"Döndüğüme hiç pişman olmadım. Elbette başta ben de uyum sorunu yaşadım. Aidiyet yitimi sürgünlerin ortak duygusudur. Sürgün uzun sürerse artık ne oralı ne buralısınızdır. Sınırların yapaylığını daha iyi anlarsınız. Ama yine de iyi yanı var. Melezleşiyorsunuz. En son Antakya’da bir panelde konuşmamı “melezlik güzelliktir” diye bitirmiştim. (...) Evet şanslıyım. Birkaç kez ölümden döndüm. Sonra 12 Eylül darbesi. Cezaevinden firar. Sonra Filistin kampları, İsrail bombardımanları. Orada da birçok yoldaşımı kaybettim. Ben sağ kaldım. Sonra Avrupa. Uzun sürgün yılları. Yaşadığım travmalara rağmen ayakta kaldığım için şanslıyım...."
Filiz DENİZ
Böyle diyor ‘Görülmüştür’ inisiyatifinin kurucularından şair, yazar ve aktivist Adil Okay. Politik tutsaklarla dayanışma amacıyla kurulan ‘Görülmüştür’ ekibi, demir parmaklıklar arkasındaki insanların düşüncelerini, özlemlerini, hayallerini ve bunların toplamı olan eserlerini kamuoyuna taşıyor.
İçeriden dışarıya, dışarıdan içeriye uzanan çift yönlü bir iletişim köprüsü olan Görülmüştür’ün kurucusu Okay’la kendi hayatı üzerinden mücadeleyi, sürgünü, mapusu konuştum…
Öncelikle, Adil Okay’ın hangi kimliği daha baskın çıktığını sormakla başlamak istiyorum. Yazar-şair, aktivist, insan hakları savunucusu…
Zor bir soru. Ama evet haklısınız modern dünyada insanların kimlikleri çoğaldı. Ranciere’in dediği gibi bir insan hem işçi hem oyuncu hem insan hakları savunucusu olabilir. Ben genellikle “yazar” olarak kendimi tanıtıyorum. Metin yazarlığım şiirlerimin önüne geçti. Ama beni tanıtırken basında ve/veya bir panelde ‘’şair yazar ve insan hakları aktivisti” diye tanıtıyorlar.
Politik nedenlerden silahlı saldırıya uğradınız, polis işkencesi gördünüz ama mücadeleden ve direnmekten vazgeçmediniz. Siz de kendinizi 78 kuşağının şanslılarından mı görüyorsunuz? Ya da ….?
Evet şanslıyım. Birkaç kez ölümden döndüm. Sonra 12 Eylül darbesi. Cezaevinden firar. Sonra Filistin kampları, İsrail bombardımanları. Orada da birçok yoldaşımı kaybettim. Ben sağ kaldım. Sonra Avrupa. Uzun sürgün yılları. Yaşadığım travmalara rağmen ayakta kaldığım için şanslıyım.
DEVLET AKLI KÖTÜLÜK ÜRETİYOR
Mücadeleden vazgeçmek meselesine değineyim: Ben de isterim tabi. Sadece baharı ya da aşkı yazmak. Onlara dair de yazıyorum ara sıra elbette. Ama evim yanarken ya da komşumun evi yanarken sadece aşktan söz edemiyorum. Hatta memleketin içine girdiği karanlığı yok sayan sanatçıları suçlayan bir makalemde şöyle demiştim:
“Velhasıl sanattan korkan, sanata ve sanatçıya düşman bir devlet karşımızdaki. Sermaye sınıfından destek alan bu devlet aklı kötülük üretiyor. Bu kötülük tohumları çürük – zehirli meyveler veriyor. Aydınlar- sanatçılar arasında iktidara biat edenler, çürüyenler, zehirlenenler çoğalıyor…(…) Bu korku imparatorluğunun sınırları içinde yaşayan sanatçılardan “susanları” suç ortağı saymıyoruz belki ama yine de “Daha ne zamana kadar susacaksın güzel kardeşim.” diye sitem etmeden duramıyoruz.”
Demem o ki mücadelede istikrar önemlidir. Parolam şudur: Az yapın ama devamlı yapın. Yapabileceğinizin, kapasitenizin yarısını üstlenin ama yarıda bırakmayın. Devamlılık olsun.
20 yıl yurtdışında sürgün yaşadınız. Sürgünden geri dönerken ne hissettiniz? Döndüğünüze pişman mısınız?
Döndüğüme hiç pişman olmadım. Elbette başta ben de uyum sorunu yaşadım. Aidiyet yitimi sürgünlerin ortak duygusudur. Sürgün uzun sürerse artık ne oralı ne buralısınızdır. Sınırların yapaylığını daha iyi anlarsınız. Ama yine de iyi yanı var. Melezleşiyorsunuz. En son Antakya’da bir panelde konuşmamı “melezlik güzelliktir” diye bitirmiştim. Size “Sürgün araf ya da öteki” adlı bir makalemden tadımlık bir bölüm aktarayım. Beni daha iyi anlarsınız:
SÜRGÜN: HEP YANLIŞ ZAMANDA VE YANLIŞ ADRESTE…
“ Sizin hiç eviniz yandı mı; anılarınız, çeyiz bohçalarınız, koleksiyonlarınız, kitaplarınız, fotoğraflarınız. Mahpus yatanlar, koğuş baskınlarından bilirler bu duyguyu. Özellikle politik tutsakların koğuşu, arama bahanesiyle tarumar edilir, mektuplar, fotoğraflar yırtılır, zulalardaki kurutulmuş çiçekler parçalanır. Bir insanı hayata bağlayan anılar, umutlar postallar altında ezilir. Sıra dayağından çok, bu talan yaralar mahpusları. Sürgünler de anılarını, anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardır, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkum olduklarını anlarlar. Yani dönüşün olmadığını. Sessiz bir çığlık gibi boğazlarına düğümlenen bu gerçekle yüzleştikleri an sürgünlerin gözlerine, o, fark edenleri dehşete düşüren hüzün yerleşir ve ömür boyu gitmez. “
15’inci kitabınız “Ben çıkana kadar büyüme e mi” den söz eder misiniz?
Zor bir kitaptı. Yazılması da okuması da zor oldu. Bu kitabı hazırlarken anne ve baba olan politik tutsaklara ve onların görüş günlerinde büyüyen çocuklarına ulaşmaya çalıştım. Sorular yönelttim. Her gelen cevap, mektup ayrı bir destandı. Trajediydi. Bu kadar badire atlatmış olan ben bile birçoğunu okurken ağladım. Karabasanlarım çoğaldı. Okurlar da aynı şeyi söylediler. Ama ben kitabımın önsözünde şöyle demiştim: “Amacım sadece ağlamak ağlatmak değil. Okurun empati yapmasını ve bu haksızlıklara karşı öfkelenmesini sağlamaktır.”
ÇOCUKLAR HERKESE SUSMUŞ,
Kitaptan bir bölüm paylaşayım: “Konuşmayan- konuşamayan çocuklar:
Bir de konuşmayan – konuşamayan çocuklar var… Tutsak çocukları. Yaşadıkları travma o kadar büyük ki, çocuk dimağları, ruhları gördüklerini – dokunduklarını kaldıramamış, örselenmiş, hep kırılgan kalmışlar. Büyüklerin bile taşıyamayacağı o ağır “gerçeklik” bitmeyen karabasanları olmuş. Hep o “kahredici gerçekliğin” altında, “ağıtlarını içlerine akıtan çocuk” olarak kalmışlar. Hep o “gerçekliği” ters yüz edip, o yılları “temize çekerek” yeniden yaşamak istemişler. Bütün ömürleri bu nafile çabayla geçmiş ve nihayetinde susmuşlar.
(…)
İşte o çocukların büyük çoğunluğu bu gün konuşmuyor. Sadece devlete değil, dostlara da küsmüşler. O susuş kahretmiş sağ kalanları. Arkada kalanları, önde gidenleri. Dostu, hısımı, kirveyi, hevali, yoldaşı kahretmiş. Konuşsunlar istemişler, el uzatmak istemişler, omuzlarına başlarını koyup dinlensinler, başlarını göğüslerine koyup ağlasınlar, rahatlasınlar istemişler ama heyhat, o çocuklar herkese susmuş.
O, insan olanı kahreden “susuş” bu gün hâlâ devam ediyor. O susuş, bir zamanlar bu çocukların imdat çığlığını duymayan, görmeyen, susan tüm toplumu suçluyor.
O çocuklar, benimle de konuşmadılar. Öykülerini birinci derece tanıklardan dinledim. Anlatması da, dinlemesi de zordu. Yazması da zor oldu…”
Karabük hapishanesine yolladığınız bir fotoğraftan ve kartpostaldan yola çıkarak, hakkınızda soruşturma açıldı. Soruşturma ne oldu? Ayrıca kızınız Öykü’nün mahpuslara mektupla gönderdiği balonların nasıl bir sakınca yarattığını sormak istiyorum.
Evet hakkımda birçok defa soruşturma açıldı. Ama en komik olanı da basında “Aziz Nesin’lik öykü: Salyangoz davası” olarak yer aldı. Kızım Öykü’nün kolunda küçük bir salyangoz olan fotoğrafını mahpuslara yollamıştım. Bu fotoğraflardan biri de o dönem Karabük hapishanesinde kalan Kasım Karataş’a gitmişti. Karabük hapishanesi “Eğitim – Okuma komisyonu” o fotoğrafta firar krokisi var deyip emniyete bildirmişler. Emniyet de ciddiye almış savcıya bildirmiş.
Savcı da ciddiye alıp dava açmış. Komedi tabi. Ama taciz de aynı zamanda.. Acaba hangi yazım ya da bir komplo mu var diye endişelendim tabi ki. Devletin “okumaz yazmaz hapishane eğitim komisyonu”, devletin işgüzar polisi, çalışkan savcısı el birliği ile bir fotoğraftan firar krokisi çıkarmışlar. Ben de durur muyum hemen bir basın açıklaması yaptım. Şöyle dedim:“Benim hakkımda hapishaneye yolladığım bir fotoğrafla “firar örgütlediğim” gerekçesiyle “salyangoz davası” açan devlet, bu traji komik soruşturmada onlarca memur- emniyet görevlisi- bilirkişi görevlendirir ve kamu kaynaklarını fütursuzca çar çur ederken, devletin “himayesinde” olduğu söylenen hasta tutuklu ve hükümlülere karşı cimri davranmaktadır.” Sonra dava düştü tabi.
HAPİSHANELERDEKi AKIL ALMAZ KEYFİ UYGULAMALARA DİKKAT ÇEKİYORUZ
Balon konusu da ayrı. Kızım Öykü’nün bazı mahpus amca ve teyzelerine zarfın içine koyup yolladığı küçük balonların, bazı hapishanelerde sahiplerine sorunsuz verilirken bazılarında ise “sakıncalı” ibaresiyle verilmediğini öğrendik. Biz de “Devlet balonlarımızı geri ver.” diye kampanya açtık. Basın açıklamaları düzenledik. Adalet bakanına çağrı yaptık. “Bu ne ciddiyetsizliktir. Bir hapishanede serbest olan bir eşya diğerinde neden yasak. Mevzuatınız yok mu? Bir balonun sevincini mahpuslara çok gören bu devlet onlara neler yapar…” dedik. Tabi keyfiyetin farkındaydık. Yeni bir durum değildi.
Ama balon konusunda yola çıkarak kamuoyu oluşturmaya çalıştık. Başarılı da olduk. O dönem basın bu günün yandaş basını bile haber yaptı bu olayı. Dönemin milletvekili Akın Birdal mecliste soru önergesi verdi. Adalet bakanı da mecburen bize cevap verdi: “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir.” dedi. Buna da bir basın açıklamasıyla cevap verdik. Neyse uzatmayayım Bu tür basın açıklamalarımız çok oldu. Bu da mücadele yöntemiydi tabi. Hapishanelerdeki akıl almaz keyfi uygulamalara dikkat çekme çabamızın parçalarıydı. Başta İHD olmak üzere birçok demokratik kitle örgütü de bize destek oldu.
Politik tutsaklarla dayanışma amacıyla yürüttüğünüz çalışmalarınız var. Bunlardan biri “Görülmüştür mahpus resimleri sergisi”. Türkiye’nin birçok yerinde ve Fransa’da sergi açtınız. Bize bu çalışmanın nasıl olgunlaştığın anlatır mısınız?
İlk sergimiz sözünü ettiğim “Devlet balonlarımı geri ver…” kampanyası sonucu oluştu. Balon yollamadığımız mahpuslar da olayı basından öğrenip Öykü’yü armağan yağmuruna tuttular. Öykü’nün balonları Özgürlük balonlarıdır dediler. Uçurtmayı Vurmasınlar filmine benzettiler. Resimler, şiirler, karikatürler yapıp, yazıp yolladılar. İşte biz de onları 8 yıl önce “Görülmüştür mahpus resimleri mektupları..” adını verdiğimiz sergiyle ziyarete açtık. Sergimiz ülkede birçok kentte açıldı. Sonra Paris ve Marsilya’da sergiyi açtık.
Görülmüştür Ekibi nasıl oluştu? Çalışmalarınızda söz eder misiniz?
İşte bu sergiden sonra mahpuslarla yazışmalarımız yoğunlaştı. Birkaç arkadaşın desteği hep vardı. Kurumlar da destek oluyordu. Yaratıcı özgün kampanyalar açıyorduk. Destek olan arkadaşlar ile örneğin Praksis müzik grubunun kurucularından Serdar Türkmen, web sitemizi hazırlayan Emre ve birkaç arkadaş “görülmüştür” grubu olarak ilk çıkışımızı yaptık.
BİR ADRES DE SEN AL BİR MEKTUP DA SEN YAZ
Sonra çoğaldık tabi. Bugün itibariyle sekiz yıldır faaliyet yürüten bir inisiyatifiz. Son 4 yılda ise redfotoğraf grubuyla birlikte iki büyük sergi daha açtık. “Fotoğraf Köprüsü ile Düşler Tutsak Edilemez” adlı bu sergilerde 60 mahpus ile 60 fotoğrafçıyı buluşturduk. Ülkenin dört bir yanında sergiler açtık. Bu sergileri İsviçre’ye, Almanya’ya ve Fransa’ya taşıdık.
Bizim özgünlüğümüz içeriden dışarı- dışarıdan içeri mektup köprüsü kurmak. Temel sloganımız: “Bir adres de sen al, bir mektup da sen yaz…” Bildiğiniz gibi, çeşitli kentlerde cezaevleriyle dayanışma komisyonları var. Tek tek veya grup-kurum olarak bizim yaptığımızın çok daha fazlasını yapanlar var. Biz sadece: “Neden bir kişi daha olmasın, neden bir web sitesi veya bir gazete daha olmasın” diyerek yola koyulanlardanız. Ve keşke diyoruz; “Her kentte o bölgenin hapishanesine yönelik bir site olsa. Derneklerin şubeleri olsa.
“Duvarları Aşan Çizgiler” projeniz nasıl oluştu? Karikatür çizen mahpuslara nasıl ulaştınız? Bu çalışma ne kadar sürede olgunlaşıp sergi açma aşamasına geldi?
Hapishanelerde yaşanan hak ihlallerine dikkat çekmek, tecrit edilen mahpusların sesini duyurmak amacıyla HOMUR Karikatür ve Mizah Grubu’nun desteğini alarak, “Duvarları Aşan Çizgiler” adını verdiğimiz yeni bir proje hazırladık. Bu amaçla onlarca hapishaneye girerek, halen tutuklu veya hükümlü olan ressam ve karikatüristlere ulaştık. Onlardan yaratıcılıklarını görünür kılacağımız projemize katılmalarını, “Özgürlük” temalı karikatürler çizmelerini istedik. OHAL’den sonra hapishanelerde sürgün ve sevkler hız kesmediğinden bazı karikatüristlere ulaşmada zorlandık. Taahhütlü mektuplarımız, fakslarımız hapishanelerde kayboldu, bazıları da “Görülmüştür – Kurumda yoktur” mührüyle geri döndü.
TÜM ENGELLERE RAĞMEN ELİMİZDE 70 KARİKATÜR BİRİKTİ
Kimi zaman da hapishanelerde sık uygulanan “iletişim cezaları” nedeniyle sahibine verilmedi. Uzun uğraşlardan sonra ulaşabildiğimiz mahpuslardan 20’si çizdikleri özgün karikatürlerini bize yollayıp projemize katkı sundular. Tutuldukları hücrelerde yetersiz malzemeyle çalışarak üretilebileceğini gösterdiler. Örneğin yeni tahliye olan, Tarsus hapishanesinde talebimiz üzerine 3 karikatürü ile sergimize destek olan gazeteci ve ressam Zehra Doğan’ın, boyalı kalem, fırça, tuval gibi malzemelerin yasak olduğu Tarsus Kadın Hapishanesinde, regl kanını, tentürdiyodu ve sebze artıklarını kullanarak boya yaptığını öğrendik. Cebrail Çakto adlı mahpus, davetimizi aldığını ama apar topar eşyalarını, resim yapmak için kullandığı araç gereçlerini alamadan sürgüne gönderildiğini, getirildiği Rize Kalkandere hapishanesinin kantininde de bu malzemelerin satılmadığını yazdı Dönem dönem basında da yer alan, TBMM’sinde Soru Önergeleri’ne konu olan bu keyfi yasaklar saymakla bitmez.
Sonuç olarak tüm engellere rağmen elimizde sergi açacak bütünlükte, 70 adet karikatür birikti. Ancak daha ulaşamadığımız yüzlerce mahpus çizerin olduğunu, hapishanede o zor koşullarda üretenlerin sayısının bu sergide yer alanlardan fazla olduğunu belirtmek istiyoruz.
Cezaevlerinde karikatür sanatçısı, ressam, edebiyatçı; genel olarak sanatçıların eserlerinden yola çıkarak sormak istiyorum mahpushane sanatı ne durumda? Devletin ve kamuoyunun ilgisi nasıl?
Hapishanelerde özellikle politik tutsakların üretimi zor koşullarda da olsa sürüyor. Çalışmalarıyla uluslararası ödüller alan tutsak yazar şair ve çizerler var. Binlerce kitap yayınlanıyor. Kamuoyunun ilgisi yetersiz. Devlet ise destek olmak yerine köstek oluyor. Mahpushane sanatı dediniz. Hapishane edebiyatı da deniliyor. Ben buna hapishanede üretilen eserler ya da sanat diyorum.
ZİNDANDA SANAT YAPMAK TAKDİRİ HAK EDİYOR
Çünkü: Hapishane Edebiyatı kavramı tartışmalıdır. Zira biz zindandaki sanatçının sadece içeriyi betimlemesini bekleriz ya da öyle sanırız. Oysa politik mahpuslar anı bohçalarını asıl olarak dışarıda doldurmuşlardır. Bu anlamda “dışarıyı” da “içeri” gibi anlatacak birikimleri vardır. Ama bu birikimi, estetiği ihmal etmeden, sanatın olmazsa olmaz kurallarıyla işleyip ak kâğıda ya da tuvale aktarmak çetrefilli iştir. Sanatçı yoğunlaşmak için kimi zaman kalabalıklara karışmak kimi zaman da yalnız kalmak ister. Bu bir lüks değil, üretim daha iyi üretim için zorunluluktur. Ama zindandaki yazar – şair – ressam- karikatürist – besteci dilediği zaman yalnız kalamaz veya kalabalıklara karışıp, dilediği gibi gözlem yapamaz. Bu açığını ancak düş gücüyle ve anı bohçasına başvurarak kapatır. Ve okuyarak. Bu anlamda onlar düş yolculuklarında kimi zaman bizden daha özgürdür.
Sonuç itibariyle zindanda, o betimlemesi zor koşullarda üretmek ve “sanat” yapmak ise ayrıca takdiri hak eder. Ten’e “Ceza”nın Tin’e “Eza”ya dönüştüğü zindan koşullarına direnmiş ve o koşullarda üretebilmiş tutsakların sayısı da 13 Nisan’da İzmir’de açacağımız “Duvarları Delen Çizgiler” adını verdiğimiz sergide göreceğiniz gibi az değildir.
Cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri hakkında neler söylemek istersiniz?
Bir an önce, daha fazla insan ölmeden tutsakların demokratik talepleri yani tecritin kaldırılması talebi adalet bakanlığı tarafından kabul edilmelidir. Duvarları delen çizgiler adlı yeni sergimize 3 karikatürüyle katkı sunan Gebze kadın hapishanesinden Özlem Özdemir de açlık grevinde.
ÖLÜME YATARKEN YAŞAMA TUTUNMAK
İlk gruptan sanırım 120. güne yaklaştı. Onun sergi için bize yazdığı mektuptan bir bölüm aktarayım. Hem sorunuza cevap olur:
“Sevgili Adil;
Seni ve yanındaki tüm güzellikleri sevgiyle sımsıkı kucaklıyorum. Bugün Açlık grevi eylemimin (25 Şubat 2019 itibariyle b.n) 72. Günü. Herhangi bir sıkıntım yok şimdilik. Bilirsin, böylesi eylemlerde insan kendisinden çok diğer arkadaşlarını düşünüyor. Bunları yazarken havalandırmaya inen kar tanelerini seyrediyorum. Keşke yerler birazcık kar tutsaydı…
Sevgili Adil Yoldaşım;
Açlık grevi eylemleri kendisiyle birlikte bir duygusallığı da getiriyor. Yaşanan her anı daha dolu dolu, daha anlamlı yaşamaya çalışıyorsun. Güzel şeyler yaratmak, güzel şeyler bırakmak istiyorsun. Bu aralar aklıma hep şu soru takılıyor: Bu eyleme niye ölüme yatmak diyorlar? Ben ölüme yatmadım ki. Daha yaşamak istediğim, görmek istediğim, duymak istediğim ve bilmek istediğim bir dünya şey var. Tüm bunlar için yaşamam gerek! Ne garip değil mi günden güne erirken yaşama da bunca sıkı sıkı tutunuyorum. İşte beni ayakta tutan da bu yaşama istemi. Bir de hem buradaki, hem dışarıdaki arkadaşların verdiği moral. Sen de o arkadaşlardan birisin, görülmüştür ekibindeki arkadaşlar da… Sergiye karikatür çizemediğim için var olan karikatürlerimi koyacakmışsınız. Beni çok mutlu ettiniz. Çünkü o sergide yer almayı çok istiyordum. Keşke yeni şeyler de çizebilseydim… Bu duyarlılığın için çok teşekkür ediyorum.
Biyografimi ve fotoğrafımı yolluyorum. Umarım erken ulaşır. Tekrar sevgilerimi ve selamlarımı yolluyorum hepinize. Sımsıkı kucaklıyorum hepiniz. Dirençle kalın. 25 Şubat 2019”
ÖZLEM ÖZDEMİR KADIN KAPALI CEZAEVİ GEBZE/ KOCAELİ
Eklemek istedikleriniz var mı?
Görülmüştür ekibi olarak bize gelen her tutsak mektubuna yanıt veriyoruz. Gelen mektupların bazılarını bilgisayara geçiyoruz. Yayınlıyoruz. Basınla paylaşıyoruz. Devletten veya AB fonlarından veya tekellerden destek almıyoruz. Ancak biz Görülmüştür Grubu olarak desteğe tabi ki ihtiyaç duyuyoruz. Sergilerimizi dolaştırmak için hem ülke içinde, hem dışarıda kurumlardan davet bekliyoruz. Okurlardan teknik destek istiyoruz. Kuruluş manifestomuzda yazdığımız gibi devletten ve/veya AB Fonlarından ve/veya sermayeden destek almıyoruz. İstemiyoruz. Okurlardan da para kabul etmiyoruz. Ama pul, kitap, çeşitli ebatlarda zarf, boş kartpostal, kırtasiye malzemesi kabul ediyoruz. Bunun için okurlar [email protected] – [email protected] veya [email protected] e posta adreslerimize yazıp posta adresimizi isteyebilirler.Web sitemizi www.gorulmustur.org tanıtabilirler. Web sitemizi ve sosyal paylaşım ağlarındaki sayfalarımızı tanıtmak, orada yayınlanan haberleri, mektupları paylaşmak tutsakların seslerinin daha çok insana ulaşması demektir…
Kaynak: Nûpel
- 8 gösterim