Bir Yaşam Tercihi Olarak Açlık Grevi

Açlık grevi ya da ölüm orucuyla bedenini bir çağrıya dönüştürmüş eylemciler, yaşama karşı değil; onlara dayatılmış bir yaşam biçimine karşı direnirler.

22 Ekim 2012

"Titreyen başka bir dünyanın eşiğinde duruyorum."

-Bobby Sands-

Direniş gelenekleri, siyasetin ahlak kurucu ilkesinin olgusal karşılığıdır. Açlık grevi de bu geleneğe yerleşmiş olması bakımından meşru bir eylemdir. Hangi ideolojik yapılanmanın parçası oldukları fark etmeksizin, bedenini bir direniş alanına dönüştürmüş eylemciler, her durumda siyasetin devlet dolayımındaki biçimine meydan okurlar. Bu meydan okumanın mekânı -çoğunlukla- yine direniş geleneği ile bağlantısında, cezaevleri olagelmiştir.

1950'deki hapsi esnasında Nazım Hikmet; 27 Mayıs darbesi döneminde Celal Bayar; 1972'de Mamak Askeri Cezaevinde tutsak edildikleri süreçte Deniz Gezmiş - Yusuf Aslan - Hüseyin İnan çeşitli şekillerdeki açlık grevleriyle bu direniş geleneğinin Türkiye'deki bazı örneklerini oluşturur.

Simgesel isimlerin ötesinde kitleselleşmiş örneklerle de karşılaşmak mümkündür. Bunlar arasında, 1984 yılında Metris ve Sağmalcılar cezaevlerinde siyasi tutukluluk hakkının tanınması, işkencelerin sona ermesi, insani ve sosyal yaşam koşullarının düzenlenmesi talepleriyle Dev- Sol'un ve TİKB'in; yine 1996'da Adalet Bakanı Mehmet Ağar'ın düzenlemesiyle çıkartılan "Mayıs Genelgesi"ni protesto etmek amaçlı başlatılıp kitleselleşen ve ölümlerle sonuçlanan açlık grevleri sayılabilir.

Bununla birlikte, direniş geleneklerinde verilen bedelleri simgeler hale gelen tarihsel kırılma anları da vardır. 2000 yılında F-tipi cezaevlerinin kapatılması ile terörle mücadele yasasının kaldırılması talepleriyle başlatılan ve sonrasında ölüm orucuna çevrilen açlık grevleri böylesi kırılma anlarından birine sahne olmuştur. "Hayata Dönüş Operasyonu" adı altında gerçekleştirilmiş devlet terörü, hala dehşet veren sonuçlarıyla birlikte, devletin bir direniş geleneği karşısında kendisini muhatap olarak konumlandırdığının göstergesidir.

Direnişler gibi, iktidarlar da bir siyaset geleneğine yerleşirler. Fakat direniş geleneği bedelleri taşırken, iktidarların siyaset geleneği günahları taşır çünkü "günah", bazı cemaatler için bir inanç unsuru olmasının ötesinde, bir politika yapma aracıdır! İktidar, kendi gündelik siyaset alanının içerisinde kalan olaylarla temasında, geçmiş iktidarların günahlarına eklemlenip eklemlenmeyeceğinin de kararını verir. 12 Eylül 2012'de Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin sonlandırılması ve Kürtçe üzerindeki baskıların kaldırılması talepleriyle başlatılıp kitleselleşmiş süresiz- dönüşümsüz açlık grevleri de günümüz iktidarı için böylesi bir meseledir.

İktidarın direnişçilerle muhatap olma şekli, günahın sürekliliğinin korunması ya da kesintiye uğratılmasıyla son bulacaktır. Ne var ki açlık grevindeki eylemciler kritik eşiğe gelmiş olmalarına rağmen iktidar cephesi sessizliğini korumaktadır. Fakat bu karşılaşmanın sınırları, iktidarı muhatap almış eylemcilerin bedenleri aracılığıyla belirlendiğinden, iktidarın suskunluğu da bir anlamda "söz"dür ve bu söz, direnişçilerin taleplerini tartışılabilir kılmadığı oranda onların bedenlerini örselemeye devam edecektir; ta ki direnişçiler ölene kadar. Bu anlamda eğer açlık grevindeki direnişçiler, eylemlerini ölüm orucuna çevirip ölecek olurlarsa, sembolik düzeyde onları iktidar öldürmüş olacaktır.

Bununla birlikte iktidarların yerleştiği siyasal geleneğin toplumsal bir karşılığı da vardır. Öyleyse söz konusu günahın faili yalnızca iktidar değil, onun suskun olan ya da olmayan sözüne eklemlenen tüm toplumdur. Demek ki iktidar sembolik düzeyde bir cinayet işlediğinde, suçunu o toplumun sessiz kalmış insanları arasında paylaştırır. Herkes suçlu olduğunda "suç" anlamını yitirecektir. İktidar böylece artık ortadan kalkmış bir suçun suç ortaklarını yönetir hale gelir: Suçunu unuttukça enkaz yığınına dönüşmüş bir toplumu.

Mevcut eylemlerin ölüm orucu değil de süresiz- dönüşümsüz açlık grevi olduğu düşünülürse, direnişçiler talepleri karşılanmamış olsa bile eylemlerini sonlandırma kararı alabilirler. Fakat böyle bir durumda iktidar kendisine siyaseten bir pay çıkaramaz çünkü bu yolda alınacak bir kararın belirleyeni iktidar değil, eylemcilerin iradesi olacaktır. Elbette bu irade, eylemcilerin kendi ideolojik örgütlenmeleri doğrultusunda bazı motivasyon kaynaklarından etkilenebilir. Fakat iktidar, bu motivasyon kaynaklarından biri olmaması sebebiyle, taleplerini karşılamadığı sürece eylemcileri ikna etme mekanizmalarından biri olarak iş göremez. Öyleyse iktidarın bu direniş geleneği karşısında alacağı herhangi bir tavır ancak iki biçimde etki edebilir: Ya talepler konusunda eylemcilerin izin verdiği ölçüde bir uzlaşım zemini aranır ya da eylemciler ölür. Diğer bütün seçenekler -alınacak bütün kararlar- iktidarın etki alanının dışındadır.

IRA'nın liderlerinden Bobby Sands, 1981'de parlamento üyesiyken cezaevinde girdiği açlık grevinin 65. gününde öldüğünde, dönemin başbakanı Margaret Thatcher: "Bay Sands, hakkında hüküm verilmiş bir suçluydu. O kendi hayatını almayı seçti. Bu, onun da parçası olduğu örgütlenmenin çoğu mağduruna hiçbir zaman tanınmamış bir seçimdi." şeklinde bir açıklama yapar. Sands'in hüküm giydiği suçu tartışmak bir yana, onun eylemini bir intihar biçimi olarak tanımlamak mümkün değildir.

Açlık grevi ya da ölüm orucuyla bedenini bir çağrıya dönüştürmüş eylemciler, yaşama karşı değil; onlara dayatılmış bir yaşam biçimine karşı direnirler. Sands bu yüzden "Tiocfaidh ár lá" diye yazar günlüğüne. Keltçe'de "Bizim günümüz de gelecek." anlamına gelen bu cümle, bir hıncın ifadesi değil; uğrunda ölünebilecek başka bir yaşamın umudunun ifadesidir. Şimdilerde bu söz Kürtçe'de yankılanıyor: "Dê rojame jî bê" (CB/HK)

* Cana Bostan,  Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü Doktora Öğrencisi

Kaynak: BİANET