YAPRAK ÇEKİMİ
Bir gün bir dağ kırlangıcı koca bir kayaya bir soru sormuş
“Gövdendeki bu yarık da nedir?”
“O yarık değil” demiş koca kaya ve devam etmiş “o benim kalbim”
“Ama ben oraya yuva yaptım” demiş şaşıran kırlangıç, kaya cevap vermiş
“İşte şimdi öğrendin yuvanın neresi olduğunu!”
Senin yuvan neresi okuyan insan, sokaktan geçen ince zayıf orta yaşlı kadının, tanıdığın insanların yuvası neresi? Tanıdıklarım yuvanız neresi? Benim yuvam neresi? Bin yıllara direnen ve kırlangıca yuva olan o koca kayam nerede?...
Sık sık kuşları dinliyorum. Uzun uzadıya ötüyorlar. Biz insanların tersine. Her şeyi sonuna kadar anlatıyorlar. Hiçbir şeyi atlamadan ve tadını çıkara çıkara. Biri öterken öbürü dinliyor, sonuna kadar, hem de hiçbir hecesini kaçırmadan. Oysa biz özet konuşuyor özet yaşıyoruz. Yani tam tersi bir istikametteyiz. Hatta daha kötüsü işi özet hissetmeye kadar vardırıyoruz. Örneğin dört ciltlik İnce Memed yerine cep boy ve elli altmış sayfalık polisiye saçmalıklarını okuyoruz. Dinlemekten başka bir fonksiyonu olmayan kulağımız en az kullanılan organımız oluyor. Artık ilanı aşkları bile iki kelimeye sığdırıyoruz “seni seviyorum” tabi haksızlık olmasın bazen coşup bonkör davranıyor ve üç kelimeye çıkıyor başına birde “ben” ekliyoruz. Kitaplar, öyküler, makaleler özet. Bu kelime kalabalığı kadar kötü birşey. Üç gün üç gece süren destanları, ağıtları, dengbejleri, geceler ve geceler boyunca anlatılan aşk hikayelerini özlemiyor muyuz? Aslında bu varlığımıza öylesine tezat ki çünkü ne kimsesiziz ne de yalnız, tersine çokuz, kalabalığız. Sadece bırakmalıyız, özet yaşamayı, anlatmayı, hissetmeyi. Çünkü kalbinin sığmadığı zaman insansındır, insanız, işte o an kuşlar gibi hiçbir heceyi atlamadan ve kaçırmadan söyleyecek ve dinleyeceğiz.
“Bazen hayatta böyle şeyler olur” lafı kadar saçma bir sözcük var mıdır? Bazen olur denen o şeyler bazen yani gerçekten de hayatımızın bazı anlarında mı oluyor? Bence hayır. Maalesef tersine hayatta bazen, bazı anlarda güzel şeyler oluyor. Açıkçası hayatımız acılarla dolu, ayrılıklarla, hasretlerle ve ve ve… Elbette bu normal değil değiştirilebilir ve değiştirmeliyiz de. Hayatta bunca acının ve sıkıntının olması insan mantığına ters ve saçma. Hatta bu zihnen köleliktir. Evet hayat bazen böyledir diyerek bunu normalleştirmek kelimenin gerçek anlamıyla zihnen köleliktir. Depremler bazen olur seller, toprak kaymaları, çığ felaketleri. Hayat elimizdeki bir şeydir. Onu biz yaratırız ve tamamıyla her şeyiyle bizim eserimizdir. İsteriz aşık oluruz, istemeyiz ayrılır. Duygularımız mucizevi şekilde harekete geçmez. Önce bir kırpıntıdır, hafifçe bir yel minik bir tohum tanesi. Onu koca bir selvide yapabiliriz küçük bir filizken öldürebiliriz de. Duygularımızın değişmesi de buna benziyor. Kendiliğinden değişmiyorlar. Duygu yaşayan bir şeydir biz yaşatırız ya da yaşatmaktan vazgeçeriz. Ama hangimiz kalkıpta “ben seni sevmekten vazgeçtim” diyebilir ki. Çünkü bu cesaretten öte dürüstlükle açıklanamaz bir şeydir. Bu acımasızlıktır. Biz sadece değişti deriz o anlayışla karşılar ve vazgeçtim diye anlar. Hepsi bu açıkçası mesele karmaşıkmış gibi yapılır ama değildir. Tabi ki vazgeçmenin nedenlerine gelince, nedenleri kimse kolay kolay kabul etmez, süslü kelimelerle de bunu anlatabilirdim ama çok geç artık çünkü düşen o yaprak artık o dalı taşımıyor dalda elbette gövdeyi ve gövdede…
Evet aslında bir yaprakmış dalı taşıyan, her titreyişiyle esen rüzgarlarda dala can veren kan veren. Dalda gövdeyi taşıt, gövde kökleri, köklerde dünyayı. Desem ki o yaprak titriyor kalbinde ya da kalbimde. Aslında bilinen hiçbir tarife uymaz bu hikaye iki bile değil sadece bir yaprak titriyor içimizde. Ucunda dal, dalda gövde, gövdede kök, kökde dünya. İşte aslı bu hikayenin yerçekimi felan palavra her şeyi bir arada tutan o yaprağın çekimi. Yoksa toz gibi dağılıp gidecek dağlar, denizler, şehirler, dünya hatta evren.sadece o küçük yaprak her şeyi ve hepsini birbirine bağlayan.
Biliyorum bu söylediklerime aptalca denecek. Çünkü bu dünya da iki kere iki dört ediyor. Öyle sınırlarını bilmediğimiz şu koca kozmosta dünyanın tuttuğu yer bir toz zerresi kadar bile yokken aptalca denecek yaprağın hikayesine iki kere iki dört etse, bir artı birde iki eder. Peki madem hesap bu kadar kesin ve tartışmasız doğru o halde niye bazen iki insan bir araya geldiğinde birbirini eksiltiyor niye bir artı bir iki etmiyor? Dahası niye birbirlerini tüketirler geriye sıfır kalana dek. Ayrıca öyleleri var ki on milyon tanesini dizin yan yana toplayın bir bile etmez; ki çoğu ezberlemiştir resmi tarihi, Sultan Mehmedin, Kanuninin hikayesini ama öğrenmesinde sakınca olmayacak kısımlarını. Yani bilmezler sultanların babaların kardeşlerin ok yayının ipiyle boğazlattıklarını. Ayrıca bir şey daha bilmezler ninelerini annenesinin adını, kapı komşularının acısını, kardeşlerinin dil yani gönül yarasını. İşte buyurun çarpın toplayın bunları üçer biner milyon milyon bakın ve görün sıfırdan küçük sayılarında sonsuz olduğunu… çarpmanın yutan damarlarıdır bunlar toplamanın sıfırı bölmenin tanımsızı ve sosyolojinin çapsız vakları.
Bir yalanı anlatıp durdular bize yıllarca usanmadan coğrafya derslerinde. “Dünya yuvarlak ama top gibi değil portakal gibi basık kutuplardan, biraz enli ekvatordan” oysa enli menliden ziyade dünya epey bir yamuktur 220 derece yana yatıktır ve bir bölümüde içeri göçmüştür. Ne portakalı dünya bir yanağı ötekinden daha küçük bir elmaya benziyor. Pek tabi esasen bu haliyle dünya gayet güzel. Ama üç beş paragöz karton küresini yapıyorlar dünya değil sanki lolitop şekeri, yusyuvarlak cam gibi parlak ne leke ne karadumanları yanardağların. Oysa bu halinden memnun dünya ama şu maymunun torunu onu şekere benzetip sata peşinde-. Hepsi bu değil dünyanın öyle bir renkli çizimler var ki, bir kesit çizimidir bu ama ne kesit, karpuz gibi yarıp almışlar koca bir dilimi, bitki örtüsü, toprak, taş küre mantolav ve ortada en merkezde kocaman çelik bir bilye hepsi hikaye. En merkezinde o yaprak var. “Bir yaprağın ömrü nedir ki?” diye soranlarda olacaktır. Haklı bir soruda sayılır bir yaprağın ömrü kısadır ama sandığımız kadar da kısa değildir. Bazen düşer o yaprak aslında sık sık düşedebilir. O zaman da yeniden yeniden yazılır bu öykü.
Sadece bir yaprak demeyelim. O bir yaprağın gücü yeter hayatı ve her şeyi bir arada tutmaya. İnanmalı onun kendi içinde taşıdığına evrenin bütün sırlarını ve elbette bizimkileri de. Kimyayı fiziği onların insanı çıldırtan sorularını, hatta cevaplarını, ol ya da olma, farkındasın ya da değilsin. Gerçek bu kadar basit değilse de en kolay anlatımı bu. Dalı yaşıyan yaprak sığmaz kitaplara.
AMA!
Sonra birden düşer yaprak, çoğu kez solmaya bile vakit bulamadan. Çözülür bir buluttan çözülen yağmur damlaları gibi. Yani eksilir gibi damla damla, milyarlarca parçaya bölünür gibi. Yaprak düşer ve dağılır evren döneriz fiziğin soğuk yasalarına, vurunca acısı düşen yaprağın göğsümüzün içinde dal gövde kök yanar sızım sızım. Kapkara katran kokan bir zakkum filizlenir. İşte o an iki kere iki dört eder.
Elbet o zaman döner dünya güneşin etrafında ve yerçekimi başlar bizi çekmeye yükseklerden yerin dibine doğru. Onulmaz yaradır için çok geçmez kan dökülür o gül tenli dudaklarından. Artık dal taşır yaprağı, zafer bir kez daha yenik orduların Newton bir daha haklı, Ferhat ölmüştür o dağın içinde, çöl vurur mecnunu elinde yalnızlık taşıyordur yaprağı taşıyan dalı.
Bir kere başlayınca bu akış tersine dönmeye başlar güneş, su yakar ateş dondurur acı gibi değil bu düpedüz zehir gibi ustalar çıkar olur çıraklar kayıp karışır sel ve ateş, kök taşır gövdeyi gövde dalı yaprağı hepsini birden toprak işte bu bizim büyük zaferimizdir ama bedeli var bu aydınlanmanın. Kalp hayati bir organdır artık çarpmaz sevecen ve delicesine. Çok sürmez huzurda gelir peşinden ve başlarız yaşamaya dingin ve olgun yani biblo gibi, salonun bir köşesindeki o biblo gibi. Son engelde kalkmıştı, durunca kalbin deli gibi çarpması başlar kökü gövdeyi yaprağı taşıyan dünyanın güneşin etrafında yuvarlanması. Evren döner, maddenin, kütlenin ve enerjinin korunum yasalarına. Tek umudumuz kalır geriye, umudumuz ve en çok korktuğumuz yeni bir filiz. Çünkü o filiz boy verirse dal verirse açacak yemyeşil bir yeni yaprak. Ama istemeyiz bilsekte ölümcül bir eksiklik olduğunu yinede yaşasın madenin, kütlenin, enerjinin korunumu yasaları ve salonun köşesindeki biblolarımız.
An gelir uzak olur eskiden can olan. Artık duyulmaz kalbinin her atışı, her atışında söylediği çünkü o yaprak düşmüştür. Hayatın bir ritmi var yaprağında titreyişi. Gerçek her zaman hoşumuza gitmez ama delicesine güzeldir, sözcüklere kaleme sığmaz ama ayrılık telinden bir çalmışsa hayat ne yaprak vardır ne kök. Sanılanın aksine düzensiz ve akordu bozuk olmaz ayrılık telinin. Maalesef artık bölünebilir bir olan ikiye geriye bir kalarak iki olan nasıl birleşipte bir olmuştuysa. Tabi bu eski bir olmasa da elde kalan yinede budur. Son sürgün, son tomurcuk son tohum büyümeden, açmadan, filizlenmeden usulca ölür içimizde sessizce… Nihayet!
Bir şeyi hiç sevmeyecek olsaydım öylece peşinen “sevmiyorum ulan seni” diyerek olsaydım o kalbim olurdu.
Birini az hatta birazcık bile tanıdıktan sonra sevmeyecek olsaydım yine kalbim olurdu.
Birine sana müstahaktır, oh beter ol diyecek olsaydım
Birini epey bir tanıdıktan sonra sevmeyecek olsam
Birine saldırmak
Birini vurmak istesem
Birini yok etmek, kalbim olurdu
Birini tipsiz sıfatsız salak demek istesem
Birini tren raylarına bağlamak
Bir kaşık suda boğmak istesem
İğdam sehpasına
Zehir kuyusuna
Cehennemin dibine atacak olsam
O kesin kalbim olurdu.
VE
Çalar arka oda da telefon açan olmaz. Çalar çalar ve kesilir sesi ne zil sesi ne kalp atışı. Kurumuştur o nehir çekilince suları dün yuva olan onca balığına kuşuna bugün mezar olmuştur. “Sevmeyen gider ne olmuş üzülme senin olan zaten sendedir, sevda senindir” derdim, hani hep böyle denir ya, hiçte böyle değil. Giden yaşar kalan çok başka türlü yaşar. Ve bir daha hiç çalmaz telefon.
Sayfalara sığmayan nedir? Anlata anlata bitiremediğimiz. Her şeyin bir tarifi var denizin, ağacın, binaların, kelebeğin, meydanların bir tarifi var tarifini hiç beceremediğimiz, yenildiğimizi kabullenmeyip tekrar ve tekrar denediğimiz. Ne zaman bir gül görsek o ne zaman bir kelebek o ve ne zaman yaralı bir ceylan ne zaman solan bir gül…
Hayatın bizden aldıklarını sayarsak verdiklerini unutmuş olur muyuz. Elbette hayır sadece yaşamın bize verdiklerini bilmekte kaybettiklerimizin değerini bilmek kadar önemlidir. Bu yitirmek anlamına gelmiyor elimizdekini ama kesinlikle büyütmek anlamına geliyor.
Denir ki; “Gülün dikeni var!” Doğrudur ama yapraklar düştüğünde geriye sadece diken kalıyor. Bu mudur kuralı, bu yüzden mi içimiz dönüyor aşklar mezarlığına. Bu nedenle mi kızıp insanın kendi kalbine “taş olsaydım” demesi? Gerçi bu düşüncesizce bir laf sanılıyor ki taşın canı yok. Taşın da canı var!...
Sonrası kanı donduran sessizlik. Anlatacaklarının çok ya da az olmasından değil bir şeyi değiştirmeyecek olmasında. Su durur, köprüler akar gider aranda bir nehir, yüzersin yüzersin de aşamazsın, gidersin gidersinde başladığın yere dönersin. Mavinin altında karabulutlar gelip çöreklenir içine. Kararır kalbinin şafağı ağır kara bir fırtınayla, çakarda yıldırımlarını yakıp yarar geçerde kimseye sezdirmezsin ölürsünde kalkıp indiği için göğüs kafesin yaşayana sayılırsın. Çürür içindeki yaprak kaldıran olmaz cenazeni, gün doğar akbabalara. Gül büyüten aşkın kuzgunlara yem olur.
AMA YİNEDE
Hiç korkma yeniden döneceksin yaşamaya ve yeniden öleceksin. Kalk şimdi bir adım at ikincisi de gelir. Bir şakıya başla mırıldan bir şeyler gerisi gelecek. Kalk bu nehirden geçemezsin yola devam et yenisi gelecek köprüsü kıyısı mavi sinesi olan bir nehir hem de, devam et gerisi gelecek. Kalk yürü yeni bir filiz yeşerecek içinde ve dağılacak kalbinin şafağındaki bu kara bulut sonra gerisi gelecek… Gerisi hep gelir.
Aralık 2016
Ergül ÇİÇEKLER
1 NOLU F TİPİ CEZAEVİ
PTT CEZAEVİ ŞUBESİ
İZMİT/KOCAELİ
- 5 gösterim