Tuna Altınel’in 11 Mayıs 2019 tarihinde Balıkesir Kepsut L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumunda kaldığı 81 gün boyunca hapishaneler ve mahpuslarla ilgili gözlemlerimi kamuoyuyla paylaştım. Cezaevlerinde mahpusların sorunlarını eleştirel bir bakış açısıyla ele almaya çalıştığım Kepsut Notları yazı dizisi devam edecek. 30 Temmuz 2019 tarihinde Tuna Altınel tahliye oldu ancak hapishaneler seslerini duyurmaya çalışan mahpuslarla dolu. Bu yazı dizisi mahpusların sesini duyurmayı, sorunlarından kamuoyunu haberdar etmeyi amaçlayan bir dayanışma çabasıdır. Bu yazı dizisinde zaman zaman içeriden seslere de kulak vereceğiz. Bu seslerden biri olan Ali Avcı’nın kendi deneyimlerini ve düşüncelerini içeren yazısını paylaşıyorum.
Lütfiye Bozdağ
**
Ali Avcı*
“Suç ve Ceza”
Geçen gün Lütfiye hocamın (Bozdağ) kendi bireysel hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı, biraz nükteli de olan yazısını okumak bana hapishane ve onun ön ve sonraki evrelerini düşünmeyi dayattı. Tabi ki içerden biri olarak konuya objektif bakış atamayacağım gibi kendi refleksiyonlarımdan yola çıkarak, bu mekanların kendi içinde hem hukuksal hem de mimari olarak ne denli derin bir iktidar bağlamında yer aldığını tartışmaya çalışacağım.
Her kurumsal yapının toplum bağlamında bir “gereklilik” algısıyla oluşturulduğu, burjuva hukukunun en temel önermelerindendir. Habermas’ın bu konuda “İletişimsel Eylem Kuramı” iyi irdelenmelidir, fakat bence daha radikal bir metne ihtiyacımız var. Burjuva hukukunun amentüsü nedir? Tabi ki devlet dediğimiz aygıtın kişiselleşmiş yapısından arındırılarak kurumsal bir bağlama yani iktidarın kategorizasyonunun nesnel ve daha mikro boyutlara indirgenmesidir. Hukukun mikroskobikleştirilmesi sürecinin Foucault tarafından soykütüğü çıkartılmıştır ve bu çalışmalar gerçekten de hala güncelliğini koruyor.
Suç kişisel bir durumdur[1]ve onun ihlal ettiği şey sadece mağdurun fiziki veya manevi yapısı değildir. Suçlu suç işleyerek yasanın otoritesine saldırır. Yasanın otoritesi ise gücünü, mutlak kralın aşkınsal gönderimli otoritesinden alır. Kısacası suç işleyen aslında mağdura değil birebir Kral’a saldırır. O anda hesaplaşma kişiselleşir; Kral ile suçlunun kanlı hesaplaşması aslında failin fiziksel yok oluş süreci ile başlar.
Her cezalandırma prosedürü öyle ya da böyle suç işleyenin bedensel tahribatıyla toplumsal bir mesaj verme üzerine kuruludur. Bütün eski cezalandırma tertibatları amaç olarak potansiyel otorite ihlalcilerine karşı gerçekleşir. Ortaçağ Avrupa’sında meşhur, ızdırap çektirilerek, huşuya kapılmış kan isteyen çılgın güruhların karşısında bedenin parçalanması en temel cezalandırma biçimi olarak modern burjuva hukukuna kadar gelmiştir. Fakat göz ardı edilmemesi gerekli olan bir ‘aynılık’ vardır: bütün iktidar yapıları bir şekilde bize suç ve ceza arasında şaşmaz bir ardışıklık olduğunu gösterme çabasına girer.
Belki de Marksizm gibi muhalif hareketlerin burjuva hukukuna salt iktisadi parametrelerden kurtulup daha tinsel bağlamda bakılması gerekliliği bu konu bağlamında tartışılmalıdır fakat bize ayrılan yerin sınırlılığından dolayı bu konuyu atlıyoruz.
Modern hapishaneler, modern iktidarın kendini var ettiği en temel alanlardan birisidir. Nasıl ki okullar, iktidar pratiklerinin normalizasyonu ve öznel kurulumun süreklilik kazandırıldığı mekanlar ise hapishaneler de hem sistemin dışında olanların yani sistem muhaliflerinin akıbetinin gösterilerek bir görü alanı oluşturulmasıyla hem de ‘norm’ süreci oluşturarak aynı anda iki süreci gerçekleştirir. Modern iktidarın hedefi modern öncesi iktidarın bedensel cezalandırmasının ötesinde ruhsal bir ele geçiriliş, ıslah edilme ya da Lacan’cı nosyonla devam edersek, iğdiş edilme sürecidir. Hapishane iktidarın hem görü hem de hukuksal bağlamının kesiştiği hatta sentezlendiği ‘enigmatik’ noktadır. Bütün mahpuslar, bir şaman ayinindeki kurbanlar gibidir. Şaman, inancın tasnifi için kurban ister fakat ayinin başlamasının mümkünatı da o kurbanlardır.
Peki hapishaneler olmalı mıdır? Aslında bu çok etik gönderimler barındıran bir sorudur fakat bu cevabı ‘evet’ ya da ‘hayır’ gibi iki tercih arasında sıkıştırılmayacak bir sorudur çünkü ilk olarak suçun oluşumunu sağlayan faktörler ve sonrasında insan doğasının hakikaten arketip, antropolojik ve felsefi bağlamlarını tartışmalıyız. Bütün bu tartışmaların ötesinde cezaevinin iktidarın bir aracı olmasından dolayı etik bir mekanizma olmadığı kesindir. Kant’ın etik önermeleri ne kadar problemler barındırsa da belki de problemli olmayan temel düsturu; insana amaç olarak bakılması gerçekliğidir. İnsan, insan olması gerçekliğinden dolayı ona amaç olarak yaklaşmalıyız ve insan bir ‘araç’ olarak görülemez. İktidar hapishanedeki her bir bireye kendinde amaç olarak değil bir norm toplumu yaratmanın ve kendi meşruiyetini pekiştirmenin araçları olarak yaklaşır. İktidarın kendisinin reflektif doğrulaması için cezalandırdığı toplumda ki bu cezalandırılış ekonomik, sosyal ve siyasi süreçlerin bütünlüğüdür. Suçun koşullarını yaratarak aynı mekanizma suç olarak tanımladığı[2] şeyleri cezalandıran bir kurtarıcı imajı yaratır. Toplumdaki hiçbir suç, devlet ve uzantısı hukukun etkisinden bağımsız değildir. Bugün devletin ontolojik işlevi olan meşru şiddet kullanımı ‘işlenmiş’, ‘işleniyor’ ve ‘işlenecek’ olan suç nosyonuyla mümkün hale gelebiliyor. Kant bilginin doğrulanmasına kalkışırken insanlara çok temel bir soru sorar; acaba bilginin ‘ne’ olduğundan öte onu mümkün kılan koşulları sorgulamamız gerekmez mi?
Bizlerin de suçu cezalandıran yapının ne kadar ‘adil’ olduğundan öte gerçekten suçun mümkünatını yaratan tertibatı sorgulamamız gerekmez mi? Suç ve ceza, sağduyusal olarak kabul edilegelmiş bir şekilde ardışıklık göstermez. Klasik neden-sonuç denkleminin D.Hume’cu krizini kastetmiyoruz. Fakat şu bir gerçek; hukuk suçun yaptırım mekanizması olmasının ötesinde aslında suçu üreten ve dolaşıma sokan asli bir formel ve teknik ilke ve mekanizma bütünüdür. Hukukun mümkünatı devlet ile olanak kazanırken hukukun meşruiyeti ise suçun varolmasıdır. Bunların ontolojik bir bağlamda değerlendirilmesi gerekir. Aslında bengisel olarak devletin mümkünatı da hukuktur. Modern devletin, modern bireye teminatı güvenlik ve özgürlüktür. Bu iki nosyonun ihlali ise suç olarak tanımlanan şeydir. Nihayetinde, eğer suç üretilmez ise devletin mümkünatı ortadan kalkar. Dolayısıyla suç ve ceza ardışıklığını iyi düşünmek gerekir çünkü burada doğabilimsel nedensellik ilkesinin ardışıklığı yoktur. Fakat sağduyu sanki bu ardışıklığın formel bir kesinlik içerdiğine ikna etmektedir.
Suç hiçbir zaman criminal bir vaka olarak, teknik kavramlara hapsedilemez ve her cezalandırma amacı iktidarın kendi edebilme, yapabilme yeterliliğinin doğrulanması sürecidir. Sadece devlet gibi makro organizasyonlar değil, Freud’cu ve Lacan’cı iğdiş edilme ya da fallus göndermelerinden başlayarak ‘musalla’ taşındaki prosedürlere kadar uzanır bu süreçler. Suç ve ceza yaşam süremizin bütün bir sürecini işgal eder ve bu iki nosyon arasına sıkışmış öznellik Raskolnikof misali mengeneye alınmış, kendi içimizdeki ötekinizle ızdıraplı bir yaşayıştır. Belki de M. Proust misali edemediklerimizin geri dönüşlü kurmacalı bir günah çıkartılışıdır. Her bir kişilik hakiki bir kişilik olamadan yaşam süresini tamamlar ve bunun nedeni devlet mekanizmasının, toplumun kılcal damarlarına dek uzandığı suç ve ceza mekanizmasıdır.
Gelecek yazıda suç ve cezanın birey düzlemindeki yapısını sorgulayacağız.
*L-Tipi Kapalı Cezaevi
[1] Suç kişisel bir durumdur, tabi bunun bütün dış varyasyonlarını askıya alarak sadece suça suç olarak bakıyoruz.
[2] ‘Tanım’ terimi burada çok önemlidir çünkü tanım ciddi siyasal amaçlar barındırır ve şuan ülkemizdeki terörle mücadele yasası ‘tanım’larıyla, siyasal iktidarın muhalif avının araçlarından biridir.
Kaynak: Ötekilerin Gündemi
- 2 gösterim