Adil Okay’ın son çalışması “Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi”, diğer adıyla “Hapishane Kapılarında Büyüyen Çocuklar”, bu konuda yazılan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Çünkü bu güne kadar insan hakları örgütlerinin raporlarında yer alan istatistikî bilgiler bu kitapla canlanıp ete kemiğe bürünüyor. Kitapta ye alan mahpusların her biri bir filme yada romana konu olacak bir hayatın kahramanı. 32 yıldır hapishanede olan Tahir Canan, bebeğiyle birlikte hapishanede kalan Gazal Dülek, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyen şair Erol Zavar, 20 yıldır çocuklarını göremeyen Mehmet Gök, eşiyle birlikte tutuklanan ve “bir yastıkta değil ama aynı infaz dosyasında kocadık” diyen Baki Yaş, “oğlumun doğumunu bile göremedim” diyen Resul Baltacı, “ben kızımın hep çocuk kalmasını isterdim” diyen Turan Demir, “çocuğum rüyalarımda hiç büyümüyor” diyen Ebedin Abi, soyadı tutmadığı için 18 yıldır oğluyla görüşemeyen Zeynel Karabulut, altı çocuğu da tutuklu olan bir anne, tutuklu gazeteci Füsun Erdoğan, Mustafa Balbay ve diğerleri…
Lütfiye Bozdağ: “Ben çıkana kadar büyüme e mi” adlı kitabınız cezaevleri ve mahpuslarla ilgili yazdığınız ilk kitap değil. Bu konuda yazmaya ne zaman başladınız ve kaç kitap oldu ve bu kitabın çıkış öyküsü nasıl oldu? Ve ne kaç yıllık bir çalışmanın ürünü.
Adil Okay: Daha önce “12 Eylül ve Filistin Günlüğü” adlı bir kitap hazırlamış ve orada 12 Eylül sürgünlerini, sürgünün Filistin kolunu anlatmıştım. O kitapta da 12 sürecinde hapishanede olan sol politik mahpusların mektuplarına yer vermiştim. Onlardan biri de babam şair Süleyman Okay’dı. Onun hapishaneden sürgündeki oğluna yani bana yazdığı mektuplar, 12 Eylül müzesinde de sergilendi. “Ben çıkana kadar büyüme e mi…” ise 4 yıllık bir çalışmanın ürünü. Aslında bu çalışma “kitap yazmak amacıyla” başlamadı. Doğal bir ödev gibi kendiliğinden gelişti. Kitabı hazırlarken elimde 4 yıllık mektuplaşma sonucu biriken devasa bir arşiv hazır bekliyordu. Ancak yıllardır yazıştığım politik mahpuslardan gelen bine yakın mektubu, şiir, karikatür ve resimleri bu çalışma gündeme gelince yeniden okumak, içlerinden “anne veya baba olanları” saptamak, ilgili olan bölümleri seçmek, ayrıca konuyla ilgili kitapları, dergi ve gazete haberlerini incelemek, alıntılar yapmak da kolay olmadı.
L.B.: Sizin siyasi kimliğiniz ve yaşadıklarınız bir yazar olarak konu seçiminizde belirleyici olmuş. Kısaca siyasi geçmişinizden ve yaşadıklarınızdan söz eder misiniz?
A.O.: 78 kuşağındanım. 12 Eylül’de taraftım. Sol taraftaydım. 1978’te sivil faşist güçlerin silahlı saldırısında vuruldum. Bir ayağımda kısmi felç kaldı. 1980’de de polisin işkencesi sonucu bir kolum sakat kaldı. Kısa bir süre Adana ve Ankara cezaevlerinde kaldım. 12 Eylül darbesine birkaç ay kala Adana cezaevinden bir grup arkadaşlar beraber firar ettim. Arkasından 1981’in başında kaçak yollarla Lübnan’a geçtim. Filistin kamplarında kaldım. 1983’te ise Fransa’ya yerleştim. Ve uzun sürgün hayatım başladı. 20 yıl sürgünden sonra dosyalarda zaman aşımından faydalanıp ülkeye döndüm.
L.B.: Siz çok yönlü bir sanat emekçisisiniz. Bildiğim kadarıyla şair ve yazarsınız, ayrıca tiyatro oyunları yazdığınızı da biliyorum. Başka uğraşlarınız var mı?
A.O.: “Ben çıkana kadar büyüme e mi” benim 15. Kitabımdır. Şiir, öykü, deneme kitaplarım var. Son yıllarda tiyatro oyunları yazdım. Yazdığım oyunlar sahneye kondu. Fotoğraf sergisi açtım. Kişisel ve karma sergilerde yer aldım. Bazı sergilerde küratörlük yaptım. Ara sıra makale de yazıyorum. Birgün, Evrensel ve Gündem’de dönem dönem yazılarım yayınlandı. Sanat-edebiyat dergilerine yazıyorum. İnsan hakları mücadelesinde yer alıyorum.
L.B.: “gorulmustur.org” diye bir web sitesi kurdunuz. Bu sitenin kuruluş öyküsünden de söz eder misiniz?
A.O.: Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi uzun yıllardır yazıştığım tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak- şikayetçi olduklarını fark etmiştik. Ayrıca yolladıkları mektuplarda anlattığı sorunların ve sanatsal ürünlerinin daha geniş bir kitleye ulaşabilmesi için bir web sitesi kurmaya karar verdik. Hem paylaşım hem mahpus ailelerine moral verme hem de okuyucuları mektup yazmaya teşvik etme amacıyla “gorulmustur.org” sitesini hazırladık. Yazar –müzisyen Serdar Türkmen ve bir grup arkadaşın kolektif çalışması olarak doğan site aynı zamanda bir arşiv merkezi haline geldi.
L.B.: Kitabınızda kimlerin mektuplarına yer verdiniz? Siyasi mahpuslar mı, adli mahpuslar mı? Kitabınızın içeriğinden kısaca söz eder misiniz?
A.O.: Siyasi mahpuslar. Kitapta yer alan siyasi mahpuslar ve çocukları yani birinci dereceden tanıkların ifadeleri, hapishanelerdeki genel uygulamalar ve “mevzuat” hakkında ayrıntılı bilgi sunmaktadır. Bu uygulamalardan bir diğer deyişle “eza”dan tüm tutuklu ve hükümlüler etkilenmektedir. Bu örneklerden yola çıkarak bu gün itibariyle Türkiye cezaevlerinde yatan 140 bin tutuklu ve hükümlünün, (c)eza evlerinde yaşadıkları hakkında bir öngörüye sahip olmak mümkün olacaktır. Kitapta okuyucunun empati yapmasını amaçladım. İdealleri için, daha iyi bir ülke düşüyle mücadele eden insanların cezaevlerinde neler yaşadıklarını onların çocuklarının nasıl büyüdüğünü anlatmak istedim. Amacım ağlamak ve ağlatmak değildi. Öfkelendirmekti. İnsanlar kapalı kapılar ardında neler oluyor bilsin, öfkelensin ve itiraz etsin istedim. Sol- sosyalist ve yurtsever politik tutsakların yanı sıra aynı acılardan, görüş günleri çilelerinden, keyfi uygulama ve cezalardan tüm tutuklu ve hükümlülerin ve tabi adli mahkumların da mağdur olduğunu göstermek istedim. Kitapta kullandığım resim, karikatür ve desenleri “hapishaneden” gelen ürünler arasından seçtim. Tutsakların yaratıcılığını ve tecrit içinde tecrit yaşamalarına rağmen üretmeye devam ettiklerini okuyucuya göstermek istedim.
L.B.: Kitapta da yer verdiğiniz 32 yıldır mahpus olan Tahir Canan var. Kitabınız yayınlandıktan sonra bir de eleştiri yazmıştı. Kedisinden ve yazdığı eleştiriden söz eder misiniz?
A.O.: Evet. Tahir Canan, 32 yıldır tutsak. Önce anne ve çocuklar geliyor ziyarete. Yıllar yıllar boyu. Şimdi de torunlar. Çile, haksızlık devam ediyor. Üstelik Tahir Canan davası tam bir hukuksuzluk örneği. Bu gün itibariyle Türkiye’de 12 Eylül hukuksuzluğundan dolayı çeyrek asırdır hapishanede olan Canan gibi 11 sol siyasi tutsak var. Hasan Gülbahar, Halil Gündoğan, Cuma Özkan, Muzaffer Öztürk gibi. En uzun yatanı Canan. Diğerleri de az değil. 29 ve 30 yıldır hapishanedeler. Bu Türkiye’nin büyük ayıplarından biri. Defalarca yazıldı, çizildi. Mecliste duyarlı vekiller tarafından gündeme taşındı. Paketlerden yararlanan Hizbullahçılar çıktı, eli kanlı katil faşistler çıktı ama sözünü ettiğim bu 11 insan hâlâ içeride. Sorunuz üzerine Tahir Canan’ın mektubundan bir bölüm aktarmak istiyorum: “Adil Okay’ın çalışması sadece sorunları göstermek olmuş. “Bu ülkede bunlar da yaşanıyor görün, duyun” denilmiş. Bir noktada araştırmacılara yol gösterilmiş, kaynakça sunulmuş. Ülkemizin karadeliklerinden bazıları deşilmiş. “Ey ülkemin aydınları, Emile Zola’ları buraya bakın” denilmiş. “Edebiyat mı, şiir mi, araştırma mı, inceleme mi, hukuk mu hepsi burada! Alın! İşleyin” denilmiş. Öncelikle yazarın eline sağlık demeliyim. Tarihe düştüğü notla ülkemizde karanlıkta kalan olaylar görünür kılınmış. Ama daha nice görünmeyen karanlıkların da olduğu hatırlatılarak… “
Tutsak yazar Muzaffer Tansu da kitap hakkında yazdığı yazıda bir çağrı yapmış: ““Kesinlikle herkese ulaşması ve mutlaka okunması gereken bir kitap bu. Okuyanların bakış açılarında, düşüncelerinde; kim olurlarsa olsunlar, neye inanırlarsa inansınlar, hangi ideolojiyi savunurlarsa savunsunlar, insan olabilme üst kimliğinde buluşarak çok pozitif değişimler olabileceği düşüncesindeyim..”
L.B.: Kitabın arka sayfasında “konuşmayan-konuşamayan” çocuklardan söz etmişsiniz. Kimdi onlar ve neden konuşmadılar.
A.O.: Kitabı hazırlarken yaşadığım güçlüklerden biri. Elbette kitapta adı geçen her mahpustan izin ve ek bilgi almam gerekiyordu. Devletin yeni konsepti olan çoğu keyfi “3 aydan 20 aya varan mektup yasakları” işimi zorlaştırdı. Keza konuşmak istediğim çocuklar oldu. Onların bazıları kitaba yazarak katkıda bulundular ama bazıları da görüşmek istemediler. Ve öğrendim ki sadece benimle değil, hiç kimseyle görüşmek istemiyorlar. Zira sözünü ettiğim bu çocuklar sadece görüş günlerinde büyümenin travmasını değil fazlasını yaşamışlar. Anne veya babaları hapishanede hayatını kaybetmiş. Velhasıl zordu. Dinlemesi de, okuması da… yazması da zor oldu… Hâlâ bazı mektupları toplantılarda, TV programlarında okumakta zorlanıyorum.
L.B.: Mersin’de yaşıyorsunuz. Türkiye’nin tek kültür ve sanat merkezi kabul edilen İstanbul’un dışında yaşamak size avantaj sağlıyor mu? Ya da dezavantajları neler?
A.O.: Evet taşrada yaşamanın dezavantajları var. Ancak ben uzun sürgünümü, Lübnan Filistin kamplarında, Paris gibi büyük kentlerde, metropollerde yaşadım. Dolayısıyla yeterinden fazla hatıra biriktirmiş oldum. Bir yazarın ihtiyacı olan malzemeler fazlasıyla var, sırtıma yapışık olan valizimde. Ancak buna rağmen dönem dönem dar geldiği oluyor Mersin’in. Avantajları da var. İlişkiler daha sıcak. Öğrenmek isteyen gençler var. Birikim aktarmak isterseniz ve verici olursanız her yerde size ihtiyaç var.
L.B.: Bundan sonra çalışmalarınız ne yönde devam edecek? Geleceğe ilişkin projelerinizden söz eder misiniz?
A.O.: Sorunlar bitmiyor. Ülke ve dünya kaynıyor. Savaşlar, iş cinayetleri, çevre felaketleri, insan haksızlıkları, kadına şiddet hız kesmeden sürüyor… Dilerim bu gidişe dur diyen insanların sayısı artar ve toplumsal mücadele sonuç alır. Ve ben ancak o zaman farklı konularda oyunlar, öyküler, şiirler yazarım.
Nisan 2013
Not: Bu söyleşi Birgün gazetesinde yayınlanmıştır.
Dr. Lütfiye Bozdağ hakkında okuyucular için kısa bilgi
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi’nde Kenan Evren'in tüm resmi törenlere davet edilmesini ve özel kütüphanesini okula bağışlamasını protesto eden Yrd. Doç. Dr. Lütfiye Bozdağ, üç kez art arda üniversiteden atıldı. Mahkeme kararlarıyla iki kez görevine geri dönen Bozdağ, üçüncü kez üniversiteyle ilişiğinin kesilmesini de yargıya taşıdı. Dr. Lütfiye Bozdağ, 2002 yılında Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak göreve başladı. O dönem Muğla’nın Marmaris ilçesine bağlı Armutalan Beldesi’nde yaşayan Kenan Evren ’in üniversitede gerçekleştirilen tüm resmi törenlere davet edilmesinden rahatsız olan Bozdağ, arkadaşlarıyla birlikte bu durumu protesto etti. Bozdağ, Evren’in özel kütüphanesini 2007 yılında gerçekleştirilen törenle üniversiteye bağışlamasını da “Kitap yakanın kitabını istemeyiz” diyerek protesto eden akademisyenlerin içindeydi. Son olarak Bozdağ’ın Muğla Üniversitesi bünyesinde açılması kararlaştırılan uygulama okuluna Kenan Evren ’in adının verilmek istenmesine de muhalefet etmesi üniversite yönetimi için bardağı taşıran son damla oldu.
Bozdağ’ın iddiasına göre, üniversitedeki çalışma koşulları 2007 yılından itibaren katlanılmaz hale geldi. Hakkında resmi soruşturma olmamasına rağmen bahar şenliklerine katılmadığı, ders programında değişiklik talep ettiği gibi gerekçelerle sürekli sarı zarflarla uyarı aldı. Bozdağ’ın yardımcı doçentlik görev süresi 30 Aralık 2007’de YÖK ’ün belirlediği ölçütleri yerine getirmesi ve üç jüri üyesinden olumlu rapor almasına rağmen uzatılmadı. Görev süresinin hukuksuz bir şekilde uzatılmadığını düşünen Bozdağ, konuyu mahkemeye taşıdı. Bozdağ, Aydın Bölge Mahkemesi’nin aldığı yürütmeyi durdurma kararıyla 6 ay sonra 1 Şubat 2008’de akademideki görevine geri döndü. Fakat üniversitenin itirazı üzerine üst mahkeme bu kararı iptal etti ve dönemin rektörü Prof. Dr. Şener Oktik, Bozdağ’ın üniversiteyle ilişiğini yine kesti.
Bu durum karşısında Bozdağ, Danıştay 8. Daire’ye başvurdu. Danıştayın aldığı kararla 14 Mayıs 2008’de ikinci kez görevine geri dönen Bozdağ’a çalışma odası verilmedi. Uzmanlık alanındaki derslerin dahi kendisine verilmemesine rağmen üniversitedeki çalışmalarını aksatmadan devam ettiğini söyleyen Bozdağ’ın üniversiteyle olan ilişiği son olarak Mart 2010’da, Eğitim Fakültesi Eski Dekanı Prof. Dr. Şule Aycan’ın olumsuz görüşleri referans gösterilerek, verilen görevleri yerine getirmediği, meslektaşlarıyla geçinemediği ve kurumuna karşı aidiyat duygusuna sahip olmadığı gerekçeleriyle üçüncü kez kesildi.
Bozdağ, üçüncü kez üniversiteyle ilişiğinin kesilmesini de yargıya taşımış durumda. Danıştay 8. Daire’de görülen davanın sonuçlanmasını beklediğini söyleyen Bozdağ, “Bu süreçte çok yoğun bir psikolojik baskı altında kaldım. Okula her dönüşümde hakkımda bir dedikodu çıkarıldı. ‘Komünist hoca yine dönmüş, ama yakında gider’ dendi. Politik kimliğimle öğrencilerin gözünde itibarsızlaştırılmak istendim” diye konuştu.
Dr. Lütfiye Bozdağ, halen İstanbul Kemerbugaz üniversitesine öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
- 13 gösterim