne kadar çok olduğumuzun ve gözlerimi açtığımda irkildim; Bu yaşlı gemi bu kadar insan yüküyle nasıl ilerleyebildiğine anlam veremiyorum.
Dışarıdan bakıldığında gemi sırtındaki ağır yükten hareket etmekte zorlanan ve her an silkeleyip bu yükü atıverecek bir hayvan gibi görünüyordu. Sanki gemi hemen hemen şimdi silkelenecekmiş gibi hissediyorum, ellerimi sıkıca oturduğum yere kilitliyorum. Çok sevdiğim çarşaf çarşaf kıvrımları seyretmenin dünyanın en huzur verici şeyi olduğuna inandığım bu denizin şimdi sonsuz bir kara delik gibi görünmesi içimi ürpertiyor. Bu denizin simsiyah derinliğine yitip giden nice umutlar, gülüşler, sevinçler vardı biliyorum. Gözlerimi sımsıkı kapatmaya çalışıyorum ama beceremiyorum. Her denediğimde başka suratlar başka vücutlar takılıyor gözüme…
Kadınlar, erkekler, yaşlılar, çocuklar, ah o çocuklar. Çocuklar kendilerine göre daha mı şanslıydılar acaba? Çünkü onlar en azından topraklarından kovulmak nedir bilmeyecekler…
Onların toprakları nasıl ve ne şekilde ülke olur bunu hiç bilmeyeceklerdi. Ya da belki de en büyük şanssızlıkları, bu duyguyu hiç bilmeyecek olmalarıydı. Kahretsin ne kadar çoğuz; ilk kez kendi ulusumun çokluğundan utanıyorum…
Bu zulmü görenlerin artmasında benim de payım vardır. Halbuki “O”nun yapabileceği ne vardı ki? Çok yorgunum. Sanki yanı başımdaki tüm kalabalık göz kapaklarımın üzerindeydi. İlk soluduğum an midemi alt üst eden ve saatler geçtikçe solumaktan artık tam da ayrımına varamadığım paslı ve tuzlu su kokuları arasında gözlerimi kapıyorum. Göz kapaklarımın üstüne yerleşmiş tüm kalabalık kirpiklerimi aşıp eteğime dökülüyor sanki. Küçükken de bir uçurumdan düşmüş, kocaman kara bir deliğe adımımı attığım an karşıma çıkan palyaçoları görüyor ve irkilerek uyanıyordum, şimdi yine aynı irkilmeyle uyanıyorum…
Mutlu çocukluk günlerim aklıma geliyor, belli belirsiz bir gülümseme oluşuyor dudağımın kenarında ve “O” nu düşünüp uyuyorum. “O” mu? Derimin altında içimin taa derinliklerinde tümü canlı hayatın vücut bulduğu o küçük keseciğin içinde atan kalp, beni hayata bağlayan yegane bağ. Daha boyutlarını bile algılayamadığım bu küçücük canlının kalp atışları bir kulağın çıplak duymasının imkansız olduğu o varla yok arası tizden de tiz ses, bir tiktaktan ibaret olmaktan çıkıp daha korunaklı bir yeri var mı? Ama bulamıyorum. Aslında olmadığını da biliyorum. Çünkü bunu yaşayarak yaralanarak kanayarak öğrendim. Bir zamanlar, yani küçük bir çocukken, daha kirlenmemişkenki çocukluğumun en güvenilir, en sarıp sarmalayan sokak araları, ağaç altları, duvar dipleri, boy boy başaklı sapsarı bir kilim gibi, göz alabildiğince uzanan tarlaları, eski zaman masallarındaki devlerin hoyratlığıyla yıkılıp yağmalanan ve eskiden güvenilir bildiğim hiçbir yer güvenli gelmiyor. Üstelik sığınabileceğim bir anne karnı da yok. O yüzden bebeğim bana göre epey şanslı, en azından şimdilik…
Yani en azından, “O”nu içimde tutabilmeyi başarabildiğim zaman sürecinde. “O” oradayken kaygısızca gözlerimi kapayıp derin uykulara dalabilirim. “O” koyu renkli henüz bilmiyor, nasılsa aydınlık rüyalar görebilir. Belki ben de görebilirim. Ne güzel!
Engin Bulut 2 No'lu T Tipi Hapishane. Bünyan- Kayseri
- 6 gösterim