İki Tutsaktan Bir 12 Eylül öyküsü: Suskun

“12 Eylül malum bir çok insana acılar yaşattı. Ardında derin yaralar bıraktı. Bir çok insanda hala bu yaralar tazeliğini koruyor ve hep aynı acıyla yaşayan insanlar var. Bazılarıysa o darbeyi hem desteklediler, hem de nemalandılar. Yetmedi, insanların acılarını, anılarını çalıp gözyaşları içinde kendi mağduriyetlerini yarattılar. Hırsızlıkta müthiş bir ustalık dönemindeler yani. En son TV'lerdeki gözyaşları ve ardından daha bir yıl her konuşmada bu anı-acı çalma işini görünce ortaya hikayemiz çıktı. Bizim pek becerebildiğimiz bir dal değil hikaye-öykü ama hani bazen söylemezsen dilin şişer ya, bizim de yazmazsak kalemimiz şişecekti. O yüzden zorundayız diye yazdık. İşte öykümüz (Gerçek olaylardan derlendi.)…”

Erol Zavar – Mahmut Soner

SUSKUN

Çayını doldurdu, bir fırt çekt. Damağını hafiften kurutan çayı beğendi. Ustasından öğrenmişti demini tutturmayı. Televizyonu açtı. Haber saatiydi ve her kanalda başbakan vardı. İfadesiz bir yüzle konuşuyordu. Tam kapatacakken duydu: “Biz de işkence gördük 80'lerde, 90'larda,” diyordu.

Suskunca gözünü dikti ekrana. Küfretmek bile gelmiyordu içinden. Anılar canlandı, geçmişin yaralarını yokladı istemeden.

Sokaktan sürüklene sürüklene götürülüşünü hatırladı. Komşu çocukları dehşet içinde kalmıştı. İyi ki annem görmedi diye geçirdi içinden. 3 ay sonra ölü bir et yığını gibi bırakmışlardı mahallenin girişinde. Mahalleden birkaç kişinin kollarında eve götürülürken yüzüne bakamayan, bakmaya utanan insanları hatırladı. Komşu çocuklar koşmuştu yardımına. Günlerce yemek taşımışlardı. Güvenli bir gülümseme yayıldı yüzüne. TV'deki başbakan hala konuşuyordu. Diyarbakır E Tipi'nden, Mamak'tan, Metris'ten söz ediyordu. “Onlar içerideyken biz de dışarıda işkence görüyorduk,” diyordu.

Geceleri evleri basılarak gözaltına alınanları hatırladı. Konuşsun diye eşlerine, çocuklarına dahi işkence yapılan devrimcileri; husumet yaşadığı komşusu tarafından ihbar edilen (“anarşik bir komutanı”) ilgisiz insanları işkencehanelerde tecavüze uğrayan, katledilen sosyalistleri, demokratları, sendikacıları, barış derneği üyelerini, öğrencileri, işçileri... Darağaçlarında yiğitçe sehpayı tekmeleyip “bir bayrak gibi sallananları” hatırladı.  Acılarıyla olduğu kadar, dirençleriyle de dünyaya, insana güven vermişlerdi. Tarihin tam o zamanı ve o mekanında, insanın doruğu olanları hatırladı. Hüzünlü bir gurula gülümsedi.

İşkencehanelerden, hapishanelerden sağ çıkan arkadaşların bir çoğu yıllarca yalnız kalmışlardı. Selam vermeye bile korkuyorlardı. Askerin şakası yoktu ve yalnızca kuşku üzerine gözaltına alınmak bile günlerce, aylarca işkence görmek demekti. Hele de böyle mimli insanlarla görüşmek, belki de girilen işkencehaneden hiç geri dönmemek olabilirdi.

Hala gölgesi hissedilse de iyi kötü bir seçimle “sivil hükümet” işbaşına geldikten sonra, korku biraz azalmıştı. Ve ortaya durmadan nasıl işkence gördüğünü anlatan insanlar çıkmıştı.

“Abi sokağın köşesinde üç küşü laflıyoruz, pat bir polis arabası durdu 'binin lan' dedi biri, bindik çaresiz. Kış günü hava buz kesiyor ama ben nasıl terliyorum, karakoldan içeri girdik, polisin biri pis pis bakıyor, bir ara boş bulundum baktım, bakmaz olaydım.”

“'O sen  miydin lan ibne?' deyip başladı vurmaya. Üstüme çıkıp tepindi şerefsiz, sonra ayağımdan sürüyüp attılar beni bir hücreye. Bir saat mi geçti, iki saat mi geçti hücrenin kapısı açıldı, bir komiser daldı içeriye, dalmasıyla hayalarımı sıkması bir oldu.”

“'Konuş lan ibne o sen miydin?'

Ben nasıl böğürüyorum dana gibi. Ne soğuğu hissediyorum ne sıcağı.”

Necip'in ilk duraksamasında askıcı Hasan kesiyordu sözünu, onun da anlatacak işkence hikayeleri vardı, zaten kimin yoktu ki?

“Abim benim hikaye de acayip; şimdi gece çoluk çocuk salona yatakları serdik yattık. Azıcık odun kömür var, sobayı az yakabildiğimiz için, diğer iki odanın kapısını kapatıp salona sığışıyoruz. Yatalı bir saat oldu olmadı, güm güm kapı vuruldu. Daha ne oluyor demeye fırsat kalmadan kapı kırıldı, içeriye bir sürü asker, polis doluştu. Evi darmadağın edip, beni pijamalarla aldılar. Çocuklar hüngür hüngüe ağlıyor ya, onları düşünecek halim yok, korkudan tir tir titriyorum. Şubeye geldik, girer girmez biri, 'bunu Haydar'la tanıştırın' dedi. Haydar diye birini yakaladılar da beni onunla yüzleştirecekler sanıyorum. Bir yandan da seviniyorum, benim Haydar diye bir tanıdğım yok diye. Meğer falaka sopasıymış Haydar Bey! Tanışmamız uzun sürmedi. Yıktılar beni hemen falakaya vuruyorlar ya ben de aynen senin gibi böğürüyorum. 'Söyle lan' diyorlar. Bir şey bilmem, ne sorduklarını bilsem öyle bir söyleyeceğim ki, destan olacak. Ama bilmiyorum. Artık bayılmışım. Su döküp ayılttılar. Biri geldi kaldırdılar ayağa, ayaklar olmuş 2 metre. İri yarı bir jandarmayı çıkardılar sırtıma 'yürü lan' diyor, başka birşey demiyor. Sıkıysa o ayakların şişiyle sen yürü...”

Ocakçı atılıyor hemen:

- ”Seni ne zaman aldılar lan!”

- “Seninle aynı zaman abi!”

Gülümsedi, bu konuşmayı mahalle kahvesinde dinlemişti. İşkenceden sonra daha yeni toparlanmıştı. 3 yılda 3 işkence tezgahından geçmişti. İlk kez 3.'den sonra çıkmıştı kahveye. Onu görenler önce susmuş, sonra birkaç masa davet etmişti hemen. O gün kahvedekilerin yüzlerinde gördüğü derin acıyı hiç unutmamıştı. Ocakçıyla, Askıcı Hasan sanki ona duyurmak için konuşuyorlardı. Şimdiki gibi gülümsemişti. Belli ki, onca insan işkenceden geçirilirken işkence görmemiş olmayı onurlarına yediremiyorlardı. İşkence görenlerle sokakta karşılaştıklarında selam vermeye bile çekinmişlerdir. Bİr nevi, bu utancı böyle, sağdan soldan duydukları bölük pörçük işkence anılarını kendileri yaşamış gibi anlatarak gideriyor, ruhlarını sağaltıyorlardı. Şimdi yalan söyleseler de, bu yalan dünkü davranışlarının utancından kurtulmanın aracıydı. Tıpkı din gibi, gerçeğe karşı ruhlarını uyuşturuyorlardı yalanla. Belki içten bir merhaba deseler ruhları daha iyi sağalırdı. Hiç kızmamıştı onlara. Ne onlara ne de ortama uyan lümpen tiplere. Bu lümpenler de yalancı kahramanlık karakterleri haline geldiğinden işkence gördük diye türlü hikayeler uyduruyorlardı. Her dinleyişinde gülümserdi bu yarısı gerçek bir işkence görenden duyulmuş, yarısı uydurulmuş hikayelere. Şimdi aklına gelmiştiişte ve yine gülümsedi anlayışlı bir hüzünle. Çayına uzandı, yeniden gözü takıldı ekrana, baibakan hala konuşuyordu; dayanamadı, “ulan utanma, bir de idam edilmdim de, nasılsa sen söyleyince kimse anlamaz idam edilenlerin öldüğünü...” dedi ve midesinde bir bulantıyla sustu.

Erol Zavar – Mahmut Soner