Kuşlar öter mi Derdo
Senin viranende
Kırık çeşme taşı Derdo
Ağıt yakar mı
Yarım kalan sevdalara.
DERDO
Her üç adımda bir adına baraj denen kelepçeler vurulmuş olsa da yolunuz düşerse görebilirsiniz. Aras nehrinin eskisi kadar olmasa da ama hala gürül gürül ve inatla aktığına… Hatta yolunuzun düşmesini beklemeyin gidin görün hem Aras’ı hem de Aras boyunca uzanan kimi vadilerdeki Kürt köylerini. Ben çok kereler gittim her gittiğimde götürdüğümden fazlasını aldım. Aldıklarımdan biride Derdo2nun hikayesinden bir kesit olan bu yazacaklarımdır.
Hemen belirteyim ki asıl adı Derdo değildi. Ama ben ona Derdo derdim. Çünkü bu isim anlatacaklarımla tam olarak uyuşuyor, örtüşüyor.
Birkaç hafta önce öğrendim Derdonun öldüğünü, çok üzüldüm epey de hüzünlendim. Hani derler ya iyi insanlar çabuk ölür diye. Bu defa o iyi insanlardan biri uzunca yaşayabildi ve gözlerini yumduğunda 93 yaşındaydı. Ve keşke beş yüz yıl daha yaşasaydı. Onu yirmi yıl önce tanımıştım. O zamanlar henüz on dokuz yaşımda genç bir devrimciydim. Onu ilk gördüğümde kanadı kırılmış bir serçe kuşunun kırık kanadını sarıyordu iki ince tahta çıta parçası ve az biraz iple. Başlarda bana pek yüz vermemişti. Ama yıkılmaya yüz tutmuş ve o koca evin duvarlarındaki kabartmalar ve özelliklede kurumuş ve artık su sesine epey bir hasret kalmış yani bir tuhaf bir anlatılmaz ayrılık acısı çeken çeşmenin, üstünde iki kuğu kabartmasının olduğu ve neredeyse iki metrelik o siyah taşıyla ilgilendiğimi görünce sanırım bana toy bir delikanlıymışım gibi bakmayı bıraktı. Aslında epey merak ediyordum bu evi daha doğrusu ne oldu da bu koca ev neredeyse böyle viraneye döndüğünü. Hele de hayli büyük olan tahribatın son yirmi, yirmi beş yılın bakımsızlığından kaynaklandığı ortadayken. Zira bin beş yüz yıllık bir harabeyle 30 yıllık bir yıkıntının arasındaki farkı anlamak hiçte zor değildir. Mesela Derdonun evi; bir kısmı hala sağlamdı geriye kalanlar ise değildi fakat hasar daha çok tavandayken duvarlar hala inatla ayaktaydılar. Evet meraklanmıştım. Mesela şu koca ağaçlara tırmanan ve sürekli düşen sonra gene düşen sonra yine düşen fırlama çocuklarıyla üç köy… Ne oldu burada… Hayatın bir yerinde bir vurgun yemişti Derdo. Koşup gelen bir cankurtaranda olmamıştı ya da olmuştu da vurgunu öyle derin yemişti ki onu kurtaramamıştı. Bu yüzden sorularıma en basitinden başlamalıydım. Mesela bu yıkılmaya yüz tutmuş evin tarihi olabilirdi ya da bahçenin. Birçok yapı ve eser vardı. Tabi Dedo bu işe yanaşırsa zira pek de konuşkan biri değildi.
Bir iki gün daha geçti ve nihayet dut ağacının gölgesinde çar içerken cesaretimi toplayıp ilk sorumu sordum.
- Mam Derdo bu ev yani kasır ne zamandır böyle?
Direkt gözlerime baktı ve aslında sert sayılabilecek bir ses tonuyla soruma bir çeşit soruyla karşılık verdi.
- Bana bak bırak bunu, bir uyanık sen misin. Esas meseleye gel evmiş… ev dediğin dün boş aracıydı sonra birkaç insan taşı taşın üstüne koydu ve bu kasrı yaptı şimdide taş taşı atıyor sırtından bugün bakımsız az biraz da yıkık yarın virane öbürgün de tarla olacak umurunda mı dünyanın. İyisi mi bu alıştırmalık soruları sona hangisini sakladıysan ondan başla.
- Peki öyle yapayım. Ne oldu Derdo sana bu eve şu kurumuş çeşmeye af buyur ma nasıl bu hale geldiniz?
- Uzun hikaye
- Benim zamanım var
- Senin kuşağa göre değil sıkılırsın. Görüyorsun işe burada ev yok, çeşme yok, bahçe yok burası koca bir mezar.
Ol halde niye burada yaşıyorsun. Bu evin bir tek duvarına servet öderler. “Benim” dedi setçe “servete filan ihtiyacım yok.”
- Sen sor dedin Mam Derdo bende sordum niye kızdın şimdi bana?
- Bana bak uzatın ama, anlatmaktan vazgeçim
- Ama Mam Derdo
- Ne aması senin de Mam Derdonun da başlatma şimdi s….git buradan tüysüz velet sende.
- “İyi be gideriz” dedim “insan gibi sorduk. Ayıp ama torunun yaşında insana ettiğin lafa bak” Ancak dönüp henüz yürümeye başlamıştım ki.
- “ Burası bir mezar işte bende ölüsüyüm. Bir ölüyle konuşmak zordur. Bir ölünün konuşması da zordur” dedi. Döndüm yanına gittim ve sordum; “Mam Derdo anlatacak mısın yoksa anlatmayacak mısın?”
- Kimseye anlatmak yok ama
- Söz ama küfür de yok
- Yok şimdi otur şuraya kusuruma bakma edilecek laf değildi zaten.
Oturdum karşısına ve Derdo anlatmaya başlamadan önce “Sen çay doldur bende şöyle bir cigara sarayım kendime…” Çayı doldurdum o yavaş yavaş sararken tütünü çay mis gibi kokuyordu. Köz ateşinde demlenmiş, suyu Serhat çeşmelerinden çayı acemelinden. Tütün Adıyaman Pazarcık’tan ve arkada yıkılmaya yüz tutmuş harap bir ev ondan daha harap bir bahçe yaşlı bir adam on dokuzunda bir genç abartısız çok aykırı bir orkestraydık ama tuhaf derecede doğru notalara basmış ve doğru ritimleri atmıştık. Hayat ne garip şey!..
Derdo 17 yaşında gül bakışlı bir delikanlı kimi zaman çoban kimi elleri çamur içinde kerpiçte kimi de patosta ve saman dolu her yanı. İlk bu yaşta “nişanlayalım seni” deniyor. Ama yanaşmıyor Derdo. Kışları şehre gidiyor okumaya yazları köyde ise her işe koşturuyor. “Ne gerek var Derdo böyle çalışmana sen bir bey çocuğusun baban tenezzül etmez davarını saymaya. Haralarında yüz çift atı var da sen yayan dolaşıyorsun. Bu şehirdeki ilk otomobil bu kasrın kapısında durmuyor muydu. Bir elinin bir parmağıyla bir yeri gösterse sen ya da baban üç yüz adam anında üç yüz mermi atar oraya.” Ama Derdonun hiç kulak asası yoktu böyle sözlere. Dahası ona kalsa açar haranın kapılarını sonuna kadar hepsini salardı atların yılkıya. Ve bırakın üç yüz adamın üç yüz mermisini ister ki yüz çiçek açsın her gösterdiği yerde.
Daha hiç aşık olmamıştı Derdo istememekten değil sevememişti işte “Biri var biri o beni sevecek bende onu yokluğunda zaman duracak, güneş duracak gece duracak ve varlığında hiç ölmeyecekti Derdo. Dağlarda kurtlar artık parçalamayacaktı ceylanları parçalamayacak, yılanlar dokunmayacak yollarına çıkanalra ve kuşlar bırakacaklar o ürkek o telaşlı hallerini onlarda güvenecekler herkese ve her şeye ve her şeye işte o zaman Derdo bir aile kuracaktı ve de artık mermer büstü çürümeden kimse ölmeyecekti.
Önceleri “nişanlan Derdo” diye başlayan cümlelerin yerini artık “evlen Derdo” diye başlayan cümleler almıştı “Evlen Derdo bak yirmisine geldin! Evlen yirmi bir yaşını bitirdin oğlum! Evlen yirmi üç! Evlen yirmi dört! Bak bitti üniversite evlen Derdo. Yaşın yirmi beş avukat adamsın artık, kur yuvanı, evlen Derdo.!” “Olmaz” demişti Derdo her seferinde sevdiğim biri yok ki evlenebileyim. Elbette taşa can vereni bulmak değildi amacı ama en azından bir gülüşüyle bir bakışıyla ona en azından derdi kederi. Unutturacak olanı istiyordu. Bir defasında anası “öylesi yok Derdo” demişti ve o da “vardır ana vardır bu susuzluğu giderecek biri vardır. Belki bir nehirdir şimdi akıyor belki bir tasta su bekliyor. Bağışla beni isterim tabi seninde torunların olsun. Ama sevmediğim biriyle bunu yapamam çünkü bu insanın susuzluğunu bir bardak su yerine bir tas kanla gidermeye çalışmasıdır. Yoksa bende biliyorum dünden hazır olanlar Derdo ile evlenmeye ama aslında onlar beni değil babamın servetini istiyorlar. Ben her şeyin farkındayım”
Siyah bir taş vardı derenin kıyısında Derdo elinde bir çekiç bir keski vurdukça keskiyi keski vuruyor siyah taşa, taş ses veriyor çekiç ses veriyor, keski ses veriyor. Taş öyle bir tak ki her darbede kıvılcımlar saçıyor etrafa. Derdo da sabır ne ise taşta direnç o. Nihayet bir buçuk ay sonra çıkıyor taşın içinden bir kuğuı başı. Bu büyük bir zafer. Çekiç keski kıvılcımlar ses karışıyor sese ama hala taş demir taş inat. Derdo bir sabır çekiyor üç ay sürüyor. Ve ortaya kantalar çıkıyor!.. bir sabır daha ve nerden baksan iki ay daha artık bitmek üzere siyah taşa işlenen siyah kuğu. Ve işte burada bir gün bir ses duyuyor Derdo irkiliyor birden ortaya çıkan bu sesle ses diyor ki;
"Bu çok güzel" ve Derdo'nun irkildiğini fark edince de şöyle devam ediyor. “Kusuruma bakma korkuttum seni, hata bende böyle sessizce arkadan gelip konuşunca”
“Ziyanı yok” diyor Derdo toparlayarak kendini ve ekliyor “dalmışım işe bende de hata var bir insan etrafına biraz olsun bakınır”
- Siz sanatöı mısınız daha doğrusu heykeltıraş?
- Yok bende nerede o cevher
- Hiç öyle görünmüyor bu kuğu güzel olmuş, kolay şey mi taşa böyle demir gibi bir taşa bunu yapmak. Benim naçizane fikrim tabi ama bence sanatçı olmalısın. Bu arada dedi birazda utanarak bek ne kabayım daha ismimi söylemedim ben Gülsinem az ilerdeki ören yerinde kazı yapıyoruz ben arkeoloğum deyip elini uzattı.
Sıktı elini Derdo “benimki de Derdo, kazı alanını görüyorum her gün nasıl peki çıkıyor mu bir şeyler” dedi.
- Çıkıyor tabi daha çok tarihi değerde yazıt, heykelcik vb. yani hazine bulduğumuz yok.
- Hiç altın bulamadınız değil mi?
- Bulamadık
- Elmas?
“o da yok” dedi gülerek.
- İyi o zaman şanslısınız
- O neden? Altın bulmak şansızlık mı?
- Sizin için öyle. Bırak bir hazine dolu oda bir çeyrek altın bulsaydınız görürdünüz o zaman bizim köylüler kazma kürek ve dinamitle nasıl yok ediyorlar orayı.
"Doğru, yani orası öyle" dedi Gülsinem ama birazda şaşırmıştı bu köylü gencin kültürlü haline sonra “neyse” dedi “dönsem iyi olacak arkadaşlar merak eder” ve dönüp birkaç adım atmıştı ki durdu ve yüzünü dönerek eliyle siyah kuğuyu göstererek “bu çok güzel ama neden yalnız” diye sordu. Derdo sakince cevapladı.
- Yalnız değil sadece eşi daha gelmedi.
- Tabi anlıyorum yaptığında gelecek
- Yok şimdilik sadece bu var eşi geldiğinde yapacağım
Hiç bu cevabı beklemiyordu genç kadın. Hele de kırsalda bir köylüden. “Adama bak” diyordu içinden “taşa kendini yapmış daha doğrusu bir kuğunun içine saklamış kendini var bunda bir şeyler.” Oradan bu düşünceyle uzaklaştı. O gidince de yeniden başladı çekiç keski taş darbe sesleri. Saçılan kıvılcımlar, Derdo bir taşa döküyordu yalnızlığını ve özlemlerini. Kürt insanı işte dili var konuşmaz dili var paslı kilit, dili var kale kapısı büyütür içindekini sessizlik duvarının arkasında. Kadınları halılara döker her ilmekte bin özlemi bin sevdayı ve ayrılığı, hayallerini düğümler bir çaputla bir söğüt dalına, halılar kilimler dolar turnalar ceylanlarla ve erkekleri taşa nakşeder aynı sebeple turnaları aynı ceylanları. Bu yüzden bir heykel bir halı iki satırlık bir dize, beş, on, on beş yıllık özlemleri, acıları, sevdaları, ayrılıkları anlatır ama çoğu kez anlaşılmazlar. Serer biri o halıyı yere ve kirli ayaklarıyla dolaşır üstünde öteki götürür güzelim heykeli itin kulübesine taş yapar. Ama tüm bu vefasızlığa rağmen gene de çok konuşmaz Kürt insanı konuşsa da esasa hiç girmez çünkü silahını eşkere eşkere taşır sevdasını gizli saklı.
Birkaç gün sonra Derdo kazı yapılan ören yerine gitti. On ile on beş arası insan toz toprak içinde çalışıyorlardı. Onun geldiğini gören Gülsinem yanına gelerek “Hoş geldin” dedi “Hoşbulduk, buldunuz mu” diye sorarak cevapladı Derdo.
- Neyi buldu mu?
Güldü Derdo “neyi olacak” dedi “altını, gümüşü”
- “Yok yok bulamadık” dedi gülerek genç kadın.
- Desenize zengin olamayacaksınız.
Güldü kadın. Burası önemli bir yer bakma güldüğümüze tarihe bir nebze ışık tutmak altından çok daha değerlidir.
“Bence de” dedi Derdo
- Eee senin kuğudan ne haber hala yalnızlık çekiyor mu?
- Yalnızlık değil onunki sadece gelecek olanı bekliyor.
- Yani daha bitmedi
- Bitecek
- Anladım eşi geldiğinde peki ya sonra oradamı bırakacaksın güzelim eseri.
- Yok orada kalırsa sel götürür. Bitince oradan taşırım. Düzgün bir yere koyarım ya da toprağın altına böylece bin yıl sonra meslektaşların bulur onu.
- Boşver toprağın altını sen onu okulun yanına ya da köyün girişine koy daha iyi olur.
- Aslında evin önüne koyacağım.
- O da iyi fikir. Evin hangisi buradan görülüyor mu?
“Evet” dedi Derdo ve eliyle köyün girişindeki büyük kasrı gösterdi. “Ciddi misin” diye sordu kadın “senin ev dediğin şeye Avrupa’da şato deniyor.”
- Biliyorum bizde de Kasır deniyor ama bence ev demek daha iyi. Tek farkı biraz daha büyük.
“Biraz mı” dedi Gülsünem gülerek, "Biraz" dedi Derdo.
Gülerek devam etti genç kadın “Biliyor musun biz arkadaşlarla sizin eve yani biraz büyük eve bakıp bakıp onu konuşuyoruz. Hem de sık sık. Çünkü hocalar onun iki yüz yaşından fazla olduğunu söylüyor”
- İncelemek mi istiyorsunuz?
- İyi olurdu
- O halde akşam yemeğine misafirimiz olun.
- Ama böyle zorla davet ettirmiş gibi oldum
- Hiçte öyle olmadı. Davetinde de ısrarcıyım. Hem incelemek istemiyor muydunuz. Ben tüm ekibe o fırsatı veriyorum.
- Biz kalabalığız ayıp olur sığmayız oraya
- Oraya yüz insan geldiğinde bile yarısı boş oluyor hem biz kalabalığa alışkınız.
- Kalabalık bir ailesiniz yani kaç kardeşsiniz ki?
- Tek çocuğum ben. Kalabalık derken dost akraba arkadaş ziyaretlerinin sıklığını söylemek istemiştim. Bundan da hiç şikayetimiz yok
- Davet için teşekkürler ama zaten hoca izin vermez.
- Neden?
- Çünkü biz toz toprak içindeyiz hazırlanıp yıkanıp temizlenmek tüm öğleden sonrasını alır. Profesör buna hayatta olur vermez.
- Tamam hangisi profösör?
“Şu” dedi Gülsinem “sol tarafta gri pantolonlu olan”.
- Bütün öğleden sonra değil mi?
- Evet anca hazırlanırız.
“Peki sen az bekle” deyip Derdo doğruca gri pantolonlu adamın yanına gitti. Onunla tokalaştı kısa bir diyalokluktan sonra yeniden tokalaştılar ve Derdo geri Gülsinemin yanına döndü, gülümseyerek ona şöyle dedi “sorun çözüldü şuandan itibaren herkes izinli”. Gülsinem ise oldukça şaşırmış olarak sordu “Ama nasıl başardın?”
- Kolay oldu
- Adam keçi gibi inatçı ve aksi biridir. Doğru söyle nasıl ikna ettin?
- Dedim ya kolay oldu ona kasrın bahçesinde bir yer altı mabedi olduğunu söyledim yetti.
- Evet bir tarihçiyi nasıl ikna edeceğini biliyorsun.
Kazı ekibinin tamamı akşam yemeğini geldi, yemekler yendi çaylar içildi ve Derdo’nun babası onları ertesi gün içinde davet yemeğe davet etti. Birkaç gün daha böyle geçti. Kazı ekibi ya öğlen ya da akşam yemeğinde kasırdaydı. Anne ve babası ise bu durumdan oldukça hoşnuttu. Annesinin memnuniyetinin nedeni Gülsinemdi babası ise zaten hep severdi kültürlü aydın yazar ressam insanları ağırlamayı. Kendiside zaten bir bey çocuğuydu ve diğer bey çocukları gibi Avrupa üniversitelerinde eğitim görmüştü. Bu nedenle kasrın kapılarını sonuna kadar açmıştı kazı ekibine. Yer altı mabedini bizzat kendi gezdirmişti daha ilk andan da ısrarcı olmuştu tüm ekibin geceleri kasırda konaklaması için ve sonunda da istediğini elde etmişti.
İki ay sonra ise Gülsinem artık istemiyordu Derdoyla konuşmadığı, gülmediği, dertleşmediği bir anı olsun. Alışmıştı ona kazı yerinde, oraya giderken, oradan dönerken, ille onunla yürümeli, onunla durmalıydı. Biri bir bardak çay doldursa ille de Derdo orada olmalıydı. Kısacası şehre indiğinde, patikalarda dolaştığında, sustuğunda, güldüğünde hep onu istiyordu. İnceydi Derdo kibardı hiç öyle bey çocuğu havaları yoktu az konuşur çok şey ifade ederdi. Üç dil biliyordu ve iyi bir avukat olduğunu daha mesleğe başladığı yıl göstermişti. Ama yine de onu dağlarda davar güderken bulabilirdiniz ya da bahçe bellerken. Çünkü dünyanın en büyük kalbini taşıyordu. İşte Gülsinemde tam da bu kalbin onun olmasını istiyordu. Ama nedense, nedense ve nedense haftalardır bekliyor olsa da Gülsinem, hadi Derdo söyle diye, diye baksa da gözlerinin içine Derdo söylemiyordu. Açılmıyordu ve dahası hala tek başınaydı siyah taşın üstündeki kara kuğu. Gülsinem nefret ediyordu artık o taştan o kuğudan, susmasından, açılmamasından Derdo’nun. Şüphesiz ki hiç dile gelmemiş olsa da Gülsinemin aklından en çok geçen cümle şuydu: “Ne bekliyorsun be Derdo neden açılmıyorsun be aptal çocuk” fakat Derdo konuşmuyor o konuşmayınca da genç kadın gurur yapıp hiç konuşmuyordu.
Sonunda ilk karlar düşmüştü Serhatta. Bu kazının bahara kadar ertelenmesi demekti ve tabi tüm ekibin İstanbula döneceği anlamına geliyordu. Gülsinemde tabi gidecekti. Hatta bindiği şark experisinin dört nolu yolcu vagonunun üç numaralı kompartmanında otururken hala aklında Derdo vardı. Bırakalım siyah taşa kuğunun tekini yapmayı doğru düzgün vedalaşmamıştı bile. Gülsinem bundan dolayı mutsuzdu, kırgındı ve öfkeliydi. “Sevmeyeceğim artık bu öküzü” diyordu içinden hem de sık sık.
Gitti Gülsinem ve serhatın karı yine buldu üç dört metreyi. Başlamıştı beyaz kuşatma, başlamıştı ayaz sancısı, başlamıştı bacalarda kara duman. Çiçekler, kazı yeri, yollar kar altındaydı. Kar altındaydı, kurtlar, boz ayılar, insanlar. Hiç kazanamayacağı bir savaş döngüsü yeniden başlamıştı. Kapılarda kar, dışarıda ayaz, içeride umut bu kışta kazanamayacaktı kar. Çünkü bu kışta gebeydi atlar, koyunlar, insanlar. Baharda ilk kardelenle ilk doğumla geri çekilecekti. Bitecek parçalanacaktı beyaz kuşatma son kalıntılarını da coşkun alan sular söküp atacaktı. Kar altında hayat devam ediyordu Serhatta. Ve hiçbir şey kolay değildi. Eldeki tek şey şafakta bekleyen bahardı.
İşte bu beyazın, bu ayazın bu inanılmaz savaşın ortasında çıkıp aniden gelmişti Gülsinem. Oysa giderken trenin ilk hareketiyle karar vermişti sevmemeye Derdoyu. Ama akıl kârı değildi bu. Sevmeyecekti Derdoyu ama kompartmanda yoktu Derdo. Olsaydı keşke sevmeseydi. Sevmeyecekti Derdoyu ölesiye kararlıydı tren Erzurum Garı’na girerken keşke peronda onu bekleseydi Derdo. Sevmeseydi Derdoyu tren Ankara Garı’na girerken orada olsaydı keşke. Derdoyu sevmeyecekti ama ne güzel olurdu Haydarpaşa garında açıp iki kolunu “hoş geldin sevgilim” deseydi. Çok kararlıydı sevmeyecekti Derdoyu fakülte amfilerinde, deniz kenarında ,ev de, okurken, uyurken daha doğrusu onun yüzünden uyuyamazken, hatta minik bir bebek gııı dediğinde bile sevmeyecekti Derdoyu. İşte şimdi beş günlük tren yolculuğu bir günde şehirde zorunlu konaklama peşinden de altı saatlik at kızağı yolculuğuyla bu ayazda ve ince bir battaniyenin altında tir tir titreyerek kasrın kapısında, ilk adımını attığında geniş hole “hoş geldin” dediğinde bile içten ve samimi sesiyle Derdo o hala kararlıydı delicesine sevmeyecekti Derdoyu.
Ertesi gün Derdo gitti siyah taşın olduğu yere. Ama kışın ortası taş metrelerce kara gömülü. “Kolay” dedi Derdo ve başladı küremeye karı. Üç metre eşti ve durdu çünkü artık kürek işe yaramıyordu. Bundan sonrası buzdu. Artık işe kazmayla çalışacaktı. Ne kar ne buz durdurabildi onu. Sonunda ulaştı yalnız kuğuya. Hemen sonra bir kulube yapt Derdo karı ve buzu bir süre engelleyebilecekti. Hatta bu amaçla küçük bir soba bile kurdu içeriye. Ertesi günde derhal işe koyulmuştu.
Akşam yemeğinden sonra Gülsinem sormuştu “Senin kuğu hala yalnız değil mi?”
- Evet
- Niye eşi gelmedi mi?
- Çoktan geldi de ben tembelim galiba
- “Öylesin” dedi sertçe “tembelsin ve dahası da”
- Dahası da?
- İnatçı bir keçisin ve korkak bir serçesin
Sadece gülmüştü Derdo Gülsinem ise “Gülme be konuş artık” demişti.
- Bir hafta daha ver bana
- Sadece bir haftan var Derdo o kuğunun tekini yapın yaptın yoksa seni boğacağım
- Bir hafta daha ver söz.
Bu defa gülümseyen genç kadın olmuştu sonrada şöyle devam etmişti “azıcık cesur olup yazın yapsaydım diğer kuğuyu ikimiz şimdi çok daha başka şeyleri konuşuyor olurduk. Ama çekeceksin cezanı ben nasıl çektiysem. Cehennem kadar yol tepip geldim. Sen şimdi kışın ortasında o kuğuyu yapta oran buran donsun da aklın başına gelsin.”
Karıştı ertesi gün yine çekiç sesi taş sesine. Ama nasıl olduğunu Derdonun anlamadığı bir şekilde daha önce birkaç ayda yaptığı işi beş günde yapmıştı.
“Bitti” demişti Derdo altıncı günün sabahı.
- İyi, ben ne zaman göreceğim?
- Yaz başı
Kadın çok bozuldu bu lafa. “Bak Derdo onca yol geldim sen yazın diyorsun ne kıymetli şeymiş bu taş.
- Taş değil kıymetli olan sensin ben sadece onu şimdi değil bahara onlar için yapılan yerde yanı çeşme başında görmeni istiyorum.
Sonra tutup elini Gülsinem’in “boş ver o taşı ne iyi etinde geldin. Ben korkağın biriyim bu yüzden gelmedim ama sen cesur çıktın. Boşver taş orada ama yapan burada işte avuçlarında duruyor” dedi.
Yumuşadı birden genç kadının kalbi ve birden her şey değişti hani sevmeyecektim bunu diye düşündü oysa çoktan kapılmıştı ona. Artık bütün peronlarda hoş geldin sevgilim diyecekti ona Derdosu.
Hiç dönmek istemese de 15 gün sonra dönmek zorundaydı Gülsünem. Çünkü sömestri tatili bitmek üzereydi ve fakülte amfisi onu bekliyordu. Ders verecekti yeni arkeolog adaylarına. Sonunda o gün geldi ve Gülsünem’i tren henüz başlamıştı ki hareket etmeye Derdo nefret ediyordu trenlerden, arkeolojiden, İstanbuldaki üniversiteden ve bin yıl bile sürmeyen sömestri tatilinden. Gülsinem de Derdodan daha azını istiyor değildi hem de epey önceden başlayarak.
Nisan başlarında karların çoğu erimişti ve sağda solda çoktan yırtmıştı beyaz örtüler. Mayısta ise hiç kalmamıştı. Böylece siyah taşın eski yerinden alınarak yeni yerine, çeşme görevini görecek yere taşınmasının da önü açılmıştı. Ve Mayıs’ın on beşinde iki kuğunun arasından gürül gürül akıyordu Derdo’nun çeşmesi.
Mayıs sonu Derdo çalıyor Kadıköyde iki katlı bir evin kapısını, açılıyor kapı iki sevinçli kol dolanıyor boynuna ve çekiyorlar onu içeriye. Böylece başlıyorlar iki aşık tek yürekli bir hayata. Ne imam ne resmi memurlardan ne de tanrıdan izin almadan iki olan dönüyor bire. Bitiyor bekleyiş bitiyor acabalar soluklarında donup kalıyor zaman.
Temmuzda dönüyorlar. Düğün yapıyorlar tarihi kasırda. Resmi nikahı belediye başkanı kıyıyor. On beş yıl geçiyor mutluluk içinde ve her anı aşkla dolu akıyor bahçedeki çeşme gürül gürül. Gülsinem profösör unvanını alıyor ve ders veriyor üniversitede. On altıncı yıl önce annesi ölüyor üç yıl sonrada babası. İki yıl daha geçiyor. Derdo tüm atlarını yılkıya bırakıyor “neden” diye soruyor Gülsinem “her biri bir servet bunların. Hepsi” diyor Derdo “hepsi dağlara ait ovalara yaylalara üç günde yabanileşirler, özgür olurlar esas o zaman güzelleşir seyirlerine doyum olmaz.” Bir iki yıl sonra bu defa tarlaların tapularını dağıtıyor köylülere, ateş püskürüyor buna Gülsinem çok kızıyor bağırıyor ama Derdo kararlı “Hepsi zaten onlara ait zamanın bir yerinde bir şekilde ellerinden alınmış. Yıllardır sırtlarından geçiniyoruz bu ağrıma gidiyor. Beni en çok sen anlamalısın en çok sen desteklemelisin” diyor ama Gülsinem’in cevabı hiç beklemediği şekilde oluyor diyor ki “Destek olmak mı. Boş versene bir dervişle evlenmedim ki bunlar için destek vereyim” Derdo anlıyor artık bazı şeylerin ölmeye başladığını ama yinede tavrını değiştirmiyor. Birkaç ay sonra Gülsinem birkaç haftalığına İstanbula gidiyor. Ama oradan Fransa’ya geçiyor giderken en fazla 20-25 gün demişti. Ama üç ay sonra dönen tek şey Derdonun imzaladığı boşanma evrakları oluyor. Aynı yıl Derdo kapatıyor şehirdeki hukuk bürosunu ve bırakıyor avukatlığı. İki sene sonra gazetelerde bir haber çıkıyor “ünlü profösör Meksika’da kazı yapıyor” diye. Derdo gülümsemekle yetiniyor. Bir yıl sonra ise Gülsinem yine gazetelerde. Samur kürk içinde New Yorkta beşinci caddede ve altta birkaç satır yazı “ünlü arkeolok New Yorklu ünlü emlak milyarderiyle nikah kıydı.” Derdo yine gülümsemekle yetiniyor. Ve bir kazma darbesiyle kuğulu çeşmenin suyunu kesiyor. Altı ay sonra ise yeni bir haber çıkıyor Gülsinemin mülti milyarder kocası yolsuzluktan tutuklanmış ve sırf kaçırdığı vergilerden dolayı otuz beş sene ceza almış. Simsarı tek celsede boşuyor Gülsinem. Bundan bir ay sonra bir sabah saat on gibi siyah bir şavrolet yanaşıyor kasrın kapısına içindeki yolcu ünlü profösör Gülsinem’den başkası değildir. Ama arabadab inen bu hanımefendi artık hiç mi hiç benzemiyordu siyah taştaki kuğuya ya da o karda kışta at kızağıyla gelip kapıda ben geldim diyen genç kadına. Bir hafta kalıyor tarihi kasırda. Ama kasır eski günlerine öylesine uzaklaşmış öyle yalnız ki ne o kimsenin umurunda ne de o umursuyor geleni gideni durumun farkında konuşuyor Derdoyla anlatıyor bir şeyler Derdo diyor ki “Sen dere boyunda gördüğüm kadın değilsin, ben ören yerinde tozun toprağın içindekini sevdim, gözleri sevinç ve heyecan doluydu onu şu taşa çizdim ama o artık yok. Bak ne o var ne de ben. Ben atları özgür bıraktım sen gidip samur kürk giydin. Sen gittin ben öldüm. Şimdi döndüğünü sanıyorsun ama dönen başkası. Ama beni öldüren döndürebilir hayata başkası değil. Bak köylüler kendi toprağını ekip biçiyor git gör daha mutlular ve o saldığımız atlar şimdi yılkıda izlemeye doyum olmuyor. Sen bir tercih yaptın biz öldük. Sana git demem çünkü bu ev senişnde sayılır benim olduğu kadar ama hepsi bu kadar.”
Gülsinem son bir umutla diyor ki “ama bak kuğular hala taşta”. Gülümsüyor Derdo “Onlar” diyor artık başkalarının hikayesi.
Ertesi gün çıkıp gidiyor Gülsinem, Derdo bizzat taşıyor onun valizini ve bakmıyor arkasından araba uzaklaşırken.
İşte böylece bitiyor o büyük sevda. Ondan geriye virane bir kasır ve susuz çeşmedeki çifte kuğu kalıyor. Yani en görkemli kasır ne bahçe ne gürül gürül akan çeşme.
Adeta soluk alamadan dinledim hikayesini ve “bitti” diyene kadar da hiçbir şey sormamıştım. O yeniden susunca bir süre bekledikten sonra “Mam Derdo” diye başladım “Mam Derdo eminim bunu sana daha önce soranlar da olmuştur neden yeniden sevmedin?”
- Nasıl yani?
- Nasıl mı, yani işte bayağı yeniden sevmek
- Olmaz öyle şey, yeniden sevmekmiş olacak şey mi?
Diye kestirip atarcasına söylendi. Durumu düzeltmek için dedim ki “Mam Derdo seni kızdırmak istemedim.” Ama o aynı sertlikle devam etti.
- Kızdım ama. Sizin kuşak hep böyle. Bir tuhafsınız. Severken bile bu yürümezse yeniden severim diyorsunuz. İnsan sevdasına böyle sahipsiz olmaz. Sevmek önce sende başlar önce tek kişiliktir. Bezende iki olur. Sonra biri vazgeçerse bile öteki yaşatır. Sizde bu yok, olmadığı gibi bunu marifet sanıp övünüp duruyorsunuz.
“Haklısın” dedim “ama işte her şey gibi bu da değişiyor. Sizin dönemin sevdaları yok artık. Eskiler çınar ağacı gibi sevmiş derinden köklü o yüzden Leylalar mecnunlar, Keremler Aslılar çıkmış. Biz ise papatya gibiyiz ve ondan çoğu defa çıksa çıksa yalancı papatya falları çıkıyor.”
“Papatya mı” dedi sorarcasına ve devam etti “papatya ha! Papatya boş versene sen bu süslü lafları ben hiç bu sene burada ertesi sene farginde açan papatya görmedim. Bizim için gece gündüz neyse papatyalar içinde yaz kış odur. Onlar kışın uyur yazın uyanırlar ama aynı dağda aynı düzde. Oğlum sizinki papatya değil bisküvi kutusu süslü püslü ama çabucak bitiyor hop elde kaldı boyalı kağıt.”
Doğrusu belli etmesem de çok pis bozuldum bu boş bisküvi kutusu benzetmesine ve içimden şöyle diyordum “Hani yaşına başına hürmeten sesimi çıkarmıyorum ama ayıp oldu şu bisküvi kutusu benzetmesi. Ne yani herkes biten bir aşktan sonra bir kasrı viraneye mi çevirmeli” ben bunları aklımdan evirmeye çevirmeye devam ederken. Bu kez o sordu.
- Kaç yaşındasın?
- On dokuz
- Kaç defa sevdin?
- Senin gibi hiç
- Benim gibi olması mühim değil
“Ne önemi var Mam Derdo” dedim sıkılarak aslında utanmıştım yok yanlış anlaşılmasın aşktan sevdadan değil ama karşımdaki adam altmış yetmiş yaşlarındaydı ve sadece bir defa sevmişti.
Oysa ben daha on dokuzundaydım ve … Hayır bu soru kesinlikle çalışmadığım yerdendi. Fakat birden gülmeye başladı sanki az önce bana sinirli çıkışan o değilmiş gibi.
“Boş ver” dedi kaçsa kaç koyun mu sayıyoruz. Oğlum tut sonkini o da ayrılmadıysanız gerisi hep ayrılık. Görüyorsun işte çözüm değil yeniden sevmek ne kadar sevmişsen o kadar da ayrılmışsın!”
Bu adam ne diye benim üstüme geliyordu ki hem de sanki yılların hıncını benden alırcasına. Artık iyice bir sıkmıştı benş bu papatya ve ayrılık hikayeleri. Ne yani böyle peygamber , din, tanrı kutsiyetleriyle yaşamak zorundamıydık aşkı. Dedim ki “Mam Derdo ben artık kalkayım yarın yine gelirim.” “Tamam” dedi ve ekledi “önce şu bardaklar ve demliği yıkayıp içeri götürüp rafa koy.” Bardakları topladım ve bu küçük görevi de kısa sürede tamamladıktan sonra oradan ayrıldım. Yavaş yavaş akşam çökmekteydi bir iki saate kalmaz etraf hepten kararacaktı. Ben ise Deliktaş düzünden vurup doğrudan doğruya bostanların arasından geçerek misafir kaldığım eve varacaktım. Ama o an fark ettiğim şeyden dolayı olduğum yerde çakılıp kalmıştım. Ayaklarım altındaydı koca Deliktaş düzü ve her yanı papatyalarla doluydu. O an fark etmiştim çay biter bitmez Derdonun yanından kaçışımın nedenini. İşte o koca bir papatya deryası buradaydı kışın burada uyumuş baharın burada uyanmıştı. Bir teki bile fargin’de açmamıştı. Benim aşklarımın hiç biri papatya değildi. Ben bu papatya deryasının içinde içi boş bir bisküvi kutusuydum ve daha bu yaşta çeplerim ayrılıklarla çoktan dolmuştu. “Hiç sevmiyorum” dedim “Hiç sevmiyorum seni Derdo. Papatyaları da ama en çokta bisküvi kutularını.”
Ertesi gün yine dutağacının gölgesinde çay içtik ama bu defa atlardan bahsettik. Başka insanlardan, onun ertesi günüde. Ben oradan ayrılana kadar sürdü bu. O gün bu gündür onun kadar büyük bir aşk acısı çeken kimseyi görmedim. Bir tuhaf yastı onunkisi. Bir ritüele benzemişti Gülsinemsiz yalnız ve ciğerleri kan dolu.
Farklıydık biz seninle Derdo. Senin pencerenden ben boş bir bisküvi kutusuydum. Benim penceremden görünen sen ise koca bir çınardın. Elbette farklıydık hem de çok. Siz ata biner öyle vedalaşırdınız sevdiklerinizle ve sevdikleriniz en az on beş dakika izlerdi arkanızdan gidişinizi. Biz ise uçaklarla yola çıkıyoruz ve sıfırdan yüze birkaç saniyede çıkan arabalarla övünebiliyoruz. Zaten yakında bir gün ışık hızına da çıkılır. Şimdiki kuşağın acelesi var. Ayrılmak için. Artık ne atların ardından bakan bir sevgili ne de peron boyunca yavaş yavaş hızlanan trene ayak ayak uydurmaya çalışırken el sallayan kadınlar erkekler. Bir vedalaşmayı bile çok görüyoruz kendimize. Hep uzaklara daha uzaklara gidiyoruz. Kaçarcasına anadan, sevgiliden, kardeşten en çok da kendimizden. Siz uzağa değil yakına giderdiniz biz ise uzağa, sizin yolunuz uzun olurdu bizimki kısa siz kısa siz demlene demlene ayrılırdınız hüzün dolu mevsimlere biz ise jet hızıyla cehennemin dibine. Siz tifodan ölürdünüz, veremden ve tek tek atardı ve tüfekleriniz, biz yalnızlıktan ölüyoruz yüksek binalardan atlayarak ve tüfek yetmiyor artık bize atom bombalarımız var bir şehri bir defada yok edebiliyoruz. Yine de inadına sevmiyorum seni iyi adam çünkü ben sadece içi boş bir bisküvi kutusuyum.
Son.
Aradan 20 yıl geçti. Derdo 2015 yılının Haziran ayında sonsuza dek yumdu gözlerini. Gülsinem hala yaşıyor mu bilmiyorum zaten onu hiç tanımadım. Söz verdiğim için Derdo hayatta olduğu sürece hikayesini yazmadım.
Sözümü tuttum işte. Mam Derdo… Ben hala ayrılıkları biriktiriyorum. Hala hiç kimse bakmıyor ardımdan kimse beklemiyor dönerim diye kimsenin de bana döneceği yok.
Deliktaş hala papatyalarla dolu uyudukları yerde uyanıyorlar. Yeni benzemiyorlar benim gibi boş bisküvi kutusuna!..
Rahat uyu Mam Derdo kuğular hala siyah taşın üstünde!
Ve hala özgür saldığın atlar Serhat yaylarında
Hoşça kal iyi insan
Hoşça kal Mam Derdo
31 Ağustos 2015
- 2 gösterim