6 Aralık'a bir şey kalmadı. Hani şu bizim “#SosyalMedyaDavası” diye bilinen hukuk tutulmasının ikinci duruşmasına. Lakin #SosyalMedyaDavası etiketi sizi yanıltmasın sakın. Jennifer Lawrence’in iCloud hesabındaki fotoğrafları araklamış falan değilim. Dışarıdaki dostlar bu adı uygun görmüş olsa da, işin aslı biraz çetrefilli.
Özetlemek gerekirse; bir grup hacker, Enerji Bakanu Berat Albayrak’ın e-posta hesabını ele geçirip, içeriği çalıyor. Sonra da içeriği, 15-16 gazeteciyle paylaşıyor. Gazeteciler de e-posta sızıntılarını inceleyip, kamuoyunu ilgilendiren bölümlerini haberleştiriyor. Buraya kadar her şey normalken, hesabıyla, kendini hacker olarak tanıtan ihbarcının (hacker deyip geçmeyin, adamın 2023 hedefleri var) yolladığı e-posta ile çarşı pazar karışıyor. Özel harekat polisi gazetecilerin evlerini basıyor, 24 gün hücrede tutup sorguluyorlar, hapse atmalar yaşanıyor.
10 aylık tutukluluğun ardından hakim karşısına çıktığım ilk celsede, gazeteciliği, yaptığım haberi, haberin yayınlanmasındaki süreci falan anlatıp kendimi savunduğumu sandım.
I, ıh...Becerememişim. Mahkemenin, -hackerlardan mı, DHKP-C’den mi, FETÖ’den mi, yoksa hepsinden birden mi anlayamadığım- talimat alarak haber yaptığım yönündeki düşüncesiyle tutukluluğuma “devam” dendi.
Evet, 6 Aralık’a günler kaldı...Yalnız bir türlü oturup yeni bir savunma metni hazırlayamadım. Ciddiyet eksikliği mi dersiniz, “Zaten karar bellidir” isteksizliği mi bilmiyorum. “Yahu ben kimseden talimat almadım. Talimat verdilerse de yerine getirmemişim. Ya da adamlar süblüminal vermiş, ben anlayamamışım” gibi şeyler söylemek geçiyor aklımdan. Bir de “üye olmadan örgüt adına suç işleme” var ki, günümüzün en moda suçlama kombini...O kanıya da, Minez’e attığım bir telefon mesajı üzerinden varıyorlar. Yani ben her iki örgüte de üye değilim ama, talimatla propaganda yapıyorum. O kadar ahmağım ki, onu da bir tek eşime yapıyorum: “Sevgilim, bak ben üyesi değilim ama FETÖ ve DHKP-C harikadır. Eve geçerken bir şişe kırmızı şarap kap, sana maklube yapacağım...” Herhalde böyle bir şey yapmış olmalıyım...
İşte bunları düşündükçe savunma falan yazamıyor insan. Ne yazacaksın ki abi? Ne anlatacaksın? “Sayın mahkeme heyeti...Bizim işimiz kirli çamaşırları ortaya çıkarmak, hoşa gitmeyen hakikatleri yazmak...” desem. Sonra devam etsem: “İki ihtimal var. Ya bu yüzden bana ceza vereceksiniz...Ya da hukukun gereğini yapıp, vermeyeceksiniz. Böylece basının özgür olduğunu anlayanlar, hijyene önem verecekler. Vereceğiniz karar, çocuklarımıza nasıl bir ülkede yaşamayı reva gördüğünüzü de anlamamızı sağlayacak. Lütfen yargıyı bulmak istediğiniz gibi bırakın!”
Yalan yok...Garip bir korku da duyuyor insan. Hem de Suriye ve Irak gibi vahşi diyorlarda savaş muhabirliği yapmış, havan topuna, tanka aldırış etmemiş bir gazeteci olarak...Çünkü anlıyorsun ki, her mühimmatın bir menzili var ama bir paragraflık iddianameyle ne kadar daha yatacağının tahmini yok. “Oğlum Tunca” diyorum; “Oğuz abiye, 52 saniye görünmüş tweet yüzünden 3 yıl hapis cezası veren yargı, seni Silivri’ye demirbaş yapar”
Ve o zaman insan daha iyi anlıyor... Ali Tatar’ın canına neden kıydığını; Ahmet Şık’ın niye bu kadar öfkelendiğini; Şahin Alpay’ın umutsuzca ömrünün son demlerini yaşadığını düşünüp, onu da ailesiyle geçirmek adına mektup kaleme aldığını...
Beri yandan kendini şanslı da hissediyor insan...11 aydır her hafta aynı heyecan ve aşkla görüş kabininde beliren muhteşem bir eşe; fırtınalı denizde bir fener gibi uzaktan göz kırparak cesaret veren meslektaşlara sahip olduğu için...
6 Aralık mı? Valla biz yazarız, siz yargılarsınız. Tarih de yazar...
Tunca Öğreten
Silivri Cezaevi
Kaynak: Evrensel Gazetesi
- 9 gösterim