Son yıllarda artan acılı ve acıklı gerçeklere dayalı yazıları, kılıç yarası gibi gelsede okuyorum. Sessiz, kör, sağır bir ortamda yüreği delen, yüreğe işleyen sözleri unutmamak, unutturmamak için adeta ezberliyorum. Çilesi çekilmiş, bedeli ödenmiş, anlamı kavranmış bir rütbe olan dostluğa ise her zamankinden daha çok gereksinim duyuyorum.
Şimdi gelelim yazının güncel deyimle açılımına!
Gecelerin uzun, annelerin uykusuz, çocukların suskun olduğu dönem mektuplarına.
6 yaşındaki Beray konuşuyor: “Ben kurmay Albay Baybars Küçükatay’ın kızıyım. Babam eve gelmiyor. Babam çok uzun zamandır yok. Gece, akşam, gündüz hiç gelmiyor. Ben eve gelmesini istiyorum”.
26 yıldır çocuklarını göremeyen müebbet hapse mahkûm Mehmet Gök konuşuyor:“Onlar Fransa’da. Bir gün karşılaşırsak, onlarla hangi dille iletişim kuracağımı bilmiyorum”.
Turan Demir alıyor sözü: “Kızım 21 yaşında üniversitede okuyor. Bugüne kadar onu 21 defa görmemişim, ona 21 kez sarılamamışım”.
Meral Kurum söze giriyor: “3 yaşındaki oğlum beni hapishanede çalışıyor bildiğinden sık sık ‘anne artık burada çalışma’ diyor”.
Hamileyken kocası hapse düşen kadın, doğan bebeğine “Zindan” adını koyuyor.
130 bin kişinin mahpus damlarında olduğu ülkemizde yazar Adil Okay, oturup bir kitap yazıyor ve kitabına şu adı koyuyor:
“Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi?”
Görüş günlerinde ve hapishanelerde büyüyen çocukları anlatıyor kitabında.
Ve Dostoyevski soruyor. “Dünyanın herhangi bir yerinde bir aç ve mutsuz insan varsa, ben nasıl mutlu olurum?”
Dostoyevski tam da beynimi okuyor…
Kaynakça: http://www.siyasalbirikim.com.tr/artikel.php?artikel_id=1732