Hapishanede Yazılan Öykü: Son Gün

SON GÜN

Bir Dicle akar öyle narin, bir de anamın dizlerine kadar uzanan çifte örgülü saçarlı. Su kadar sessizdir nehir,  nehir saçlı bu kadın diğer tüm nehir saçlı, nehir bakışlı kadınlar gibi. Öylesine derin anlamlar taşır ki kendi akışında bu bakışlar anlatmak için birçok şeyi söze, kelimelere çokta ihtiyaç duymazlar.  Bu yüzden bir bakışla bazen on kitabın bir araya gelip de anlatamayacağını kolayca anlatırlar. Ah güzel anam benim keşke yanında olsaydım ve keşke yazmanın ucuna çiçekler iliştirebilseydim. Keşke bir kez de ben bakabilseydim sana senin baktığın gibi o zaman acıtmazdı bu kurşun yaraları o zaman bu leş kuşu böyle her saklandığımda bulamazdı beni…

Bu kaçıncı sesidir meretin pat pat pat dönüyor, dolaşıyor, arıyor buluyor beni, ben kaçıp kayboluyorum, siniyor, saklanıyor, gizleniyorum, duruyor, bekliyor koşuyorum. Bazen bir çalı dibinde bir saat bekliyorken bazen açık bir vadiyi birkaç dakikada geçiyorum. Bir ava dönüştü bu, kan kokusu almış leş kuşu gibi beni öldürüp parçalayana dek sürecek bu bulmalar ve saklanmalar. Bağırmak istiyorum öfkeyle, nefretle alçak diye ama bastırır sesimi onun gürültüsü duyulmaz ne öfken ne de nefretim. Canım yanıyor ve yalan yok hem de çok. Bazen şöyle kavgaya davet edesim geliyor, şöyle Amed usulü; gel ulan gaşmer, hayıno hayın diye. Of be yaralarımda acıyor. Böyle olmasaydı keşke, benim sesim ona yetişmiyor, mermilerimde, ama onun sesi hiç gitmiyor kulaklarımdan ve mermileri aldı alacak canımı…

İşte geçip gidiyor beni tam olarak nerede olduğumu göremedi, ama geri gelecek, aslında yaklaşık olarak yerimi biliyor onun amacı tam olarak olduğum noktayı bulmak. O tepende dönerken etrafımdaki ölümden bir çemberi de adım adım daraltıyor binlerce asker. Birazdan gene bulacak beni nu tuhaf bu beni korkutmuyor. Oysa dürüstçe konuşuyorum ölüm her zaman korkutucudur ama işte kaçınılmaz olunca korkmuyor insan… Belki bu çemberi yarıp çıkarım derdim ama bu artık imkansız ve hiç umut yok. Çember daralıyor ve çoktan kan dansına durdu akbabalar.

Bilmiyorum belki de şimdi hani o filmlerde çok duyulan repliği tekrarlamalıyım “ hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçtiği” saçmalığını ama yok işte burası sahne ve ya film seti değil, bu gerçek hayat, bu yaralar gerçek makyaj değil bu gerçek kan ve bu acı son zerresine dek gerçek. Üstelik ben daha 22 yaşındayım toplasam toplasam bir kısa film etmez. Sadece üç-beş kırık kare ona da kimse Oscar filan vermez. Çocuktum ve ne zaman büyüdüm bilmiyorum, büyüdüm mü onu da bilmiyorum. Çocuk olmadan büyük olduk ve çocuk olmadan büyüdüğümüz içinde bir yanımız hep çocuk kaldı ya da çocukluğa hasret. Ne kadarımız çocuk kaldı? An oldu yüzde doksan beş çocuktuk an oldu şaşılacak derecede olgun ve yetişkin. Hiç süslü söz yok, gerekte yok işte bütün gerçek, ölüm kuşu tepemde ve ben yine yer değiştirmeliyim.

Yine Amed geliyor aklıma, çocukluğum, gençliğim, halı saha maçlarımız. Kız davasından başlattığımız kavgaları büyük bir pişkinlikle siyasete çekişimiz olmadı belki kendimize da hainlik ederek karşı tarafı çapkınlıkla suçlayışlarımız. Amedin bitirim yanı Qırıxlığımız Dicle kıyısı muhabbetlerimiz hani el bardaktan içerken suyu biz şişeyle içerdik şaraplarımızı hem de daha on beş yaşımızda. Hey Amed hey! Nasılda özlemişim seni. Elbette Amed ne bizim bu haylazlıklarımızdan ne de nazlı akan Dicle ve Avesuseden ibaret o aynı zamanda sırtlarından kalleşce vurulan onca can ve yıldızlaşarak aramızdan ayrılan o büyük kahramanlardan da ibarettir. Mesela hiç unutmadığım ve beni ben yapan o acı anılardan birini de ben yaşadım. 14 yaşındaydım sarıklı sakallı itin biri kahvenin tam önünde tam sırtından vurdu amcamı, tam gözlerimin önünde, vurdu Amedin en namuslu en masum adamlarından birini daha sonra yürüyüp bindi jandarmanın cemsosuna. Nasıl biriydi bu katil nasıl bir tanrıya inanıyordu ki önce tekbir çekti sonra vurdu masum bir insanı, bu kanlı ritüel bu insan kurbanı hangi ve nasıl bir tanrı içindi?... Amcam sadece bir semerciydi, tek yaptığı buydu, başını eğmiş bir Kürttü o hiçbir eyleme katılmamış hiçbir destek sunmamıştı mücadeleye yinede vurulmuştu sırtından. Bu kadar kolaydı bu kadar aleni istedikleri an istedikleri insanı öldürüyorlardı masummuş değilmiş hiç düşünmeden. İşte o an bıraktım artık çocuk olmayı, kız davasını, haytalığı ve şarabı. Oysa hiç hesapta yoktu kavga oysa ben evlenecektim çocuklarım olacaktı, onları Dicle kıyısına götürecektim, oysa karımı deliler gibi sevecektim… Oysa ben daha aşık olacaktım, genç, baba adayı ve amca oysa bir yastıkta kocayacaktım sevgilimle ve oysa dede olacaktım… aman be ne çok oysa var ne çok yarım kalan hayal…  

İki kız kardeşim var, dünya tatlısı ikisi de. En zoru da onları bırakmak olmuştu. Ben ayrılırken biri 14 deydi daha diğeri 10 yaşında, büyüğü ancak biliyor ve anlıyordu ama küçüğü soruyordu inatla “abi ne zaman döneceksin, güzün gelecek misin abi?” Tek verebildiğim cevap yakında olmuştu, oysa biliyordum hiç dönmeyeceğimi. En son gülümsemiş ve korkma sen evlenmeden geleceğim demiştim. Şimdi yıllar geçti ve ben hala döneceğim. Nazlı küçüğüm şimdi on beşinde ve nasılda güzelleşmiştir o ve ablasını nasıl da görmek istiyor canım. Biliyorum ikisi de hala bekliyor beni…

Aşağıda yani bu yamacın hemen bitişiğinde tarlalar var, buradan görüyorum tüm sararmış o buğday başaklarını. Öylesine sarı ki tüm bu başakların her biri bağırıyor adeta, mevsim döndü güz geliyor diye. Evet güz geliyor Serhat’a peşinden de o soğuk mu soğuk ayaz mı ayaz kış. Gene üşüyecek arkadaşlar ama bu kış bensiz üşüyecekler. Bu defa çekilip karların altına zemheri ayazında çay içemeyeceğim onlarla, sohbet edemeyeceğim ah ne yazık…

Sesler iyice yaklaştı telsiz cızırtıları geliyor kulaklarıma bir defa daha yer değiştirdim. Bu defa daha yakın bir mesafedeki yere geçtim eski yerimden. Çünkü daha uzak bir yere gidemezdim. Bu sabahtan beri sekizinci mevzi değiştirdim. Ama bu en zoruydu ve açıkçası bedenim buna daha ne kadar dayanır o da ortada yani bu son ya da sondan ikinci mevzim. Şimdiki mevzimden aşağılara bakınca asfalt bir yok görünüyor, dağların kıyılarından dolana dolana gelip öylede giden bir yol. Tuhaf ama hiç yolcusu yok, ne gelen bir araba ne giden bir yolcu. Anlaşılan çoktan kesmiş yolları jandarma. Oysa bu yolu görünce aklıma babam gelmişti, ne zaman bir yol görsem aklıma hep babam gelir. Acaba şimdi nerde? O eski kırmızı Ford kamyonuyla çekiyor mu hala uzun yolların kahrını ve bakıyor mudur dağlara şu aşağıdaki yolla benzeyenlerinden geçip giderken. Kesin bakıyordur, belki görür diye oğlunu, göremeyeceğini bilerek, olsun bari bir selam olur diye gene de bakıyordur… Şimdi hani bu halimi bilseydi babam ama aslında boş ver iyi ki de bilmiyor… O değil de şu aşağıdaki yoldan şimdi çıkıp kırmızı kürüstürüyle gelmiyor mu… Gelseydi sadece uzaktan izlerdim, bağırmaz çağırmaz koşup önüne atlamazdım. Sadece izlemek yeterdi. Aslında boş verdim babamın kırmızı Ford kamyonunu, başka birininki de olurdu, hatta sarısı da olurdu, yahutta herhangi bir kamyon geçse bile yeterdi. Yaralarım acıyor ve çok yorgunum, baba neredesin şimdi ve bakıyor musun dağlara?

Dokuzuncu defa yerimi değiştirdim, aslında biliyorum bu son mevzi, eski mevzim hemen şuracıkta. Bu son yer değişikliği çok şey değiştirmeyecek ama olsun sırf kolay ölmemek adına da olsa iyi yaptım, hem benim onları meşgul ettiğim her saniyede arkadaşlar biraz daha uzaklaşacak bu ölümcül bölgeden. İyice çöküyorum bu büyük sarı taşın dibine, sığındık onun gölgesine, gölgem ve ben. Bugün ben ve gölgem gidecek herkes gidecek burası gene bu koca sarı taşa kalacak ve muhtemelen hiç kimse bilmeyecek benim bu taşın dibinde öldüğümü.

Üç saat daha geçti artık yaralarımın çoğu acımıyor ve vücudum sanki kanamaktan yoruldu eskisi kadar kanamıyor. Anamı düşünüyorum, kız kardeşlerimi, babamı, yoldaşlarımı ve hala bir film şeridi kadar etmiyor düşündüklerim… Amed şimdi sıcaktan yanıyordur ve nasılda evesuse çekiyor canım hem de şöyle 5-6 bardak, çatlayana kadar içsem, şimdi koşup koşup atlamak isterdim Dicle’nin kollarına ve defalarca ıslanmak sularında of be nasılda özlemişim Dicleyi ve Amedi… Kırık dökük kalp atışlarım, nunlar son hatırlayışlarım ne kadar da yavaş geliyor ölüm ne kadar da sabırlı, sanki beni sınıyor ama işte gidiyorum yakınımda yükselen “teslim ol” seslerini bile sanki yedi dağ öteden işitiyorum… Son bir gayretle yüklenmek istiyorum, son bir defa daha ayağa kalkmak istiyorum ama olmuyor bari dizlerimin üstüne dikelebilsem, az biraz yakacak barutum var onuda yaksam diyorum ama dinlemiyor beni belden aşağım.

“Ölmüş mü?” Diye soruyor biri, “ölmüş” diye cevap veriyor öteki, ilk soran tekrar “emin misin” diye soruyor ve ekliyor “bak bomba tuzak ne olmasın üstünde altında taşın deliğinde.” “Yok” diyor ikincisi “çoktan ölmüşe benziyor tuzak ne yok.” “ Güzel güzel” diyor üçüncüsü “şimdi bana müsaade, kulaklarından kolye yapacağım bu piç kurusunun” ve çekip kasaturasını geliyor yanıma. Hepsi gülüyor, oysa hala yaşıyorum ve yüzükoyun yatarken son mermimi saklıyorum karnımın altında, sağ elimdeki Fransız onlusunda ve de gömleğimin içinde, son bir mermi ve son bir soluk kaldı onu da vereceğim bu kulak kesip göz oyanlardan bu ceset, bu ceset işkencecilerinden birin. Derken sertçe bir el tutuyor sol omzumdan ve sırt üstü çeviriyor beni, gözlerim hala kapalı, nasılda emin öldüğümden, ayırıp bacaklarını atar biner gibi göğsüme oturuyor ve tutup saçlarımdan yukarı çekiyor başımı, işte tam bu anda açıyorum gözlerimi, elini görüyorum elindeki kasaturayı, yüzünü yüzündeki o garip sırıtışı ama anında kayboluyor o pis sırıtış, sağ elimi görüyor Fransız onlusunun ona bakan namlusunu dehşetle bağırmaya hazırlanıyor, adeta fırlıyor yuvasından gözleri öleceğini bilen ama ölmeye hiçte hazır olmayan birinin bakışları var gözlerinde, bağırmak, çağırmak, imdat demek istiyor ama tabi hiç birini yapamayacak artık insanları öldüremeyecek, ölülere işkence yapamayacak çünkü son barutumu da yakıyorum düşüyor geriye cansız bedeni peşinde onlarca ve onlarca kurşun sesi yankılanıyor sarı taşın dibinde.

Sonra güneşin önüne bir perde çekildi, hiç ışık yoktu, hiç yıldız sadece sessiz bir siyahlık. Uzaktan çocuk sesleri geliyordu, ave suse satıcıları ve halka tatlıcılarının çığırtıları, iki delikanlı güreş tutuyor, Dicle’nin kıyısında bir adam delice mutluydu sevgilisi ona ilk buseyi verdi diye ve ben çoktan çekip gitmiştim. Arkamdan akıp akıp geliyordu Dicle….

Şubat 2014

Ergül ÇİÇEKLER

C-8-90

1 Nolu F Tipi Cezaevi

PTT Cezaevi şubesi

İzmit/KOCAELİ

Resim: Halil Gündoğan