25 Şubat 2021
Gazeteci Münker Odabaşı, medyanın hapishane karnesiyle ilgili master tezinden kitaplaşan Hapishanesiz Toplum Anlayışı çalışmasında, Türkiye’deki cezaevlerinin tarihsel sürecinden bu günlerdeki koşullarına odaklanıyor. Verilerin yanı sıra, ‘hapishanesiz toplum’ kavramını da tartışmaya açan Odabaşı, “Cezaevlerinin ıslah fonksiyonunun olmadığı bilinen bir gerçek. Hapsetme tehdidi içerde olanı 'sakatlar' iken, “dışarıda” olana da bir göz dağıdır. Ama bu göz dağının ne kadar caydırıcı olduğu daha doğrusu olamadığı sorgulanmalı ve bunun üzerine kafa yorulmalıdır.” Diyor.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Merhaba, ismim Münker Odabaşı. Konya’nın çöllerinde sürgün bir kürt köyü olan Civikan’da (Koçyazı) dünyaya gelmişim. Sanırım genlerime sürgün, göç kodları öyle bir işlenmiş olmalı ki sözlü tarihle büyümüş ve bu nedenle sözlü tarihi çok önemseyen birisiyim. Araştırmacı-gazeteciyim, Atatürk Üniversitesi gazetecilik mezunuyum. Yine aynı üniversitede yüksek lisansımı hapishanesiz toplum bağlamında Türkiye’nin hapishane karnesi ve mahpus odaklı habercilik üzerine tamamladım. Sonrasında ise bu çalışma, Hapishanesiz Toplum Arayışı adıyla kitaplaşarak, yakın zamanda da kitapseverler ile buluştu.
Suç nedir, suçu üreten toplumsal zemini yok etmeden suç önlenebilir mi?
Aslında çalışma boyunca kendime defalarca sorduğum sorulardan biri buydu. Bir fiilin suç olup olmamasına kim, nasıl karar veriyor? Mesela, siz bir politikacıyı eleştirdiğiniz zaman ki şiddet içermeyen bir eleştiri dahi olsa, size göre bu eleştiri, ifade özgürlüğü iken, karşı taraf için hakaret sayılabiliyor. Sonuçta yasa koyucu, neyin suç olup olmadığına veya o suça karşılık gelen cezayı tayin edebiliyor. Ancak yasa koyucunun da etten kemikten yaratılmış bir insan olduğu hatırda tutulmamalıdır. Aslında suç, çok boyutlu bir olgudur. Dolayısıyla köşeli bir tanım yapamayacağım. Bazı suçlar değişkendir, yani dün suç olmayan şeyler bugün bir anda karşınıza suç olarak çıkabiliyor veyahut geçmişte gerçekleşen bir fiilden dolayı kanunların geriye yürümezliği ilkesine rağmen bugün sorumlu tutulabiliyorsunuz. Sanırım bu durum, hukukun üstünlüğü veya üstünlerin hukuku ile alakalı bir durum.
Suçu üreten toplumsal zemini yok etmeden suç önlenebilir mi sorusuna gelecek olursak, şunu söyleyebilirim. Burada da bataklık-sivrisinek metaforunu kullanacağım. Sivrisinekten kastım suç fiilidir. Fıtratı gereği özgür yaratılmış olan insanları hapsederek, bir yerde kapalı halde tutarak, suç üreten toplumsal zemini ortadan kaldıramazsınız. Toplumsal zemin suç üretmeye devam edecektir. Ve siz failleri toplu halde şehrin uzağında bir yerde dört duvar arasında tutarak, sadece toplumun geri kalanının bu “akrıksı”lardan korunduğu izlenimini ve onlara “güvende” oldukları hissini yaratacaksınız. Suçu önleyemediğiniz gibi kapattığınız bireyin bedenen ve ruhen “sakatlanması”na da neden olacaksınız. Sonuç itibariyle, sivrisinek toplamak yerine bataklığı kurutabilirsek, hem suçu önlemiş hem de bireyi sakatlamamış olacağız.
Suçlu olduğu varsayılan bir insanı kapatmanın, hele ki yok etmenin, öldürmenin, suçun yaygınlaşmasını, tekrarlanmasını önleyici bir etkisi olabilir mi?
Bir insanı, fıtratına ters olmasına rağmen kapatmak, hapsetmek az önce de ifade ettiğim gibi suçun tekrarlanmasını önlemediği söylenebilir. Eğer tekrarlanmasını önleseydi, insanlık 300 yıldır içeri “tıkılıyor”, dolayısıyla kapatılma tehdidiyle bireyin vazgeçmesi, mahpus nüfusunun düşmesi, en azından azalması gerekmez miydi? “Cezaevleri”nin ıslah fonksiyonunun olmadığı bilinen bir gerçek. Hapsetme tehdidi içerde olanı “sakatlar” iken, “dışarıda” olana da bir göz dağıdır. Ama bu göz dağının ne kadar caydırıcı olduğu daha doğrusu olamadığı sorgulanmalı ve bunun üzerine kafa yorulmalıdır. Son olarak şunu söyleyeyim, kapatılma bireyi “ıslah” etmediği gibi radikalleşmesine neden olabilir ve adalete olan güveni de ciddi anlamda zedeleyebilir.
Türkiye’deki hapishane koşullarına baktığınızda, ciddi anlamda ihlaller ve sorunlar ile karşılaşıyorsunuz. Kapasite üstü aşırı doluluk oranları ve buna bağlı olarak üçüncü kat ranza çıkmadan tutun yerde yatmalara kadar bir dizi sorun mevcut.
Şu an hapishanelerde kaç kişi var. Türkiye’deki hapishane koşullarını uluslararası ceza infaz standartlarına göre nasıl değerlendirebiliriz?
Birbirinden farklı veriler elimizde mevcut. Hem İstatistik Kurumu’na hem de sivil toplum örgütleri ve medyaya baktığımızda 300 binlere yaklaşan bir mahpus nüfusuna sahip olduğumuz görülüyor. Mahpus nüfusunun yaklaşık yüzde 70’i hükümlü, yüzde 30’u ise tutuklulardan oluşuyor. Ayrıca bin 500 civarında hasta mahpus, 3 bin çocuk mahpus, 700-800 civarında bebek mahpus bulunuyor.
Türkiye’deki hapishane koşullarına baktığınızda, ciddi anlamda ihlaller ve sorunlar ile karşılaşıyorsunuz. Kapasite üstü aşırı doluluk oranları ve buna bağlı olarak üçüncü kat ranza çıkmadan tutun yerde yatmalara kadar bir dizi sorun mevcut. Hasta mahpusların tedavilerinin geciktirilmesi, öğrenci mahpusların sınavlarına girememesi, yemeklerin kötü veya yetersiz çıkması, suların kesilmesi, ayakta sayım dayatmaları, psikolojik veya fiziksel işkence, kötü muamele, kitap, mektup veya gazete sınırlandırması/yasakları, çıplak aramalar, denetimli serbestlik kapsamında şartlı tahliyesi gelenin, tahliyesinin geciktirilmesi veya uygulanmaması vs. ilk planda aklıma gelenler.
Günümüzde dolup taşan yer bulunamayan hapishanelerin tarihte durumu nasıldı? Hapishanesiz bir dönem yaşanmış mı?
Günümüzden 300 yıl öncesine gittiğinizde hapishane diye bir kuruma rastlayamıyorsunuz. Zaten Foucault da 17. yüzyıla kadar pratik anlamda hapishane diye bir kurumun olmadığını belirtir. Hatta sonrasında kurulan ilk hapishanelerinde bugünkü anlam ve işleve sahip olmadığını söyleyebilirim. İlk dönem hapishaneler daha çok birer durak mekân olarak kullanılmış, cezanın infaz edileceği ana kadar failin bekletildiği birer “bekletme merkezi” olarak işlevini sürdürmüştür. Yani bireyi kapatarak “terbiye” etmeye çalışmaya ve özgürlüğünden mahrum bırakarak hapsetme yöntemine başvurulmadığını görüyoruz. Son 300 yıldır kapatılma yaygın bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılmaya başlanmış. Bunun en büyük nedeni ise özgürlüğün insan yaşamındaki öneminin anlaşılmasıdır. Dolayısıyla, özgürlüğün yaşamsal değerde oluşunun fark edilmesiyle, bireyin kapatılarak daha iyi “ıslah” olacağı inancı doğmuş ve hapsetme hayatımızın bir parçası haline gelmiştir.
Hapishanesiz Toplum Arayışı kitabı nasıl bir içerikle oluştu?
Kitabın üç sac ayağından oluştuğunu söyleyebilirim. İlki kapatılmanın Cumhuriyet tarihi boyunca hiç olmadığı kadar bu denli arttığı bir dönemde hapishanesizliği ortaya atması ve hapishanesiz bir toplum arayışını hep birlikte düşünmek, tartışmak ve sürdürmek için öneriler sunması, “ne yapılabilir”i sorgulamasıdır. İkincisi, Türkiye’nin hapishane karnesini ki özellikle son 15 yıldaki değişimi ve artışı grafiklerle görselleştirmesidir. Üçüncüsü ise, hak odaklı habercilik kapsamında bir ilk olan mahpus odaklı habercilik anlayışını ortaya atması ve bunun örneklerini sunmasıdır. Ve dördüncü kuvvet olan medyanın “fabrika gibi cezaevi” söylemine karşılık, “cezaevleri, fabrika değildir” söylemini geliştirmesidir.
Uzun süre yalnızlaştırılma ve hapishanenin otoriter yapısı mahpuslar üzerinde ne gibi etkiler yaratıyor?
Uzun süreli bir kapatılma, hücre cezaları bireyin benliğini “sakatlayabiliyor.” Toplumsal yaşamdan koparılarak “ıslah” edilmeye çalışılan, özgürlüğüyle sınanan birey, tekrardan toplumsal yaşama sağlıklı bir şekilde dönebilir mi? Ya da ne kadar sağlıklı bir şekilde dönebilir? Dolayısıyla şunu net olarak söyleyebilirim. Kapatılma, kapatılanın “sakatlandığı”, benliğinin yok edildiği ve kimliksizleştirildiği mekânlardır. Uzun süreli hücrede kalan bireyin gerçeklik algısı yok olabiliyor. Renk ve görme algısı ortadan kalkabiliyor.
Pandemi döneminde her birimizin evlere kapandığı şu günlerde, oflayıp puflayarak kapatılmanın vermiş olduğu can sıkıntısıyla özgürlüğün değerini daha fazla hissettik. Peki ya mahpuslar? Daraltılmış bir mekân, tahakküm, topraktan/yeşil alandan mahrumiyet, sevdikleriyle bir arada olamama ki pandeminin de etkisiyle, görüşlerin yasaklanması mahrumiyeti iki katına çıkardı. Bu dönemde mahpuslarla empati yapıp, kapatılmanın ne demek olduğunu ve özgürlüğün yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunu bir nebze de olsa anlayabileceğimizi düşünüyorum.
Hapishanesizlik cezasızlık demek değildir ki hapsetme dışı alternatif tedbirlerin uygulanması demektir. Toplumsal yaşamdan soyutladığınız bireyi, tekrardan sağlıklı bir şekilde topluma kazandıramazsınız. Özgürlükle “terbiye” etmek kadar ağır bir yaptırım yoktur. Hapishanesiz başka bir dünya mümkün, çünkü bu yönde adım atan ülkeler var. Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin birçoğu mahpus nüfuslarını ciddi oranda azaltmaya başladılar.
Hapishanenin olmadığı bir toplum mümkün mü gerçekten?
Var olan sistem bize hapishane, polis, kolluk kuvveti olmadan yaşanamayacağını dayattığı gibi böyle bir ihtimali düşünmemize de ket vurur. Olmasına ihtimal dahi vermeyiz. Çünkü düşünmekten korkarız. Bu aralar bir içecek markasının şöyle bir reklam sloganı var: “Saçmalamaktan Korkma!” diye, gerçekten de her bireyin “düşünmekten korkmaması” gerekiyor. Dolayısıyla düşünmekten korkan insanların polis, hapishane veya kapatılma mekânları olmadan yaşanamayacağını düşünmesi gayet normal. Parola “Düşünmekten Korkma”dır.
Hapishanesizlik cezasızlık demek değildir ki hapsetme dışı alternatif tedbirlerin uygulanması demektir. Toplumsal yaşamdan soyutladığınız bireyi, tekrardan sağlıklı bir şekilde topluma kazandıramazsınız. Özgürlükle “terbiye” etmek kadar ağır bir yaptırım yoktur. Hapishanesiz başka bir dünya mümkün, çünkü bu yönde adım atan ülkeler var. Avrupa Konseyi üyesi ülkelerin birçoğu mahpus nüfuslarını ciddi oranda azaltmaya başladılar. Başta Hollanda olmak üzere, Estonya, Almanya, Lüksemburg, Finlandiya, İsveç, Letonya, Polonya, Danimarka vs. gibi ülkeler, Birleşmiş Milletler Tokyo Kurallarını önemseyen ve uygulayan ülkelerdir. Hollanda hapishanelerini ya kapatıyor ya da başka ülkelere kiralıyor. Biz neden yapmıyoruz veya yapamıyoruz?
Peki bunun olabilmesi için nasıl bir zemin gerekiyor?
Başta inanmak gerekiyor. Pandemi ile birlikte yokluğunu daha iyi hissettiğimiz özgürlüğün, mahpuslar açısından değerini anlamak için empati kaçınılmaz bir fırsat sunuyor. Hapishanesizlik akşamdan sabaha olabilecek bir durum değil. İlk başta tutukluluğun azaltılması ve çocuk “cezaevleri”nin kapatılması gerekiyor. Hukukçu, akademisyen, gazeteci, sivil toplum örgütleri, sosyologlar gibi her kesimin işbirliği içinde bir araya gelip konuşması, tartışması, kafa yorması şart. Ülke örneklerinin incelenmesi, İskandinav modelleri üzerinde çalışılması, Avrupa Konseyi ülkeleri ile bilgi alışverişinde bulunulması vs. gibi bir rota çizilebilir. Son olarak Foucault’nun da ifade ettiği gibi kapatılma mekânları artık misyonunu tamamladı ve bu sistem yenilgiye uğradı. Ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol açacağız…
Türkiye’de STÖ’lerin bu alana ilişkin çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kapatılma mekânları üzerine çalışan çok kıymetli hak savunucuları var. Zafer Kıraç, Adil Okay, Hüsnü Öndül, Şebnem Korur Fincancı gibi. Ayrıca CİSST, Görülmüştür.org, İnsan Hakları Derneği’nin Hapishane Komisyonları vs. gibi sivil toplum örgütleri de önemli çalışmalar yapıyorlar. Hapishanelerde yaşanan hak ihlalleri raporlanıyor, kamuoyuna duyuruluyor ve izleme faaliyetleri yapılıyor. Hapishanesiz toplumun artık daha sık konuşulması, daha gür bir şekilde dillendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü, “içeride”kilerin özgürlüğü, “dışarıda”kileri de özgürleştirecek. Ya hep birlikte ya da hiçbirimiz…
Kaynak: Sivil Sayfalar
- 16 gösterim