"gorulmustur.org ekibinin mektup kampanyasını İnternet sitesinde gördüğümde ben de tutsaklarla dayanışmak isteyenlere en azından dört buçuk aylık tutsaklığımla içerden, ardından ise naçizane çabalarımla dışarıdan bir kaç öneride bulunmak istedim... (…) Onlar sizden ayrı değil... Siz'siniz... Onların size, sizin de onlara ihtiyacınız var. Kopmaz bir bütünsünüz siz."
Merhaba...
Çok değil sadece dört buçuk aycık... hani dışarı çıktığımda teyzeler amcalar "vah, vah... dört ay ha!" dediklerinde dudaklarımın ucunda bir küçümseme edası belirirdi. Neydi ki, dört ay! Ben orada "müebbetlikler"le tanışmıştım. Onların yanında sanki aylarla belki de bir kaç yılla ölçülecek bir süre hapishanede kalacak olmam bana suçmuş gibi gelirdi. Ve cevapların bu suçluluk duygusunu ağırlaştırdığı bir kaç sorunun ardından artık “ne kadardır buradasın?” ve “ne kadar kaldı?” sorularını sormaktan vazgeçmiştim. Öğrenmiştim ki, burada büyümüşler, burada yaşlanacaklar ve eğer bir şeyler yapamazsak dilim, kalemim varmıyor ama burada ölecekler. Ve her ne kadar “onlar” desem de aslında “bizdik” bu işkenceye maruz bırakılan. Orada büyüyen, yaşlanan ve ölecek olan bizdik. Barikatın farklı uçlarında çarpışıyorduk yalnızca. Tek fark buydu.
Dışarıda da bilirdim “içeri”nin de bir mücadele alanı olduğunu. Dört duvarın fikirlere zincir vuramayacağını. Gülüşlere, inanca, yaşama sevincine vız geleceğini bilirdim. Duymuştum, okumuştum. En çokta Nazım'ın şiirlerinden aşinaydım. Mektup yazmıştım tutsaklara, dokunmuştum uzaktan uzağa....
Ama bu sefer farklıydı. Artık ben de içerideydim. Şakran'da gecenin ilerleyen saatlerinde kitabımın üstünden bir kaç koğuş öteden gelen kahkaha sesleri ile kaç defa kafamı kaldırmışlığım o neşeye ve yahutta bir bağlamanın telinden yükselen namelerle o hüzne ortak olmuşluğum oldu, saymadım. Görüş saatlerini iple çekmişliğim, mazgaldan “posta” sesini duyduğumda yerimden zıplayarak kapıya koşmuşluğum, incecik tellerin ardından yan koğuştaki arkadaşıma bakmışlığım oldu. Telefonun diğer ucuna her seferinde “iyiyim” demişliğim, avluda top oynamışlığım, tellere takılan topumuza öfkelenmişliğim de oldu sebepsiz.
Tahliye anında ise onları orada bırakıp çıkmak, Şakran koridorlarında ellerimde eşyalarım kulaklarımda demir kapılar arkasından yükselen uğurlama marşımız Çav Bella'nın ezgileri ile öfkeyle dudaklarımı kemirmek, dışarıdaki ilk adımlarımı karanlık gökyüzünün altında atabiliyor olmam şu lanet duvarları yıkıp onlarla beraber el ele olamamak... “özgürlüğün” ilk anları işte böyle ızdırap içinde kıvranıyordum. Ailenin sarılışlarında, arkadaşlarının gülen gözlerinde, her şeyde içimdeki acı yüzüme vuruyordu. Belki ilk günkü gibi değil, hani günlük koşuşturmacanın akışında o denli belirgin değil ama, her güzelliğe dokunuşumda, onlardan aldığım her “merhaba”da “bizim” tutsak edilişimizin acısını duymaya devam ediyorum. Tuhaf belki ama, özlüyorum bazen, içeriyi. Ve fark ettim ki, sadece “biz” paylaşımlarımızla, hayata sımsıkı sarılışımızla işkencehanelerdeki beraberliklerimizi bile özlenebilir kılmışız. Bunu bile başarmışız.
İçerde çok duymuştum, “çıkınca unutursunuz bizi” cümlesini. Haksız değillerdi. Unutmuştu çoğu, unutmuştuk hep beraber... işte bu sebeple “unutmadım” ben. Zaten “biz” i unutamazdım, zira aynı zamanda “ben”dim.
Gorulmustur.Org ekibinin mektup kampanyasını İnternet sitesinde gördüğümde bende tutsaklarla dayanışmak isteyenlere en azından dört buçuk aylık tutsaklığımla içerden, ardından ise nacizane çabalarımla dışarıdan bir kaç öneride bulunmak istedim...Belki bir kaç şeyin altını çizmek...bu uzun girişgahıda bu sebeple yaptım. Onlar sizden ayrı değil... Siz'siniz... Onların size, sizin de onlara ihtiyacınız var. Kopmaz bir bütünsünüz siz.
***
Mektubun tutsaklar için ne denli önemli olduğunu anlatmama gerek yok sanırım. Herkes bu konuda hem fikir. Benim üstünde durmak istediğim konu dışarıdakiler için de mektubun bir o kadar önemli olduğu.
Barikatın bir diğer ucundaki yoldaşınızla paylaştığınız her bir güzellik, dışarıdan ona ulaştırdığınız her bir haber onu yaşama, mücadeleye daha da bağlarken fark etmeseniz de sizi de bir o denli bağlar. Ondan gelen inanç dolu her bir satır, yaşam dolu her bir cümle şu kokuşmuş sistemin her adım başında karşımıza diktiği yozluklarının, çürümüşlüklerinin karşısında size de güç verir. Her güçten düşüşümde, insanlığa dair kafamda beliren her olumsuz ünlemde o kısacık dört buçuk ayda “müebbetliklerin” gözlerinde gördüğüm ışık elimden tuttu. “bu havalarda direnenler de var” dizesinde olduğu gibi ölenler var, direnenler var, tutsaklar var diyerek kalktım ayağa. En mutsuz anımda postacının elinden aldığım kısa bir mektup yüzümü gülümsetebildi. Bileğimdeki boncuktan örme bileklik bana direnç verdi.
Doğrudur, mektup yazmak ilk anda çok zor geliyor. Ne yazacağını bilemiyor insan. Nasıl soracağını, ya da ne anlatacağını. Ama inanın, tutsaklar tüm bu “zor”lara karşı sizin elinizden tutuveriyor. Bir bakmışsınız yazdıkça yazıyorsunuz. Postacının yolunu gözlemeye başlıyorsunuz bir süre sonra. Mektup gecikince meraklanmaya başlıyorsunuz. Demem o ki, ilk anlık zorluk yerini paylaşıma, heyecana bırakıyor. Zaman bulamıyorum, yazamıyorum sözleri aslında kaçıştan başka bir şey değil. Tutsaklar kısa mı, uzun mu yazdığınızla ya da mektuplarınızın arasına giren uzun sürelerle sizi yargılamıyorlar. Onlar hepimizden daha anlayışlı, daha düşünceliler bu konularda. Zaten ilk anda dayanışma dürtüsüyle yazılan her mektup zamanla bir arkadaşla bir yoldaşla sohbete dönüveriyor. Ve iki arkadaş, iki yoldaş nasıl bir birlerinin ellerinden tutarsa, nasıl birlikte yürürlerse işte aynen öyle oluveriyor herşey. Yeter ki bir adım atın. Emeklemeden koşamaya başladığınızı şaşırarak fark edeceksiniz.
Kendi tutsaklık sürecimde yoldaşlarımın ve tüm kamuoyunun desteği ailemde inanılmaz değişimlere sebep oldu. Sadece onların kızı olmadığımı, en az onlar kadar beni merak eden başka birileri daha olduğunu gördüler. Yılmadılar, güçlendiler, onlar güçlendikçe bende içerde güçlendim. İşte bu diyalektik bağı keşfedince bende dışarda tutsak arkadaşlarımın aileleriyle temasa geçtim. Önceleri zor oluyor gerçekten. Tutsak arkadaşlarımdan aldığım numaraları aradığımda başta bende ne diyeceğimi bilemiyordum. Ancak yine mektuplarda olduğu gibi ailelerin dayanışma olan hasreti anında aradaki sınırları kaldırıveriyor. Artık sizi de evladı yerine ve yahutta kardeşi yerine koymaya başlıyorlar.
Bir diğer yandan mektuplar gelmediğinde ya da acil sormak gereken bir şey olduğunda ailesiyle görüşebiliyor, onlar üzerinden telefon görüşünde içerden haberler alabiliyorum. Dört duvarın çoğu zaman sansür sebebiyle kıramadığım tecridini bu yollarla kırmaya çalışıyorum. Aileller genellikle aile ocağının çok ötelerine sürgün edilmiş çocukları ile haftada 10 dakikalık konuşma hakkını kimseciklere vermediğinden ve de sanırım bunu onlardan isteme lüksümüz olmadığından onların telefon haklarından gıyabında yararlanma yolunu tuttum bende.
Örneğin bir tutsak arkadaşıma kardeşi ile bir sürpriz yaptık. Telefon hakkında bende aileyi aradım ve iki telefonun hopörlerini açarak yan yana getiren kardeş böylece tutsak arkadaşımla konuşmamızı sağlamış oldu. Karşı taraftan gelen “ooooooo” ünlemini, bu ünlemdeki sevinci anlatmam imkansız. Konuşma mı? Birkaç defa “nasılsın? Ve bir kaç defa da “iyiyim” diyerek bir birimizi sorduk. O heyecanda, o sevinçte cümle bile kuramadık. Velhasıl amaçta cümle kurmak değildi. Demem o ki, aslında yapabileceğimiz çok şey var ve bunları artık bir süre sonra dışarıdan bir yabancının kendi içinde duyarlı davranışları olarak değil bizzat bir dostun tüm engellemelere rağmen kurduğu paylaşımlar olarak yaptığınızı fark edeceksiniz. Ve mektup yazmak, bir tutsağın gözü kulağı olmak, yoldaşı olmak hayatınızda vaz geçemediğiniz bir edim olacak. Başta da dedim ya, çünkü aksi mümkün değil. “biz” den vazgeçmek ne mümkün....
Yani korkmayın... onların size, sizin de onlara ihtiyacınız var. Barikatın diğer ucundaki yoldaşınıza süt uzatmak gibi bir şey yani. Ve en önemlisini sanırım sona sakladım. Onlar için, kendiniz için, “bizim” için yani insanlık için yapabileceğimiz en önemli şeyde nerede olursak olalım direnmek, mücadele etmek. Bir şarkıda diyor ya, “duvarları kuşatın da tutuklayın hepsini/ ne böyle gurbet olsun ne böyle ayrılıklar./ yıkın gitsin hepsini/ ne böyle zulüm olsun ne böyle şarkılar!” işte aynı böyle duvarları yıkacağımız günler için daha da fazla kuşanmak öfkemizi. Hepimiz için yapabileceğimiz en başlıca şey bu olsa gerek. Sonrası tutsak dostlarımıza bir “merhaba”yla başlayacak kısa bir mektup postalamak. Bakın bu küçücük adım, inşa ediyor olduğumuz yapıya nasıl da sağlam bir tuğla koymuş olacak....
Adım mı? Çok da önemli değil aslında. İster Fatma olsun isterse Ayşe. Şurası kesin ki, koskocaman bir ailenin ferdiyim. Tıpkı sizin gibi, tıpkı tutsak dostlarımız gibi....
Herkese sevgi ve saygıyla...
- 8 gösterim