Lale Çolak: Çitlerin olmadığı…

"Lale'nin Ölüm Orucu eyleminde kaleme aldığı mektupların her satırı, kişiliğini neredeyse bütün temel çizgileriyle ortaya koyuyor. 27 yıllık kısacık ömrünün büyük bir kısmını devrimci mücadele yolculuğunda geçiren Lale Çolak, demir parmaklıklar ve dikenli telleri aşıp özgürlük tutkusu ve gelecek umudunu mektuplarıyla taşıdı dışarıya."

“anlamıyorlar

biz yoksak gökyüzü çıplak kalır

kentleri susuşlar kanatır

beni gömmeyin susmaya

gömülmeyin susmak yanılsamadır”

 

Çok severdi havalandırma voltalarında hep bir ağızdan o güzelim sesiyle bunu söylemeyi. En çok onun gür sesi çınlardı o beton bloklarda… O “biz”, susmayan, düşlerine ket vurulamayan, boyun eğdirilemeyenlerin hepsi demekti. O “biz” ‘cehennem’den geçip yandım allah demeyen, gıkını bile esirgeyenlerdi işkencecilerden.

O “biz” ‘zayıfız’, henüz yeterince örgütlü değiliz demeyip kavga ormanına dalanlardı. Lale yoldaşı 8 Ocak 2002’de yitirdik. Ölüm Orucu’nun 222. gününde 20 Aralık 2001’de -yaşgününde- bilincini yitirene dek Sağmalcılar Cezaevi Hastanesi’nde kaldı. O gün tahliye kararı çıkan Lale Çolak, Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırıldı, 18 gün sonra, 8 Ocak 2002’de yaşamını yitirdi.

İki cümlede kolayca yazıyoruz oysa kaybettiğimizde 27 yaşındaydı ve bu kısacık ömrünün çoğu devrimci mücadele içinde geçmişti. Lale’yi elbette çok iyi tanırdım. Birlikte mapus yatmış, işkenceleri, çıplak aramaları, cezaevi cenderesini birlikte yaşamıştık. Müdürlerin-savcıların kibrine, gardiyanların ‘küçük dağları ben yarattım’ efelenmelerine tanık olmuştuk. Görüş günlerinin heyecanına kendimizi kaptırmış, içimiz kan ağlasa da sevdiklerimiz için başka bir moda geçebilmeyi başarmıştık. Uzun havalandırma voltalarının, şarkılı türkülü ‘etkinliklerin’, olur olmaz sebepler yaratılarak yapılan ‘cezaevi pastaları’nın müdavimi olmuştuk.

Faşizmin 19 Aralık 2000 cezaevleri saldırısında beraberdik yine. Birbirimizin gözlerinden içtik korkusuzluğu, pes etmeme kararlılığını, gaza-kurşuna meydan okuma iradesini, dostlarımız/yoldaşlarımız ellerimizden yitip giderken sağduyumuzu kaybetmeme becerisini… *

Lale’yi tarifsiz severdim; hem yoldaşım hem kız kardeşim hem evladımdı. 10 yıl kadar önce Lale’nin mektuplarını okuduğumda ona yeniden ve daha büyük bir sevgiyle bağlandım. Bir kez daha saygı duydum, bir kez daha bastım bağrıma… Bu mektuplarda Lale hücreden çıkar, tutar elinizden ve İstanbul’u -kelimenin gerçek anlamıyla- karış karış gezdirir size. Fabrikalar, meydanlar, Boğaz, yoksul emekçi semtleri, merdiven altı tekstil atölyeleri, çocuklar, seyyar satıcılar… Onun düşlerinin sınırı yoktur, anıları dipdiridir, hiçbir engel, hiçbir barikat önleyemez dışarıya akmasını. Bedeni hapistedir ama dolaşır sokakları özgürlük çığlığı olarak, “susmaya gömülmeyin” diye altını çizer, uyarır dostça…

* Lale bir dünyaydı; bizim dünyamızın bir bedende dile gelişi, özümlenmiş Marksist Leninist bir bakış açısının yapıp edilen her şeyde kendini konuşturması, özgürleşmiş bir ruhun bütün engellere, bütün yok etme çabalarına rağmen inatla tek bir amaca akışıydı. Başka bir dünyanın, komünizmin özgürlük dünyasının erdemleri vardı onda. Hepsinden önemlisi, o genç yaşına rağmen bu dünyanın temel çizgilerinin birçoğu yerli yerine oturmuş, adeta sindirilmişti. Ondaki örgütlü mücadele zorunluluğu ve yoldaşlık bilinci insanın içine sımsıcak akacak denli yoğun ve çarpıcıdır: “Birbirimize sarılmıştık, yoldaşlığın o güvenli limanına sığınmıştık…”

Hayata karşı duruşu, örgütlü mücadeleye bakışı, öğrenmeye doyumsuz çırpınışı ona kişiliğini biçimlendirme, zaten var olanı yeni bir kalıba dökme fırsatı verdi. Bu erdemleri elle tutulacak kadar somutlayabilmesi, ta ötelere yayabilecek kıvama getirmesi, bilgece bir açlıkla önüne ne çıkarsa öğrenme, her bilgiyi her deneyimi emme, her insanı kendi gerçekliği içinde kavramaya çalışarak dönüştürme yolunu açtı önüne. O ısrarla bu yolu yürüdü. Neşesiyle, coşkusuyla, güveniyle, ne olursa olsun pes etmeme azmiyle yaptı bunu: “Sabaha kadar yürüyeceğiz, ayaklarımız değil yollar yorulacak bizi taşımaktan…” Böyle hedef odaklı, bu kadar iyimser, bu kadar çalışkan, bu kadar çığlık çığlığadır onun mektupları işte…

Mapusta mektubun önemi bilinir, kavurucu sıcakta bir damla su gibidir. Kendimizi beslediğimiz, onardığımız, hayaller kurduğumuz bir deryaya dönüşür sonra. Hele bu mektuplar Ölüm Orucu gibi zorlu bir koşuda konmuşsa avuçlarımıza, serinletmişse ruhumuzu, umut ve iyimserlik dağlarını yeşertmişse çok daha anlamlıdır. Okuyunca göreceksiniz ki, aslında onun yazdığı, çok sayıda arkadaşın, yoldaşın, aile üyelerinin ona gönderdikleri mektuplar… tanımıyorsak bile onu ve kişiliğini neredeyse bütün temel çizgileriyle ortaya koyuyor. Sadece komünist karakterini değil, insanın yaratma ve başarma gücüne meftunluğunu, irili ufaklı her şeye karşı olağanüstü merakını, örgütçülük meziyetlerinin başta geleni olan iplikleri ustaca birbirine bağlama çabasını, yüreğinden taşanları -hiçbir zincir vurmadan- sere serpe ortaya saçışını, üstelik bunları adeta bir edebiyatçı duyarlılığıyla dile getirişini “aşkolsun sana çocuk, aşk olsun!” dedirtecek ölçüde yoğun duyumsarsınız. *

Lale, örgütlü bir komünist olarak kat ettiği yıllar boyunca yaşamın bütünlüğünü bozmadan, aksine her parçayı diğerine, her insanı bir başkasına bağlayan kaçınılmaz ihtiyaçları keşfederek birleştirmeye çalıştı.

“Çitlerin Olmadığı / Bir Ölüm Orucu Direnişinin Güncesi” dahi bu çabanın izlerini taşıyor. Uzun uğraşlar sonucu toparlanabilmiş bu mektup dağının düzlenebilmesi, anlamlı ve işlevli bir ürüne dönüştürülmesi kolektif bir çabayla olabildi. Daha mükemmeli arama tutsaklığı onu belki bir miktar geç bıraktı. Olsun…

İnsan son sözünü söylemedikçe “hiçbir şey için geç değildir!” Onu elbette çok özlüyoruz ama bu özlemle yaşayabiliriz. Ardında bıraktığı sayısız anı yeter bize… Ne var ki, bu kitaba esin kaynağı olan devasa bir kuşak, yüzlerce binlerce genç de onu bu sayede tanıyarak özlesin istiyoruz.

Oya Açan

Kaynak: sendika.org