“ÂŞIK GÖRÜŞ” OLARAK YAZMAK… ya da “FİRARİ YAZILAR” HAKKINDA

Hapishanelerde zamanın özde/biçimde yeniden kalıba dökülmesi, dilinden ve toprağından sürgün şair Cemal Süreya’nın “saatler uzun, günler kısa…” dizesindeki gibi işler; zaman uzar, kısalır ve derinleşir… “Zaman freni” işletilerek, daha doğrusu “zaman” denen şeyin yakasına yapışıp durdurarak, bazen zaman frenini boşa alıp zaman sonsuza değin ileri-geri uzatılır… Günler kısa, haftalar uzundur… Haftalar uzun aylar kısadır… Aylar uzun, mevsimler kısadır… Mevsimler uzun, yıllar kısadır… Mekân küçüldükçe dünya/düşler büyür. Bu noktada Gaston Bachelard’ın “Ev, düşü barındırır, düş kuranı korur; ev, dinginlik içinde düş kurmamızı sağlar” cümlesi F Tipi (C)ezaevleri dahil tüm hapishaneleri kapsar. “Düş kuran bilince” sahip özne, küçücük bir alan olan zindanı, düşleyip yazarak siyasetle sınırlı olmayan bir özgürlük mekânına dönüştürür. Bedenin kireçlenmesinin ötesinde, belleğin kireçlenmesinin çaresi olan volta atmak, düşsel bir firar olarak, sınırların, duvarların aşılması ritüelidir. Mahpusun “dil freni”ni çekerek, kendine/içine kaçması dilin içe kıvrılması, yazmadan önceki, susarak konuşma, dilin demlenmeye mihman olmasıdır. Siyasi mahpus, kavramsal/siyasi dil ile imge/sanat dili arasında kurulan bu yeni dengeyle, kavramlarıyla değil, imgeleriyle, düşleriyle ayağa kalkarak, içinde neler olduğunu merak ettiği uzaklara/geleceğe ve geçmişe yeniden bakarak yazma eylemine heves eder.

Hapishanelerin aynı zamanda “hafıza mekanı” olmaları da mahpusun “yazma” eyleminin maddi temellerinden birini oluşturur. Mahpus deneme, öykü, şiir vb. yazarak etik, estetik ve politik olarak yeni bir hafıza oluşturur. Aynaya bakınca ömürilik’lerine kadar görmeyi heves eden bu yüzleşme deneyimi, “yeni bir hayatın acemisi olmayı”, yeniden biçimlenmeyi, kendimize yeniden başlamaya heves ederek eski kendimizden yeni kendimize taşınmayı, insana dair her şeyi yeni cümlelerle, imgelerle ifade etmeyi göze ve söze almayı gerektirir. Her biri tarihin marangoz hatası olan devletlerin, kâh çıplak zora kâh rızaya dayalı kişiliksizleştirerek teslim alma politikasına karşı siyasi mahpus, sadece siyasal tavırlarla değil yazarak, çizerek, sanat/edebiyat yoluyla da baş eder. Hapishanelerin “okul olduğuna” gönderme, teorik devletle değil pratik devletle, örtülü şiddetle değil açık şiddetle geçirilen günlere dair tecrübeleri içerir.

Eski zaman hapishanelerindeki “kapı altı” deyimi adlandırmanın ötesinde içeri ile dışarısını ayıran bir duvar, bir eşiktir. Sistemin kutsallarıyla siyasi mahpusların değerlerinin karşı karşıya geldiği, Ece Ayhan’ın “Esas duruş mülkün temelidir” cümlesinin gereği uygulamaların, rıza ve zorun her türlüsünün yaşandığı ve devletin siyasi tutuklu ve hükümlüyü yeniden kendine kaydetmek istediği bir eşik ve Araftır kapı altı. Kapıdan söz edince, “içeri” ile “dışarıyı” ayıran surlara dev şehir kapıları inşa eden az sayıda nüfusun yaşadığı Myndos’lulara, Diyojen’in söylediği “Kapıları kapayın da, şehir kaçmasın!” cümlesi de geçsin kayıtlara. “Gereği düşünüldü!” diyerek hapishanelere kapatılanlar için “kapı(lar), kilitler”, imge ve gerçeklik olarak kötülük kadar, firarı imleyen bir “iyilik” ve “özgürlük” imkanıdır. Kapıaltı, koğuşlar, koğuş kapıları, duvarlar, zindanlar, hücreler muhayyilemizde tecrübe ettiğimiz ve tecrübe edildiğimiz devlete “rağmen” bize mesken olan “alternatif” mekânlardır. Mekân içinde mekân, zindan içinde zindan da olsa, her kapı, tersinden okumayla o mekâna “kayıtlanan!” mahpuslar için kapatılmayı imlediği kadar, paradoksal olarak sınırsızlığı ve firarı imler.

Devletin yakın-uzak hisseli ortaklarının zora ve iknaya dayalı ritüelleri bir yana, firar düşüyle yaşayan mahpusların her koşulda, devlete “rağmen” mekân içinde “özgürlük mekânları” yaratmaları bundandır. Nasıl ki merkezi iktidarlar, kendi varoluşlarını garantiye almak için kendilerince bir “gerçeklik alanı” üretmek ve tarif etmek zorundaysa, muhalif eylemlilikler de bu gerçekliğin içinde ve ona rağmen onun sınırlarını dönüştürmeye, henüz olmayana bir yer açmaya çalışır. Bu nedenle firari her yazma eylemi, bir sınır ihlalidir. Devletin yasaları ve yasakları karşısında başka bir meşruiyete dayalı yaşam ve ritüeller sürüp giderken, düş kuran bilinci olan mahpus kendini ve hapishane içindeki yaşam alanını biçimlendirir. Son derece yaratıcı bir akıl ve pratikle, koğuşlar, hücreler devlete rağmen yeniden kurulur. Bu nedenle, insanın sosyal bir varlık oluşu reddi üzerine kurulu F Tipi Cezaevleri dahil, birer “mahsus mahal” olan hapishanelerde “yazmak” bahsinde anahtar kelimelerden biri “rağmen”dir... Daha önce sözünü ettiğim “firar” ile “rağmen” sözcüğü birbirinin ellerinden tutarak, yeni bir yolculuğa çıkar ve bu bir zaman sonra yazıya dönüşür.

Her firari yazı, metin, hikâye ve şiir, yazılmış ve yazılacak diğer metinlere arkadaşlık teklifidir. “Kim var imiş biz burada yoğ iken” diyen Karac’oğlan’dan el alarak söylersek, hiçbir metin boşluğa doğmaz, kendinden öncekilere eklemlenir. Hal böyle olunca da her metin, yaralarımız gibi başka metinleri yardıma çağırır. Mecazdan ve hakikatten kim ölmüş; “Aşk, devrim ve sanat bir yaradır, yaraların beyanı esastır”, diyerek şöyle bir cümle kurmak mümkün: Bu kitapta yer alan “Firari yazılar”ın her biri umut ve sevinç olduğu kadar beyanı esas olan “yaradır.” Kaybın yasını tutmaktan kasıt, sadece hayat bilgisinden kaynaklı “kaybın yasını tutmak” değildir. İçeride ve dışarıda, teorinin ve kavramların yasını tutmak ve insana dair travmalarımızla baş etmek için de yazarız. Bu nedenle her travmatik sürecin bir “yeraltı” tarihi vardır…

Yazılan metinlerle, şimdiyi ve geleceği hale yola koymak için geçmişi anlamaya ihtiyaç duyarız. Bu yüzden hapishanedeki her yazma eylemi kendimizin ve tarihin yeniden keşfedilmesiyle de ilgilidir ki biz buna, her şeyi yeni bir anlamda söylemenin keyfi ve keşfi olarak “mânâ gönüllü” olmak diyoruz. Derler ki çölde yollarını kaybeden Bedeviler, ezberlerindeki şiirleri okuyarak, şarkılar söyleyerek, masallar anlatarak yollarını bulurlarmış…

Hal böyle olunca harf harf, hece hece, kelime kelime, imge ucuyla kazılarak yazılıp hapishanelerden firar eden her firari yazı bazen çocukluğumuza, bazen de geleceğe, çıkar... İşte bin bir emekle örülmüş (Leyla Atabay’dan, Selahattin Demirtaş’a, Gültan Kışanak’tan, Sami Özbil’e, Gülazer Akın’dan Erol Zavar’a, Ergül Çiçekler’den, Laleş Çelikel’e kadar 38 mahpus yazar ve şairin katkı sunduğu) bu “Firari Yazılar” birbirimizi bulmak için iz süreceğimiz edebi-siyasi kılavuz olarak da okunmalıdır.

 Künye: Firari yazılar, İçerideki Yazarlarla Söyleşiler, Hazırlayanlar: Adil Okay – Ayhan Kavak, Klaros yayınları, Ankara, Ekim 2021.