Güneşle Sevişen Dağlar

GÜNEŞLE SEVİŞEN DAĞLARIMIZ

Çocukken belki uçuk belki delicesine hayalleri hangimiz kurmamıştır ki?... Evet delicesine hayallerdi ama zaten bu yüzden onlara binbir rengin kokusu ve sesi sinebiliyordu. Her şeye anlam vermek ne kadar da kolaydı. Hayat güzel matematik zor tarih saçma ölüm ise anlamsızdı.

   Hatırladığım ilk ölüm neneminkiydi. Ağlamıştım, herkes ağlamıştı eğer hala onu hasretle aramıyor olsaydım derdim ki kendime; herkes ağlıyor diye ağlamışım. Ama yine de çocukken ölümler bu kadar ağır olmuyordu, büyüdükçe ağırlaşıyor ölüm, ağırlaşıyor gidenin yokluğu maalesef bir çoğumuzun farkında olmadığı bir acı gerçekte budur ya. Ölüm çoğaldıkça yalnızlığımızda büyür.

   Benim çocukluğum şehirde büyüyenler gibi değildi. Ne bileyim atari, çarpışan araba ve atlı karıncalar yoktu çocukluğumun içinde. Bu bir kayıp mı? Hayır!... Aslında bu sözcükten hep nefret etmişimdir, dünyanın en lanet en uğursuz sözüdür bu. Maalesef en çok kullanılanı da budur!... Bu sözcük bir yere girmişse orada yenilik, heyecan ve hareket aramak beyhude bir çabadır. Ama bahsettiğim soruya cevap verirken bu sözcüğü severek kullandığımı da itiraf ediyorum.

   Köyümüzün sırtını dayadığı sıra dağlar sabah güneşini kızıl dudaklarından öperek başlardı güne ve aynı sıra dağlar köyün önünde uzanıp giden engin ovayı kuzeyinden batısına doğru yarım ay şeklinde çevirirdi. Bu yüzden sabah öptüğü güneşi akşamda yine kızıl dudaklarından öper öyle başlardı geceye. Sanırım dünyadaki hiçbir çift birbirini bu kadar uzun boylu öpmemiştir. Güneş adeta takılırdı dağlara ve bayılana kadar öpüşürlerdi. O mu gitmek istemez yoksa dağlar mı bırakmazdı tam bilinmez ama bilinen şuydu akşam kızıllığı bizde çok uzun sürerdi ve elbette doyum olmazdı izlemeye bu tutkulu aşkı.

   Bir de suyumuz vardı, Kuzey yamaçlardan çıkıp gelir ve güney ucunu bir türlü göremediğimiz o engin ovayı boydan boya yarıp, kesip, delip, dolanıp giderdi. Derdi neydi bu deli çayın bilmiyorum, kimden almıştı bu akışı bilmiyorum yahutta kime neyeydi bu başkaldırı bilmiyorum. Yaz kış demez akar dururdu. Hatta kar tutunca her yanı ve doğa soğuk bir ölümcül sessizliğe gömüldüğünde tek duyulan ses buz tutan yolunu alttan alta delip inatla akan suyumuzun gür sesiydi. Hep kavuşmak istercesine akıp duran deli çayımız hala ve hala kavuşamadan ve hala sanki yarın kavuşacakmışcasına yatağında var gücüyle çırpınıp, şahlanıp,köpürüp, kükreyerek akıp akıp gidiyor.

  Sık sık dörtnala at sürerdik gökyüzüyle buğday başaklarının birleştiği ovanın güneyine doğru. Biz rüzgara karşı dörtnala giderken o bir yandan başaklarla dalga dalga dans eder diğer yandan soğuk sert diliyle gözlerimizi yaşartırcasına yalardı yüzümüzü. İşte böylesine güzel bir doğada büyüyen biri kalkıp'ta " ah küçükken hiç lunaparka gitmedim" diye hayıflanmaz. Biz dağlarımızla özgürdük, suyumuzla, ovamızla ve çocuktuk deli, uçarı,yaramaz ve de güzel. Her şey güzeldi bir de hiç olmasaydı 12 Eylül. Bir de götürüp zindana atmasalardı amcamı ve abimi. Bir de her sabah tüfek doğrultarak zorla okula götürmeleri Türkçe öğrensinler diye anamı ve babamı. Oysa anamın bildiği tek dil zaten türkçeydi babam ise kürkçe kadar iyi bilirdi onu. Öyle ya bize böyle öğretiliyordu devletin büyüklüğünü, bilene bir daha Türkçe öğreterek. Nasıl da yürüyordu babam başı önde. İlk ve son görüşümdü babamın baş eğişini. Devleti ana babama doğrulttukları süngüyle tanıdım. Sonra ikide bir götürüp zindanlara attıkları abilerimizle sonra dağlarda vurulan, vurulduktan sonra yeniden vurulan öldürüldükten sonra tekrar öldürülen onca can Hezal ve Ciwanla. Sonra 12 Eylül geldi ve dağımız öpmez oldu sabah güneşini kızıl dudaklarından.İşte o an bizde dedik ki birbirimize, çocuklar olarak; büyüyeceğiz ve süngüsünü kıracağız ana babamıza silah doğrultanın. Elbette tam böyle yani bu sözler olmamıştı bu yemin ama gerçek şuydu ki bir anda çocuk olmayı bırakmıştık. Yaşlarımız küçüktü ama çocuk olduğumuzu öyle çabuk unutmuştuk ki sadece biz değil büyüklerimizde şaşırmıştı.

   Nasıl anlatılabilir ki düşünün bir çocuksunuz ve biri size bir tokat atsa kime koşup sığınacaksınız? Anne babanıza tabi onlar sizin kaleniz güvenli barınağınızdır ama bir bakıyorsunuz ki hain bir namlu önünde başları eğik ve her gün zorla okula götürülüyorlar. Kaleniz düşmüştür. Savunmasız, çıplak ve korumasızsınız. Ne hissedersiniz? Korku, hemde saçınızdan tırnağınıza kadar. Hatta bu korku size sığmaz taşar gölgenize bile sinerdi. Hiç unutamam yine anamlar okula götürülüyordu, korktuğumu sezen amcam saçlarımı okşamış ve "korkma hepsi geçecek büyüyünce unutacaksın" demişti. Büyüdüm büyümesine de ne unuttum ne de geçip gitti bu zorbalık. Sözün özü çocukluğumuzu bu savaşın içinde bir yerlerde yitirdik ve çocukluk bozuk paraya benzemez bir kaybedince bir daha bulamazsınız. Sahipsiz kalır ne siz ne bir başkası bulabilir onu.

   Çocuktuk ve tek yapabildiğimiz küfretmekti 12 Eylül denen adama. Tuhaf ama onu bir tarh değilde bir insan sanıyorduk ama kötü, pisve sevilmeyen bir adam. Küfür ediyorduk ama o da içimizden. Fakat bir gün benim için bütün bunlar değişti. Newroz'du ve biz kocaman bir ateş yakmıştık sonra birden bir megafon ve bir sürü leşker "Söndürün ulan o ateşi" diye bağırmıştı. Çocuktuk ama gene de bu kadarı çoktu.Kimse bu ateşi söndüremezdi "Edi bese" deyip eğildim yerden bir taş aldığım gibi 12 Eylül adamlarına fırlattım. O an fark ettim ki taş atmak küfür etmekten daha iyiydi. Hemen eğildim ikinci taşımı da aldım elime ve onu öyle bir sıktım ki hala izlerini benliğimde onurla taşıyorum. Evet ilk taşımı atmıştım, rahattım da üstelik ateşimizi de söndürtmemiştik. Sanki büyük bir zafer kazanmışcasına evlerimize gittik. Sabah kalktığımda doğuya çevirdim başımı ve dağla güneşin yeniden öpüştüğünü gördüm. O gün bugündür o taşı hiç bırakmadım ya da bırakmadık. Sanki milyonlarca süren bu büyük aşkın tek destekçisi benim o küçük yuvarlar cam taşımdı hani bana öyle geliyordu ki atsam o taşı her şey dağılacak her şey anlamsızlaşacak.

   Hiç unutamadığım ve okulda aldığım en değerli ders ise Şilan'ın bir öğretmen tarafından tokatlanmasıydı. Beşinci sınıftaydık ve okulun bitmesine bir aydan daha az zaman kalmıştı. Okuldaki en güzel şey ise teneffüslerdi. Buradaki konuşmalar, oyunlar hatta kavgalarımız bile türkçe konuşmaya zorlandığımız derslerden daha güzeldi. Her zamanki gibi yine teneffüste bahçedeydik nedenini bilmiyorum ama çocuklardan biri muziplik olsun diye arkasından gizlice yanaşarak Şilan'ın saçını çekmişti. Şilan'da can acısıyla birazda yüksek sesle "gıro kere" diye bağırmıştı. Bunu duyan öğretmenlerden biri hemen bağırdı "Şilan gel buraya" Şilan korka korka gitti, korka korka çünkü o yıllarda özel seçilmiş öğretmenler Kürt çocuklarına talip terbiyeyi kitap ya da nasihatlerle değil sopayla verirdi. Doğrusu özel seçilmiş bu öğretmenler canımızı nasıl yakacaklarını iyi bilirlerdi. Önümde bekleyen Şilan'a öğretmen iki tokat atmıştı ilki neyse de ikincisi onu yere savurmuştu. Şilan ağzından akan kanı elinin tersiyle silerken ayağa kalkmaya çalışıyordu. Hemen elinden tutup yardım etmek için ona doğru atıldım ama Şilan uzattığım elimi öfkeyle geri itti ve tek başına ayağa kalktı. Öğretmen ise büyük bir zafer kazanmışcasına haykırdı " Gıro Kere değil eşekoğlu eşek diyeceksiniz. Türkçe yazacak Türkçe konuşacak ve Türkçe küfür edeceksiniz. ..." Tabi o zamanki öğretmenlerden küfrün kötü bir şey olduğuna dair bir nasihat beklenemezdi. 

   Şilan ertesi gün okula gelmedi,ertesi haftada ve sonraki üç haftada... O benim en iyi arkadaşımdı çok güler çok konuşur ve çok bağırırdı. Aslında o gün elimi iterken de bana değil çaresizliğimize kızmıştı... O iki tokatın acısını hepimiz ruhumuzda hissettik, biz o güne kadar çok daha ağır tokatlar yemiştik daha büyük acıları hissetmiştik ama Şilan'a inen iki tokat hepimizi yaralamıştı. O iki tokat hala tüm şahitlerin belleğindeki en çıplak ve en çok acıyla bağıran anıdır. İlk tepkisi okulu bırakmak olmuştu onu dönmeye kimse ikna edememişti en çok yalvaran da ben olmuştum. Bir yandan onun okulu bırakmasına üzülüyor diğer yandan ise kendimi suçlu hissediyordum. Şilan'a inen o tokatlara rağmen okulu bırakmamıştım. Ben kötü bir arkadaştım. Bu suçluluk psikolojisinden orta, lise ve fakülte yıllarımda dahi kurtulamamıştım.

   O çok farklı bir çocuktu dahası birbirimizi çocukluğumuzdan beri tanırdık. Evlerimiz karşı karşıyaydı. Doğrusu küçüklüğümde az çekmemiştim elinden bir kere hangi oyunu oynarsak oynayalım mutlaka mızıkçılık yapardı. Şimdi düşünüyorum da onu için esas olan mızıkçılık yapmak bahanesi ise oyundu. Üstelik zorbanın da tekiydi. Bizim oralarda erkek çocuklarının kızlara vurması çok büyük ayıp sayıldığından ben ona dokunamadım ama o elini hiç korkak alıştırmazdı. Elbette beni sadece pataklamıyor aynı zamanda seviyordu da. Tabi bunu gösterme şeklide kendine hastı. Mesela kazara yere filan düşmüşsen elinde ne varsa atar ve koşar beni kaldırırdı ve yaram-berem yoksa eyvah saçımı başımı yolardı dikkatsiz olduğum için hele hele Şilan oradayken biri bana vurursa, isterse anam olsun, sopayla vurmak ve hatta bana vuran amcanın kalçasına sapladığı çatal gibi, silah seçiminde hiç bir sınır tanımazdı. Beni sevme ve dövme tekeli ondaydı, doğrusu tanıdığım en zorba koruyucu melek oydu. Tabi yıllar geçince değişmeye başlamıştı. Özellikle beşinci sınıfa geldiğimizde artık hiç vurmuyor bunun yerine yanımda oturuyor saatlerce konuşuyor, gülüyor, dinliyordu. Tabi hala ağaçlara, uçurumlara tırmanıyor ve her fırsatta analarımızın yüreğine indiriyorduk.

   Simsiyah gözleri, kalınca dudakları, gülünceye ortaya çıkan esmer tenli, gamzesi ve doğduğundan beri hiç kesmediği için dizlerine kadar uzanan gür, siyah, düz saçlarıyla çok tatlı ve güzel bir kız çocuğuydu. Ama maalesef bu güzel kız çocuğu büyüyordu ve tekrar tekrar dönüp dönüp bakmak isteyeceğiniz bir kadının güzelliğini alıyordu. Evet maalesef büyüyordu çünkü en yakınındaki insan bendim ve ona  karşı hissettiğim o masumane ve çocukça sevgim adını koyamadığım ya da koymaktan korktuğum sevginin bir başka biçimine dönüşüyordu. İki yıl daha geçmişti Ortaokul ikinci sınıftaydım, Şilan'a olan duygularım ise daha derinleşmişti. Bir gün okuldan eve dönerken, onu, evlerinin önündeki örtmede ki sekide uyurken gördüm ince giymişti hava ise serindi, hiç düşünmeden hemen evlerinin bahçesine girdim ve okul ceketimi çıkarıp üstüne örttüm. Sonra fırsattan yararlanarak bir kaç saniyeliğine o güzel yüzünü seyrettim ve peşinden de uyanmasın diye ses çıkarmamak için ayaklarımın ucunda geri gei giderken annesi Hatice teyzeyle göz göze geldik. Odanın penceresinden bize bakıyordu. Suçüstü yakalanmıştım, kızına nasıl baktığımı görmüştü, kıpkırmızı olmuştum tam bana kızacak derken baktım gülerek bana parmak sallıyor. Ucuz yırtmıştım ama durumdan şunu anlamıştım Hatice teyze her şeyin farkında ve beni kızına bakarken ilk yakalayışı değildi bu...

   Ertesi gün okula ceketsiz gittim. Soran hocalara "çamura düştü anam yıkadı ama daha kurumadı yarın giyerim" yalanını okudum. Zaten yapacak başka bir şey yoktu sabah sabah dikilip kapılarına ceketimi istiyorum diyemezdim. Hele de annesi beni suçüstü yakalamışken. Neyse ceketimi nasıl alacağımı bilmiyordum ve Şilanla başımın belaya gireceği de kesin gibiydi. Ama okuldan eve geldikten bir kaç dakika sonra elinde ceketimle bize geldi önce anamla hoşbeş ettiler sonra bana doğru yönelince ayağa kalktım ve hayatımın fırçasını yemeğe hazırlandım. Oysa hiç kızmamıştı gülümsedi ve;

   Duydum ki ceketini kaybetmişsin al bulup getirdim.

   Eline sağlık diyerek ceketi aldım ve alır almaz da onun yıkanıp, ütülenip ve kokular sürülmüş olduğunu gördüm. Rahatlamış bir sesle zahmet olmuş, niye zahmet ettin zaten temizdi.

   Hadi oradan ceketi kirlet sonra bizim bahçeye at. Uyanık anan yorulmasın da Şilan yıkasın değil mi?

   Bunu duyan anam konuşmayı tam çözmese de bana sitemli bir sesle o ceketi daha yeni aldık üç günde nasıl kirlettin oğlum diye safça sordu. Ama cevabı ben değil Şilan verdi.

   Teyze ben bunu uzun zamandır dövmüyorum ya üstüne başına dikkat etmez oldu, arada bir dövmem lazım.

   Yok dedim gülerek üstüme dikkat ediyorum. Dün okuldan dönerken sizin örtmede bir kedi yavrusu gördüm kıvrılıp yatıyordu üşümesin diye ceketimi üstüne örtmüştüm. Yani sevabına işte ve inanmazsan Hatice teyzeye sor o her şeyi gördü diyede ekledim.

   Gülümsüyordu gözleri ve gamzeleri öyle güzeldi ki o an onun için ölebilir ya da sadece onun için yaşayabilirdim. Ama aniden gülümsemesi kayboldu ve;

   O kedi yavrusuna dikkat ette seni tırmalamasın ayrıca anam her şeyi her zaman görür.

   O kedi beni çocukluğumdan beri tırmalayıp duruyor alıştım artık.

   Yeniden gülümsedi çünkü buna itiraz edemezdi az dayağını yememiştim, ayağa kalktı ve beni de kolumdan çekerek, hadi beni eve götür karanlıkta kız başıma gidecek değilim ya. deyince anam yine o saf kalbiyle konuştu.

   Tabi oğlum kızımı yolcu et kapılarına kadar götür ne olur ne olmaz.

   Odan çıkar çıkmaz döndü ve sol göğsüme yarı şaka yarı ciddi bir yumruk attı ve "kedicik ha kedicik ben gösteririm sana, yok neymiş zaten küçüklüğünden beri tırmalıyormuşta alışkınmışta, görürsün esas tırmalama neymiş. Şimdi öğreneceksin." Susup dinledim baktım sadece gülüyorum kolumdan yine çekti yürü dedi çakılıp kaldık sanacaklar yürüdük ama kapıyı geçip onlara doğru üç adım atmıştık ki gene durdu ve bu defa konuşsana diye sitem edercesine zorladı beni.

   Sizin ev dedim güç-bela ama lafı ağzıma tıktı

   Sırası mı bizim evin be altı-üstü bir ev.

   yok niye sizin ev dünyanın öbür ucunda değil ki bak iki adında geldik, oysa senin le dünyanın öteki ucuna kadar yürürdük. Gülümsedi sonra;

   Aptal dedi ben aradaki şu on metrelik mesafeyi bile fazla buluyorum sen dünyanın öteki ucuna yoluyorsun bizi. Bir an düşündüm dünyanın öteki ucundan çok daha iyiydi böyle kapı komşu olmak. O sırada sağımdan soluma geçti ve yine kolumdan çekti. Salkım bir söğüt vardı evlerinin önünde beni oraya götürdü sonra baktı ben iki lafı bir araya getiremeyeceğim usulca elimden tuttu ve sözlerine başladı.

   Ciwan ben seni hep sevdim mesela okulda olmanın en güzel yanı seninle yan yana oturmaktı ve okulu bırakmanın en kötü yanı da buydu, yanında oturamamak. Ben seni hep gördüm hep izledim sen ise daha yeni görüyorsun beni.

   Biliyorum bunu söylerken gözlerime bakıyordu aslında karanlıkta bunu göremesem de yinede emindim gözleri gözlerimdeydi ve bu delicesine mutlu ediyordu beni. Sonra gülerek Şilan dedim sen beni hep sevdin ama hep de dövdüm itiraf ettin.

   İftira dedi artık dövmüyorum yani çok az dövüyorum diye bitirdi, gülüyordu bende gülüyordum. Seni yeni değil Şilan çocukluğumdan beri görüyorum. Zaten başka kimseyi görecek halim mi vardı tüm kızların gözünü korkutmuşsun hiçbiri bana dönüp bakmaya cesaret bile etmiyor.

   Yok dedi buz gibi bir sesle, cesaret eden oluyor da ben ona haddini bildiriyordum.

   Hadi canım hiç haberim yoktu.

   Olmasın zaten benim haberim oluyor ya yeter. Şaka yapmıyordu ve çok ciddiydi anladım ki hala beni sevme ve dövme tekelini elinde tutuyordu ve bunu başkalarına da kabullendirmişti. Öylece durmuştuk karşı karşıya sonra Şilan usulca uzanıp yanağımdan öptü, eve doğru giderken de yarın okuldan sonra fidanlığa gel dedi.

   İşte böyle başlamıştı hikayemiz, ilk ve son aşkımdı, büyük yeminler etmemiş ve sonsuza kadar sürecek diye antlar içmemişti. Biz sadece birbirimizin kaderiydik ve gözlerimizi birbirimize açmış ve bir dahada kapatmamıştık. Birlikte çocuk olduk, tırmandığımız ağaçlardan düştük, boyumuza kadar ay çiçeği çaldık ve resmen bağ bahçeleri yağmaladık, şimdi ise büyüyorduk ve hala iki kişilik bir çeteydik ve büyüdükçe birbirimizi ruhlarımızın içinde eritiyorduk ve artık ben ona dönüşüyordu o da bana.

   Üç yıl daha geçmişti ve ben lise ikiye gelmiştim yıllardır olduğu gibi hala bir şeylerin değişeceğine ve her şeyin daha güzel olacağına dair bir umut vardı içimizde. Oysa bu umudumuza inat her şey dahada kötüye gitmişti. Daha çok leşger daha çok tank ve operasyonlar hiç bitmeyen güvenlik bölgeleri. Günler aylar böyle geçip giderken ben ise her sabah köyüm minübüsüyle şehre gidiyor, derslere giriyor ve aynı minübüsle akşam geri dönüyordum. Şilan ise ben giderken camda dönerken bir bahane ile kapıda olurdu. Her ne kadar birbirmizin tek sığınağı olsakta toz pembe hayaller kurmuyorduk. Nasıl kuralım ki nefes yerine barut dumanı soluyor başımızı  göğe çevirsek en çok gördüğümüz, makinaların çirkin koca ve gürültülü cüsseleri olurdu. 

   Büyümüştük ve korkmaktan bıkmıştık artık, kendi dilimizi konuşmaktan korkmuştuk, sevdiklerimizin sudan bahanelerle zindanlara atılmasından korkmuştuk. Yani yıllardır itilip-kakılmaktan, dayaktan, joptan, zindandan, ölümden korkup durmuştuk. Gerçekten artık korkmaktan sadece bıkmamış yorulmuştukta. Artık cesur sorular sormanın zamanı gelmişti aslında daha öncede sorular sormuştuk ama bunlar kaçarcasına sorulan sorulardı. Çünkü cesur soruların cevaplarının bize yapmamızı istediği şey hiçte kolay şeyler değildi, bu da sanırım son korkumuzdu zor görünce korkarak kaçma. 

   Hafta sonları bizde ya da Şilanlarda toplanıyor benim şehirden getirdiğim kasetleri dinliyorduk. Bu kasetler hayatımızdaki önemli şeydi. O zamanlar politik yayınlar açıktan açığa satılmaz ve bulundurulmazdı. Eğer evinizde ya da yakınınızda bir dergi bulunursa ve eğer şanslıysanız zindanda yatarak çok ucuz yakanızı kurtarabilirdiniz. Bu nedenle politik yazıları metropollerde okuyarak dönemin meşhur ama apolitik tiplerin kasetlerine çekerlerdi. İşte bu kasetlerde köy, kasaba, kır-bayır dolaşır, öğretmenimiz kitabımız ve en büyük destekçimiz olurdu. Köye bir girdimi bunlardan biri 19 yaşındaki genç kadınından tutunda ellisindeki çobanına varana dek, yüreği ve vicdanı korkudan kör olmayan herkesi ziyaret eder ve yoluna yeniden devam ederdi.

   Bir sene daha geçti ve artık politik mücadelelerin içindeydik. Ben liseyi bitirmiş İstanbul'da Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Ailem ve kimi arkadaşlar Avukat olacağım günü resmen iple çekiyordu. Ama Şilan onların bu planlarını istemeden bozacaktı. Ağustos ayının güzel akşamlarından biriydi derenin yanındaydık ve yanımda oturuyordu. Ne zamandır kafasında bir düşünceyi evirip-çevirdiğinin farkındaydım ve o akşam konuşmaya karar vermişti, birden "Ciwan ben gidiyorum kararımı verdim." Sustum bu öyle bir karardı ki gitme diyemezdim, kal da. Sadece elini tutabildim "bu senin yaşamın ben sadece kararlarında sana destek olabilirim" diye bildim zor-bela. Sonra yüzüme dokundu ve kırgın bir sesle;

   Ciwan ağlıyor musun yoksa? diye sordu.

   Biliyorum bu yanlış ağlamamalıyım değil mi?

   Cevap vermedi, başını omzuma yasladı ben ise sustum bir kez daha kaybettiklerimize ve çaresizliğime ağladım... Üç gün sonra gitti. Fidanlıkta fedalaştık ensesinden aşağı dökülen uzun saçlarının bir kısmı akşamın alaca karanlığıyla sarmaş dolaş olmuş yüzüne yayılmıştı, yine elimi tuttu sık sık yaptığı gibi, "hatırlar mısın küçüklüğümüzde sık sık buraya gelirdik, büyüdük gene geldik ve şimdi vedaşırken bile buradayız. Oysa tırmanırken düşüp ayağını çıkardığın söğüt burada ve her şey dün gibi." Durdu biraz belki de bu ağır veda atmosferini biraz olsun hafifletebilmek için, "hani sende bu ağaçtan az düşmedin" diye gülerek devam etti.

   Tırmanmayı severim diye aptalca bir cevap verdim.

   Hadi oradan dedi beni etkilemek için yapıyordun bu işi. Sustum gene haklıydı ve devam etti. Düşerken çok komik görünüyordun, hem kızlar komik çocukları sever bende severim. 

   Ama artık çocuk değilim, komikte.

   Elimi sıktı bu cevap üzerine ve "biz ne zaman çocuk olabildik ki" diye sakince cevap verdi. İşte buradayım Ciwan beni seni hep sevdim, çocukken başkası da sever diye korkuyordum şimdi gidiyorum ve korkuyorum başkası seni sende başkasını sevmezsin diye. İşte bu söz üzerine hayatımda ilk defa ona sus artık dedim. 

   Ne yapmaya çalıştığını biliyorum Şilan yapma tamam mı . Seni bekleyeceğim ben seni çocukluğumdan beri hep sevdim, mızıkçının, zorbanın teki olduğunda hiç durmadan bıdır bıdır konuştuğunda, sustuğunda, güldüğünde, birlikte yürüdüğümüz, yalnız yürüdüğünde, yanında olduğumda ve uzağımdayken hep sevdim. Seni sevmek için her şey ya neden ya da bahanem oldu. 

   Bahaneci diye gülerek sarıldı bana hoşçakal dedi ve onun için kendi elimle hazırladığım üstüne Güneşe öpüşen dağlarımızı çizdiğim bakır kolyeyi aldı elinde sıktı, onunla az mı özlemiştik gün doğumunu.

   Onu tutmak, tutmak bu köyün bu şehrin hatta bu zamanın dışına kaçırmak istiyordum. Tutmak ve bir daha bırakmamak, onunla gitmek yaşamaya, ölmeye ve hatta yaşamın ve ölümün ötesine. Keşke zamansızlığımızı yenecek gücüm olsaydı.

   Beni bekleme dedi

   Bekleyeceğim dedim

   Merak etme dedi

   Edeceğim dedim

   Alışırsın dedi

   Alışmayacağım dedim

   Sustu ama ben susmadım, orada üşürsen ben burada titreyeceğimi, yaralanırsan burada acılar çekeceğim ve deyip aniden durdum ama çok geçti ve Şilan ölürsem dedi ne yani sende mi öleceksin.

   Hayır Şilan ölmeyeceksin ama öyle bir şey olursa ölmem, intihar da etmem ama katillerine cellat olurum.

   Senden cellat ya da zalim olmaz dedi gülerek.

   Sana dokunurlarsa olur dedim buz gibi bir sesle.

   Ne desen karşı çıkarsın, ben gidiyorum Ciwan ama bil ki seni içimde götürüyorum. Sonsuza dek orada kalacaksın. Affet beni halkım kan ağlarken yanında kalamazdım. 

   Sana kızgın değilim Şilan haklısın ve bu yüzden gitme diyorum. Hoşçakal hep benimle olacaksın hep.

   İşte böyle ayrıldık. Çok değil bir kaç dakika sonra Şilan ve yanındaki iki arkadaşı yamaçtan yukarı gidiyorlardı. Ve ben arkada çırpınan kalbimle Şilanı bir kez daha bir kez daha ve bir kez daha görmek için ısrarla onlara bakıyordum.

   Bir ay sonra bende İstanbul'a gittim aslında çokta gönüllü değildim ama hem ailemin baskısı ya da beklentisi hemde il komitesinden arkadaşlar illa gitmelisin okul için olmasa bile sana verdiğimiz görev gereği deyince yapacak bir şey kalmamıştı. Şilan gidince kavgaya daha bir sarılmıştım. Zaten çektiğimin tek ilacıda buydu. Artık kendimi bu koşturmacaya öyle alıştırmıştım ki bir yerde on dakika boş dursam kendimi arkadaşlar karşısında tembel ve suçlu hissediyordum, ben rahattım tembelliğe hiç hakkım yoktu üstelik Şilan ve onun gibiler en acımasız ve zor koşullardaydı durmaya, dinlenmeye ne hakkım vardı ki...

   Fakültenin ilk sınıfını bitirir bitirmez soluğu memlekette almıştım. Sanki sadece ana babama değil dağlara ovalara değil Şilan'a da kavuşacak gibi heyecanlıydım. Ama elbet o yoktu ve o yokken ben ne kadar var olabilirdim ki. 

   Dönüşümden on beş gün sonra bir gece aniden güneşle öpüşen dağların yüksek zirveleri o cehennem ateşiyle aydınlandı. Yine geceye ateş döküyordu cellat, sesler, patlamaların gürültüsü, patırtısı ve sabaha kadar tekrar tekrar yakılan napalmlanan dağlarımız. O gece kimse uyumamıştı ve şafak söker sökmez çıkıp doğuya baktım dağlarımızın doğusu kapkaraydı ve hala kara dumanlar yükseliyordu. Başımı çevirirken Hatice teyzeyi gördüm eli koynunda bir ağaca yaslanmış dağa bakarken sessizce ağlıyordu. Yanına koştum ve dedim ki "ağlama dayıka kimse yok orada, Şilan da orada değil orası boş". Gerçi ona bunları ilk defa söylüyordum ama kendime sabaha kadar söylediğim tek şey bunlardı. "Orada kimse yok, Şilan orada değil".

   "Ben anayım dedi oğlum analar bilir, kalbiyle döşüyle bilir, kızım orada, orada kaç ana kuzusu var bilmem ama oradalar Şilan da orada" demişti Hatice teyze. Peşinden sarılmıştı bana Şilana sarılırcasına, saçımı okşamıştı Şilan'ın saçıymış gibi ve ağlamıştı omzumda kızının omzunda ağlar gibi... Haklı çıkmıştı, keşke ben haklı çıksaydım ama ah ne acı ki yanılmıştım. "Dört ceset var denmişti Bir subay bir kadın bu köydenmiş Şilan mı neymiş adı".

   Bir kaç gün sonra cenazesini verdiler Şilanın gidip görmeye gücüm yoktu. Hem biliyordum ki adım gibi emindim ki o güzel bedeni tanınmayacak haldeydi. Ama babam karşıma dikildi, "ayağa kalk dedi daha ne kadar oturacaksın bu şekilde ona layık ol git önce mezarını kaz ama güzel yer seçin sonra tabutunu taşıyacaksın o kız seni ana babandan az sevmedi..." Babamın her dediğini yaptım Şilanı çayı gören yamaçta en sevdiği ağaç olan salkım söğütlerden birinin altına getirdik onu tabuttan yatağına yatırırken küçük siyah cam taşımı çıkarıp baş ucuna koymuştum. Sonra ağlamasakta köyün gençleri olarak yenik omuzlarla geri döndük. Artık dolmuştuk, o sene o kadar çok arkadaşımızı gömdük ki kimi Botan dan dönüyor kimi Amed den sağ veriyor, ölüşünü alıyorduk ve maalesef mezarları nicedir yaşlılar için değil gençler için açıyorduk. Acı almış başını gitmişti öfke de öyle.

   Artık her şey değişmişti her yerde onun ağır yokluğu vardı. Çeşmelerde, ağaçlarda, evlerinin önündeki küçük bahçede ve en önemlisi de yine de her gün her an onu görecekmişim gibi bir his vardı içimde. Sanki bir gün bir düğüne gidecek ve onu halay çekerken bulacaktım. Ama yoktu ne düğünlerde ne fidanlıkta ne de başka bir yerde... Önceleri bir an önce yazın bitmesini istiyordum böylece buralardan gidecektim. Eğer fidanlığı, evlerini ve onu ban hatırlatan insan ve yerleri görmezsem daha az acı çekeceğimi düşünmüştüm. Ama sonra Eylül ay'ı yaklaşınca korkmaya başladım, burası, buradaki her şey Şilan ve hatıralarımızla doluydu onları bırakıp nasıl gidebilirdim ki.

   Sonunda Eylül ayı gelmişti ama kararlıydım kesinlikle buradan gitmeyecektim. Ailem için bu durum tabi ki şok etkisi yaratmıştı. Üzülmem tamam da üniversiteyi bırakmakta nereden çıkmıştı, konuştular anlattılar olmadı, bağırdılar olmadı, sonra yine tatlı dille anlattılar olmadı,  sonra yine bağırdılar baktılar bir faydası olmayacak babam " peki bu sene gitme kal ama seneye doğru İstanbul'a. Bak oğlum iki aydır buralarda hortlak gibi dolaşıp duruyorsun. Bir sen mi sevdin, o dağlarda bir senin sevdiğin mi öldü sanıyorsun. Oralarda nice can sevdiklerine hasret gitti. Şilan'ı hepimiz severdik ama toparlanman lazım, perişan olacağına layık ol. Sevdaysa sevda yazsa yaz ama başını dik tutacaksın, sonra da dediğim gibi seneye okula devam edecek yani İstanbul'a gideceksin"  diyerek okulun  işinin altını çizmiş oluyordu birkez daha ve önemle...

   İstanbul'a ya da başka bir yere gitmeye hiç niyetim yoktu.Babamın dediklerine de buraya kadar canı gönülden katılıyordum. Peki ne yapacaktım. Elbette Şilan'ın yaptığını yapacaktım ama intikam duygusuyla değil, sadece Şilan  içinde değil. Uzun suskunluk dönemim aslında yılgınlıktan değildi kendime dönmekten de değildi. İçsel bir yoğunlaşmaydı ve sonunda kararımı vermiştim. En büyük aşk devrimdi ve Şilan da bunun içindeydi. Ondan sonra kalkmış ve başlamıştım yeniden koşturmaya  her yere yetişmek istiyor çabalayıp duruyordum. Nerede toprak orada tohum nerede filiz orada çiçek olmalıydık.

   Ertesi bahar bu defa babamla konuşmaya giden ben oldum. Beni derin bir sessizlikte dinledi ve kesin bir dille kararıma karşı çıkıp reddetti. Bu defa kararlıyım deyince ayağa fırlayıp odanın içinde bir sağa bir sola seğirtip bağıra bağıra konuşmaya başladı, gene kararlı olduğumu görünce gelip önümde dikildi ve  delirmişcesine bağırdı " olmaz olmaz olmaz" sonra yaradana sığınıp sağ elini yukarı kaldırıp topuğunun üzerinde dikildi kendimi babamın ağır tokadına   hazırlarken bir baktım eli yukarıda öylece kalmış, sanki onu elinden tavana asmışlar gibi duruyordu. Babam ağlıyordu ve bunun onun güçsüzlüğünden değildi oda benim Şilan için döktüğüm gibi çaresizlikten döküyordu gözyaşlarını. Elini yavaşça indirip sessizce yanıma oturduktan sonra bir küfür savurdu, bana, kendine, suya, taşa, zalimlere,dine,düne,kadere ve yaradanına sonra hemen " tövbe" deyip ama dayanamayıp çok daha beterini etmişti.Ardından  gencecik çocukları gömmekten bıktım ama yalan yok yaşım el verse bende gidip sırtımı dağa taşa verirdim. Dün on kilo pirinci şehirden getirene kadar beş kere kontrol noktasından geçtik beş defa yere döküldü o pirinç bende beş defa avuçlarımla geri doldurdum onu, şimdi anan pilav yapmış ama pilav mı beni yiyecek ben mi pilavı hiç bilmiyorum. İnsan, insan böyle şeyler yapmamalı savaşında bir namusu vardır... Sonra gene sustu ve yeniden başladı, "eğer haksız olsaydın seni bırakmazdım. Ayağından direğe zincirler genede bırakmazdım. Keşke haksız olsaydın" deyip kalktı ayağa ve odadan çıkarken" anandan helallik al, Şilan'ın anasından da o da senin anandır."demişti.

   Babamla ilişkimiz normale dönsün diye uğraşıyordum. Ortada bir ayrılık havası olsun istemiyordum. Anlaşılan babamda böyle düşünüyordu ki o da çok çaba gösteriyordu ama genede onu tabağıma ekstradan yemek yemek, cebime gizlice paralar koyarken ya da uzun uzun beni izlerken az yakalamıyordum. Esas derdim anam ya da analarımdı,  anneme nasıl  anlatacaktım ya Hatice teyzeye. Cesaretimi toplayamıyor ve bu konuşmayı sürekli erteleyip duruyordum. Neyse ki anam sanırım babamla başlayan o özenli diyaloğumuzdan durumu sezmişti ve bir gün akşamüstü beni karşısına aldı hiç lafı dolandırmadan söze girdi.

   Burada kaç ana hergün yitirdiği kuzuları için ağlıyor biliyor musun,sende anlaşılan öz ananı onların arasına katmaya hazırsın.

   Ana dedim ben isterim ki bu dünyada hiç kimse ağlamasın ama sende görüyorsun biz hiçbir şey yapmasakta zaten anamızı ağlatıyorlar. Bari kabul etmeyelim hem insan boyun eğerse nasıl yaşar. Mücadeleyle buna bir son verebiliriz. Doğru olan budur.

   Ama dedi doğru olsa da analarınız ağlayacak, bak oğlum illa gidecem diyorsan hakkım helaldir ama izin istiyorsan hiç kusura bakma izin vermem, genede gidersen ardından beddua etmem, boynumu büker yolunu beklerim bir gün dönersin diye. Keşke gitmesen keşke vazgeçsen.

   Gözlerim dolmuştu ve nedense göz yaşlarımı kendi anamdan bile saklamış kalktığım gibi hızla dışarı çıkıp doğru fidanlığa gitmiştim. Oturdum en son birlikte oturduğumuz o taşın üzerine ve Şilan'ı beklemeye başladım, hem de gelmeyeceğimi bile bile zaten bu haksızlıktı niçin benden önce öldü ki. Onunla konuşmalıydım ama sadece onunla bekledim bekledim ve bekledim gelen giden yoktu ta ki sabah şafak sökerken Ciwan diye bir el dibinde kıvrıldığım o taşın dibindeki bedenimi sarsarken aniden uyandım, bir an geçmişe gittim sandım o gelmişti ama bu hayal bile olamazdı ve zaten gelende Hatice teyzeydi.

   Oğlum kalk artık sabaha kadar burada kıvrılıp kaldın, çorba yaptım düş önüme bir tas içte için ısınsın. Kalkarken elime bir şeyler ilişti baktım Şilan'ın yeleği, anlaşılan Hatice teyze onu getirip üzerime örtmüştü ve sanırım orada Şilan'ı aradığımın bilincindeydi. Kimbilir gece kaç defa gelip beni kontrol etmişti, yeleği aldım, katladım, kokladım hala Şilan'ın kokusu vardı üstünde. Hadi dedi Hatice teyze, yan yana yürüyüp onlara gittik, önüme çorba kasesini koyarken "bu çorbayı Şilan çok severdi" dedi, biliyordum tabi, Şilan'ın babası ise kızının fotoğraflarının altında oturup sessizce beni izliyordu. Söze Şilan'ın anası başlayacaktı ama önce davranıp olanı biteni, kararımı anlattım sessizce dinledi. Sonra başını kaldırıp yüzüme baktı "Şilan gitti sende mi gideceksin? Şilan'dan geriye sen kalmıştın şimdi sende gidiyorsun kızımın son parçası da ölecek. Kızımız yetmedi oğlumuzda mı gidecek..."

   Eylül ayının sonuydu ve iz oradan uzaklaşırken babam, Şilan'ın babası, Hatice teyze ve anam arkamda akşam karanlığı içinde onlardan adım adım uzaklaşan bizi izliyorlardı. Tepeye ulaşınca yanımdaki arkadaş " istersen dön bir daha bak" dedi. Biliyordum hepsi ağlıyordu görmesem de hissediyordum. Her adımda beni ve Şilan'ı bu dünyaya getiren ve bizler için her şeyini feda eden bu canım insanlardan uzaklaşıyordum ama son bir defa daha dönüp baktım, birbirlerine sokulmuş öylece çaresizce bekliyorlardı. Tam dönecekken arkadaş istersen biraz daha bak bekleriz demişti ama yürümeye başladım çünkü gitmenin de bir zamanı vardır. o zamanı kaçırdın mı ya geç kalırsın ya hiç gidemezsin. Elveda dedim içimden ana ,baba ve sevdiklerim ve MERHABA Şilan işte geldim , işte senin attığın adımları atıyorum işte gene yanyanayız. 

   Dört yıl oluyordu o gün geldiğinde ben artık grubumuzun en deneyimlilerinden biriydim. Beklediğimin aksine uyum sağlarken ki sürecim benim için kolay olmuştu. Şilana gelince elbette onu unutmamıştım ve hala benimleydi.Grubumuzda ki herkes hikayemizi biliyordu hiç saklamamıştım ki zaten neden saklayacaktım ki. Gece başlarken uzun zamandır gözlemlediğimiz önemli bir noktanın  yakınlarında öbek öbek toplanmış ve hatayı dolayısıyla da kaybı en aza indirmek için tekrar tekrar planlar üzerinde konuşulmuştu. Kritik nokta dış desteği kesmekti arazi bize bu fırsatı veriyordu bizim grubumuzun görevi nuydu özellikle de burun misali bir çıkıntı vardı ki dar boğazı kesen ancak bir insanı barındırabilirdi. Biri mutlaka orada olmalıydı ama açıkcası çok riskli bir görev alacaktı. Çünkü en son çekilen o olacaktı ve muhtemelen çekilemeyecekti. Bir gönüllü lazımdı ama en deneyimlisi ben olduğum için diğer gönüllülerin hiç şansları olmamıştı.

    Saatler gecenin 2:30 'unu gösterdiğinde gecenin karanlık ölçülerini peşpeşe parçalayan bu defa dağların öfkesi oldu. Üç saat sonra ise kara dumanlardan ve harabelerden başka hiç bir şey kalmamıştı. Gece boyunca defalarca olduğum yere yüklenildi ama boşuna kimseyi oradan geçirmeye hiç birimizin niyeti yoktu. Günün ilk ışıkları yükselirken arkadaşların güven içinde çekildiğini gördüm , rahatladım onlar gitmişti ama biliyordum ben artık hiç bir yere gidemeyecektim. Her yanımda dayanılmaz bir acı vardı, vurulmuştum ve sanırım bir den fazla. Başımı çevirdim aşağıdaki göle baktım bir turna sürüsü göle iniyordu gülümsedim acılarım dinlemeye başlamıştı, üşüyordum ve perde perde soluyordu gözlerim önce Turnaları kaybettim sonra gölü ve artık elimi bile göremiyordum. Canım ise artık hiç yanmıyordu...

   Bitmişti, kenarda durup kendime baktım, tüm kanım bedenimden dışarı akmıştı ve toprak hepsini içemediği için ayaklarımın dibinde arta kalanı pıhtılaşmış duruyordu... Ayak sesleri duyuyordum sinsi sinsi yaklaşan ayak sesleri... Uzun sürüyor yanıma gelmeleri bir adım atıyor sonra çöküyor bekliyorlar sonra aynı şey bir daha, en sonunda birisi nihayet bir dal parçasıyla dürtüklüyor bedenimi ve bağırıyor " bu piç gebermiş lan!" başka biri cevap veriyor ve bağırıyor "olsun genede vur onu, ateş et" yeniden ve yeniden vuruluyorum.

   Oysa çoktan ölmüştüm ama her gelen bir daha bir daha ateş ediyor, tekmeliyor ve bağırıyordu sanki büyük bir zafer kazanmışcasına, bu nasıl bir psikolojiydi anlamaya bile anlamaya çalışmadım.

   Yeniden yüzümü göle döndüğümde sanki oraya dönüp de bakmamı bekliyormuşcasına o anda havalandı kanatlarını çırpa çırpa bir turna ve bana doğru gelmeye başladı, nesi vardı bu kuşun ortalık silah sesi doluydu yanımdaki insanları görmüyor muydu sanki zavallı senide öldürecekler ama sonra rahatladım çünkü farkettim ki onu benden başka gören yok. Yaklaştı yaklaştı ve daha da yaklaştı. Tanıdım onu kapkara gözlerinden bu gelen benim turnamdı usulca süzülüp yanıma kondu ve konar konmazda sol göğsüme bir yumruk attı " özledin mi beni sulu göz" dedi gülerek.

   Özledim tabi, Şilan ben seni hep özledim zaten.

   late buradayım artık bitti tut elimi, diyerek elini uzattı, tuttum elini birlikte yükseldik yükseldik döndüm baktım hala bedenime ateş ediyorlardı ama artık hepsi bitmişti.

   Dağlarımıza gidiyorduk hala güneşle sevişen dağlarımıza.

Ergül ÇİÇEKLER