“… Kant sıradan insanı aptallaştıracak bir yolda sıradan insanın haklı olduğunu tanıtlamayı istedi.”
F. Nietzche
“Şehre yeni bir arşivci atandı… Yeni arşivci bundan böyle sözcelerden başka bir şeyi dikkate almayacağını ilan eder.”
G. Deleuze
Elimizdeki metin Kant ve Foucault’nun bilgi ve bilgiyi mümkün hale getiren koşulları sorgulamak niyetiyle kaleme alındı; başka bir deyişle mümkünat sorgulamasıdır. Her iki filozofun bazı özgün noktaları ele alındığı için dizgelerinin bütünsel bir sunumuna ihtiyaç duyulmamıştır. Fakat Foucault’ya özel bir ağırlık verilmesinin nedeni hakikaten bilginin salt öznel bir süreç olmadığını ve iktidarla dolaylı ilişkisini anlayabilmemizi sağlayacak birçok veri ve metod sunabiliyor olmasıdır. Diğer bir durum ise yazıda konunun Kant’la ilgili olduğu noktalarda kullanılan biçem farklılığıdır. Aslında bunun açıklaması iki filozofun dizgesel farklılığından olsa gerek. Kant’ın bunaltıcı biçemine karşı Foucault’nun akışkan anlatımı dizgelerinin yapısal farklılığının temel göstergesidir.
Bilgi problemi hiç kuşkusuz felsefenin tarihi kadar eski bir meseledir. Felsefeciler yüzyıllarca mutlak gerçekliğe ulaşmak veya aynı şey olan görünür dünyanın bütün yanılsamalarından arınıp onun özünü, değişmeyen gerçekliğe nüfuz etmeğe çalışmışlardır. Fakat yine aynı filozoflar hiçbir zaman bu gerçekliğe nüfuz edebilme gücünün insanda bulunup bulunmadığı ya da mutlak gerçekliğe erişebilmenin insan yetilerinin mümkünatı dahilinde olup olmadığı Kant’a gelinceye dek felsefenin gündemine esaslı bir biçimde gelmemiştir. Hangi tür soruşturma olursa olsun öncelikle onu araştıracak insanın soruşturulup bilgi sınırlarının ya da aynı şey olan ‘yetisel’ yapısının istenilen gerçekliğe nüfuz edebilme yetkinliğinde olup olmadığının araştırılması gerekliliğinin öncelenmesi Kant’ın bütün felsefi çabasının zeminini oluşturur. Metafiziğin “duyuüstü” aleme yönelttiği sorular bir önvarsayım olarak bu alana dair bilgiye erişim gücüne sahip özneyi kabul etmesinden ileri gelir. Fakat Kant bilgiye ulaşmak için insan yetisinin belli sınırları olduğunu ve metafizik soruların hiçbir zaman tam anlamıyla yok edilemeyeceğini ama hiçbir zaman da kesin bir bilgi haline gelemeyeceğinin eleştirisini yaparak metafiziğin mümkünatını sorgular hale getirir.
Kant bilgiyi mümkün hale getiren bütün koşulların özneye içkin olduğunu ve uzam-zaman ilkesi ile on iki a priori kavramın bütün bilgi yapısının olanağı olduğunu ve her bilginin bu yapının çeşitli ve karmaşık işlemleri sonucunda oluştuğudur. Kant’çı dizge dönemin rasyonalizm ve ampirizm tartışmalarının geçici fakat muazzam bir sentezinin ifadesidir. Uzam ve zaman dışsal değil bize içkin ilkelerdir çünkü matematik önermelerin (geometri ve aritmetik) sentetik a priori bilgiler sağlıyor olması onları özneye içkin hale getirir. Aynı biçimde kavramsal donanımın içkin olmasının nedeni eğer evrensel a priori önermeler üretebiliyorsak bunun deneyimle mümkün olmayacağı açıktır çünkü deneyim bize ancak tekilin bilgisini verir; yoksa ‘nedensellik’ gibi evrensel kavramlar veremez. Rasyonalizmi destekleyici yönü bunlardır fakat bilgi yapısının mevcut donanımının kurucu yapısının ‘neden’ öznede bulunduğunun bir açıklamasını Kant’ta bulamayız. Dönemin bilim paradigmasıyla paralel bir biçimde sadece yapının işlevsel bütününe odaklanır. Tabi Kant ampirizmi saf dışı etmez çünkü bütün öznel içkinlik (kavram ve uzay-zaman) ancak dışarıdan aldığımız verilerle işlem görür ya da yararlı bir işleve dönüşür . Yoksa deneyimsiz kavram boş, kavramsız deneyim ise kördür.
Konumuzun asıl odağı Kant’ın birinci veya ikinci kritiğinden öte üçüncü ve kritik serisinin doruk noktasını ifade eden ‘Yargı Yetisinin Eleştirisi’dir. Peki Kant’ın yargı yetisindeki tasarımı nedir?
Transandantal öznenin son eleştirisi yargı yetisinin eleştirisidir ve aynı zamanda bu yapıtla tamamladığı kuramının bütünsel yapısının ayrıntısıyla uğraşır. Kant söyleyebileceği her şeyi söylemiştir ve insanın bütün yetisel fonksiyonlarını kavramsal (dizgesel) çerçeveye kavuşturmuştur. Dizge iki ana bölüme; kuramsal ve pratik felsefeye bölünür. Kuramsal yani doğaya yasa koyan öznenin a priori yasaları ve aynı öznenin özgürlük kavramı ile biçimlenen istencin kendi kendisini belirlemesidir. Kant’çı dizge “böylece … ilkelerine göre bütünüyle ayrı olan iki bölüme ayrılır: Doğa felsefesi olarak kuramsal bölüm ve ahlak felsefesi olarak kılgısal bölüm … “1
İki alanda öznenin yasa koyucu egemenliği geçerlidir. Doğaya yasa koyan ve kendi istencine yasa koyarak özgürlük kavramını ortaya çıkaran aynı öznedir ve Kant bu özneyi transandantal özne diye kavramsallaştırır. Doğaya yasa dayatan anlama yetisidir. Ama bundan ayrı olarak özgürlüğün (istenç) yasası ise us yoluyla olur ve salt pratiktir. “Öyleyse anlak ve us bir ve aynı deneyim toprağında birbirine zarar vermeksizin iki yasama uygularlar. Çünkü doğa kavramı özgürlük kavramı yoluyla yasamayı ancak özgürlük kavramının doğa üzerindeki yasayı bozmaması denli etkileyebilir”2. Birbirlerinin alanı olmasa da duyulur dünyadaki etkilerinde birbirlerini sınırlayan iki yasa koyucu yeti tek bir alan oluşturamazlar çünkü anlama yetisinin yasa koyuculuğu sezginin nesnesine uygulanırken, kendinde-şey (numen) yasanın sınır çizgisidir. Fakat özgürlük kavramı mümkünatını kendinde-şey alanında bulur. Kendinde-şey özgürlük alanında tasarlansa da sezgide bunu yapamaz. Dolayısıyla duyusalın doğa kavramı altında toparlanması ve duyu üstünün ise özgürlük kavramı altında toparlanması bu iki alan arasında bir “uçurum” yani “… sanki iki dünya imişler ve birincisi ikinci üzerine hiçbir etkide bulunazmış gibi…”3 İki farklı dünyaya yasa koyan öznel yetilerin a priori ilkeleri öznede esaslı bir bölünmeyi “yırtılmış” özneyi ifade eder. Orta terim oluşturan yeti ise yargı yetisinin kendisidir.
Yargı yetisinin a priori ilkeler taşıyıp taşımadığı veya taşıyor ise bu ilkelerin anlama yetisinin yasaları gibi “oluşturucu” ya da us ilkeleri gibi “düzenleyici” bir yapıya sahip olup olmadığı ve ayrıca bilgi yetisiyle istek yetisi arasında orta terim olarak “haz ve hazsızlık” duygusuna a priori bir kural verip vermeyeceği üçüncü eleştirinin ilgilendiği temel ilkelerdir.
Nihayetin sert ve katı bir biçimde kategorize edilmiş özne, son eleştiride az da olsa özgürlük imkânı bulabilmiştir. Kant üçüncü eleştiride esasında insan yetilerinin bilgi ve ahlak gibi katı belirlenimleri dışında kanıtlanamaz ama öznede var olan veya doğaya atfettiği yönlerini, ‘kavramsız işleyen” salt yargılama yetisinin bilimsel dizgesiyle değil eleştirel bir duruşla serimlemeye çalışır. Bilimsel değildir çünkü kavramsal belirlenimlerle işlemez fakat evrenseldir ve bu sebeple de eleştirel bir yaklaşım gereklidir. Yargı yetisinin diğer yetiler gibi kendi özgün yasa koyucu özelliği yoktur ama yasaların ona göre aranacakları ve her durumda salt a priori öznel olan kendine özgü bir ilke kapsıyor olabileceğini tahmin etmek için nedenlerimiz vardır”4. Böylece Kant insan ruhunun bütün yeteneklerini üçe indirger; bilme yetisi, haz ve hazsızlık duygusu ve istek yetisidir. Yargı yetisi “… en azından geçici olarak kabul edilebilir ki, yargı yetisinin de benzer olarak kendi içinde bir a priori ilke kapsar… yine kabul edilebilir ki yargı yetisi arı bilme yetisinden, doğa kavramları alanından özgürlük kavramları alanına bir geçişi sağlayacaktır, tıpkı mantıksal kullanımında anlaktan usa geçişi olanaklı kılması gibi”5.
Yargı yetisinin düşünme biçimi diğer yetilerden farklıdır; “Genel olarak yargı yetisi tikeli evrensel altında kapsıyor olarak düşünme yetisidir”6. Anlak ve us evrensel kural ve ilkelerle hareket eder fakat yargı yetisi tikel olanı evrensel biçim altına alır ki buna “belirleyici yargı” denir. Ve buna karşı yalnızca tikel verili ise ve onun için evrenselin bulunması gerekiyorsa o zaman yargı yetisi “derin-düşünen”dir. Belirleyici yargı yetisi yalnızca tikeli anlama yetisini evrensel yasaları altına getirdiği için yasa a priori belirlenmiştir ve herhangi bir tikeli evrenselin altına alabilmek için fazla düşünmeye gerek yoktur. Ama derin-düşünme insan ruhunun derinliklerindeki gizli bir sanattır çünkü doğa o denli çok yönlüdür ki anlama yetisini a priori verili yasaları ile bütünen yasalaştırılamaz. Anlama yetisinin yasaları ancak olumsal olarak saydığı şeylerin yasaları olmalıdır, ama doğadaki tikelden evrensele doğru yükselme yükümlülüğü derin düşünmenin kendi kendine verdiği yasallıktır.
Her yasakoyma edimi, yetiye tabiyeti varsayar ama bu yargı yetisi için geçerli değildir, o yasa koymaz. Hatta estetik yargı tikel nesneler üzerine bile yargı koyamaz çünkü nesnenin varlığına tamamen kayıtsızdır ve sadece öznedeki-öznel duygulanımlardır.
Yargı yetisi, yetilerin işleyişinin öznel koşullarını oluşturur. Aslında tek bir fonksiyona indirgemek de yargı yetisinin çok yönlü ve özgür manevra alanını sınırlamak demektir. Deleuze Kant’ın Yargı Yetisinin Eleştirisi için şöyle der; “Kant, yargı sorununu, yargının teknik veya özgün oluşu düzeyinde ortaya koymayı düşünmüş olan ilk kişidir.”7 Kant anlama yetisinin kavramlarını, öncülü olan biçimsel mantıkçılardan ayıran özellik tam da transandantal mantığın gücüdür. Transandantal mantık verili bir kavramın uygulanma koşul ve kurallarını da içerir. Yargı gücünün önemi tam da budur; kurallar kavramın kendisinde içerilmez ancak anlama yetisinin kavramın uygulanması koşulunu şemalarla olanaklı hale getirebilir. Yargı yetisinin insan ruhundaki bu yaratıcı edimi sanatsal bir tasarlayıcılıkla mümkündür. Tekil durumların kavram altına alınması ya da herhangi bir eylemin ahlakilik normunu belirleyen şey sanatsal yaratıcılığın yargısıdır. “Teorik yargı gücünde, hayal gücü, anlama yetisi, aklın yasasına uygun olarak şema sağlar; pratik yargı gücünde, anlama yetisi aklın yasasına uygun olarak bir tip sağlar.”8 Yargı yetisi çok yönlü yetiler arası harmoniyi sağlayan bir yetidir. Çünkü yargı yetisinin belirleyici bir fonksiyonla nesneleri belirlediğini söylemek aynı zamanda yetilerin uyumunu belirlediğini söylemektir.
Yargı yetisinin, Kant’çı dizgedeki bütün bu karanlık noktalarını Deleuze’ün verdiği bir örnekle anlaşılır kılabiliriz. Sözgelimi tıp alanında bir doktor tifonun (kavram) ne olduğunu bilir fakat onu bireysel bir durumda tanımamış doktor konu bağlamında iyi bir örnektir. Doktorun bireysel durumu tanıması belirleyici yargı gücünün işidir çünkü kavram (tifo) belirlidir. Kavram verili olsa da güç olan kavramın bireysel duruma uygulanmasıdır! Deleuze; “aslında düşünücü yargı gücünde, sanat ve yaratıcılık hiç de az değildir. Fakat bu sanat farklı bir şekilde dağıtılmıştır. Belirleyici yargı gücünde, sanat sanki gizlenmiş gibidir; burada kavram-ister anlama yetisinin kavramı ister aklın yasası olsun- verilmiştir. Bu yüzden de diğer verilerin özgün katkısını yöneten veya belirleyen yasa koyucu bir yeti vardır, öyle ki bu katkıyı değerlendirmek güçtür. Fakat düşünücü yargı gücünde etkin yetkiler bakımından hiçbir şey verilmemiştir; burada hammadde, gerçekten de tasarlanmaksızın kendini sunar. Böylece bütün etkin yetiler, bu hammaddeyle ilişkili olarak özgürce işler. Düşünücü yargı gücü, tüm yetiler arasındaki özgür ve belirlenimsiz bir uyumu ifade eder.”9 Belirleyici yargı gücünde saklı kalan kurallarla bastırılmış gizli yaratıcılık, kavramın izleğinden çıkarak bireysel durumlara farklı yaratıcı ve potansiyel yükü çıkarıcı bir biçimde hayat bulur. Tekil durumlarda evrensel kavramları keşfederiz ama önemli olan Kant’çı katılığın tek gediği; özgün durumlardaki sınırsız ve kavramsal olmayan genişletilmiş derin düşünmedir.
Gerçekten bütün mesele Kant’ın varsaydığı gibi öznenin içsel devinimiyle olup biten bir süreç midir? Bilgiyi mümkün hale getiren ya da sentezleyici güce sahip yargı yetisinin salt sanatsal yaratıcılığı ile bilgi sürecinin mümkün koşulları aydınlatılmış mıdır? Bilgiyi sentezleyen ya da belli öğelerin senteziyle ortaya çıkan bilgi, öznel fonsiyonların dışında dışsal etkenlerin dayatması sonucunda oluşamaz mı? İşte bu an tarihi bir andır çünkü Foucault’nun muazzam müdahalesiyle karşılaşırız. Bilginin Kant’çı varsayım gibi salt öznel bir devinim olmadığını, dışsal birçok etmenin dahil olduğu karmaşık tarihsel süreçler bütünü varsayılır. Foucault’nun tartışmadaki pozisyonunu anlayabilmek için kullandığı birkaç kavramın anlamını açıklamalıyız.
Foucault’nun sıkça anıldığı ‘iktidar mekaniği’ kavramı sadece dizgenin işlevsel bağlamıdır. Hapishane, tımarhane, okul, atölye, cinsellik, vb. bağlamlarda gerçekleşen mikro-iktidar mekaniği, iktidarın üretilip dolaşıma girdiği alanlardır. Bütün bu tertibatlar ancak bilgi ile mümkündür. Fakat bilgi iktidar mıdır? Eğer bilgi iktidar ise bilgiyi araştırmaya hiç gerek kalmaz ve “bilgi iktidardır” önermesiyle bütün mesele çözüme kavuşturulur. Ama mesele bu kadar basit değildir! Bilgi, iktidarın sözce alanı ile görü alanını sentezlemesiyle ancak iktidar haline gelebilir. “Sözce”10 kavramı çok kritik bir öneme sahiptir. Fakat açıklamasına geçmeden önce Foucault’nun estetikten ne anladığına kısaca bakmalıyız çünkü estetik, ‘sözce’nin tanımıyla doğrudan bağlantılıdır.
M. Foucault’nun incelemeleri tek bir perspektifle tüketilmesi zor bir hazinedir. Mikroskobik gözlükleriyle bize yaşamın olağan akışı içinde, toplumca en makul görünen hatta yararlı kabul edilen kurum v e bilgi yapılarının temelindeki iktidarın kusursuz işçiliğiyle örülü bir uyruklaştırma/kontrol altına alma taktik ve stratejileriyle donanımlı olduğunun farkındalığını yaratır. Foucault “… benim yapmaya çalıştığım, en bildik davranışlarımızı biz farkına varmadan belirleyen örtük sistemleri kavramak. Ben bu sistemlerin kökenlerini bulmaya, oluşum biçimlerini, bize dayattıkları sınırlamaları göstermeye çalışıyorum, bu yüzden kendimi onların uzağına yerleştirip nasıl çıkabileceğimi göstermeye çalışıyorum.” Foucault, bize alternatif sunmaz; ‘şunu şu şekilde yapın veya yapmanız gerekir’ demez, o sadece doğallaşmış/normalize edilmiş her türlü iktidar etkeninin bir ‘söylem’ ve alternatif bütün söylemlerin tedavüle girdiği anda, bir önceki söylem gibi ‘aynı’ ve ‘öteki’ diyalektiğini yaratacağını ve nihayetinde bütün söylemler üretildiği anda savaşın nesnesidir. Arşivci Foucault bu söylemlerin arkeolojisini yapar.
Marks ve ardıllarının araştırma nesnesi burjuva ve proleter çelişkisiydi. 19. Yüzyıl entelektüel düşün alanını işgal eden temel soru ‘yoksulluk ve sefalet’ sorunu değildir; sorun, nasıl oluyor da ihtişamlı burjuvanın yaşamına karşın bu ürünleri üretenler yoksulluk içinde yaşıyordu? Nasıl oluyordu sanayi çağında önceki çağlara oranla misliyle meta üretilirken neden insanlar açlıktan ölüyordu. Bu sorular, zenginliği üretenlerin yoksullaşması sorunu üzerine inşa edilmiş tartışmalardı fakat 20. Yüzyıl’da stalinizm ve faşizmin yarattığı küresel etkiler, çıplak ve canavarca açığa vurulup ‘iktidar gücü’ doğal olarak, entelektüel düşünüşü iktidar sorunsalına ilgilenmeye zorladı. Frankfurt Çevresi’nde Adorno ve Horkheimer’ın 1947 basımı ve çevrenin manifesto niteliğindeki “Aydınlanmanın Diyalektiği” yapıtında amaçlarını şöyle tanımlarlar: “… aslında amacımız, insanlığın gerçekten insani bir duruma ulaşmak yerine neden yeni bir tür barbarlığa battığını anlamaktan fazlası değildir”.11 Kitap, aydınlanmanın aklını batının en eski mitlerine dayandırarak modernizmi ve onun totalleştirici varyasyonlarının iç yapısındaki iktidarı deşifre etmeye çalışır. Dolayısıyla artık açlıktan öte bizi sarıp sarmalayan, benliğin bütün içsel yüzeyini el geçiren iktidarın kendisinin sorgulanması daha ontolojik bir gereklilik haline gelir. Foucault bu sürecin tipik değil, olağanüstü bir olayıdır.
Foucault iktidarın mikrolaşma ya da onun deyimiyle “kılcallaşma” süreci; 16. Yüzyıl sonları ve 19. Yüzyıl’da tam oturmuş ama yine de teknik olarak sürekli gelişen ve değişen, ele avuca sığmaz arkeolojisini yapar. Analizin yoğunlaştığı dönem 18 ve 19. Yüzyıl’lardır. Bu dönemde hem Aydınlanma felsefesinin çıkış ve yaygınlaşma süreci hem de Fransız Devrimi ile alevlenen ulus fikrinin farklılaşıp yaygınlaşmaya ve ayrıca sanayi devriminin, iktisadi ve sosyolojik değişiklikleri… önemli olan iktidarın ‘neden’ varoluşa geldiği değil, asıl olan iktidarın teknik işleyişidir. (Kant için de önemli olan a priori öznel yapının neden varolduğu değil, asıl olan işlevsel bütünlüğüdür). İktidar, artık kralla görünür hale gelip uyruklarının silindiği ‘dolaysız’ mekanikten çıkıp teri bir süreçle uyrukların öne sürülüp iktidarın ise görünmez hale geldiği, fenomenler ardındaki numen olan olur. Modern iktidar ayrıntı iktidarıdır ve o Hegelyen ‘dolayımlılık’ ya da toplumun en ayrıntılı kıvrımlarına sinmiş, özneye farkındalığını gerçekleştirmeden onunla özdeşleşmiştir. Günlük yaşamın en sıradan anında bile beden ve ruh aynı teknik organizasyon içinde teşhir edilerek yeniden üretilir. Bu iktidar ekonomiktir çünkü en az masrafla en fazla özneyi denetleyip düzenleyebilme ve karışıklığı istikrarlı-ekonomik bir rejime entegre edebilme yeterliliğini sağlar.
İktidarın mikro-analitiği neden önemlidir? Çünkü bütün makro iktidar yapıları bir şekliyle bir bileşen toplamıdır ve devlet gibi makro-iktidar yapılarını mümkün hale getiren, bununla kalmayıp toplumun en mahrem dehlizlerine kadar sızmasının olanağı mikro-iktidar mekaniğidir. Hapishanenin Doğuşu kitabında Maréchal de Saxe’dan örneklediği gibi; ‘… mimari zevkine sahip olmak yetmez, taş yontmasını da bilmek gerekir.” İktidar tıpkı bir mimari yapı gibidir ve o yapı ancak yontularla mümkündür. O yontuların ve yontulmasının soyağacı ve bütün o üstüste, yan yana dizilen tuğlaların dizilim biçimini ve aralarındaki damarın izini sürmek iktidar analitiğinin bitimsiz işidir. İktidar sonsuz bir pratik alanı olduğu için aynı biçimde analiz de sonsuz bir süreci ihtiva eder.
18. Yüzyıl’ın son çeyreği ve 19. Yüzyıl’dan itibaren günümüze kadar devam eden aydınlanmacı felsefenin dolaşıma soktuğu yıkıcı söylem olan; ‘aklın’ geleceğimizin garantisi ya da evrensel iyi, güzel ve doğrunun esaslı teminatı olduğuna dair yargısı aslında Foucault’nun iktidarı analitiğinin önemli bir çıkış noktasını işaret eder. Çünkü, iktidarın çekirdegjnde aydınlanmanın rasyonalizmi yatmaktadır. Aydınlanmacı idealler (evrensel iyi, güzel, doğru) hiç kuşkusuz günümüzde kriz halindedir. Avrupa, Nietzche’nin söylediği gibi hastadır. Foucault’nun esas sorunu Avrupa’daki kurumlarca inşa edilen ‘benlik’ yapısının hakikat söylemi üretemeyeceğini çünkü yapısal olarak kendi ötekisini yaratıp bunun kanlı bir tarihini yaratan bir benliktir. Aslında Rönesans ile başlayıp, Kartezyen Cogito ile devam edip, Aydınlanma felsefesinde sistematik bir hal alan evrenselleştirici ideallerin yarattığı ‘öteki’, totaliter bir toplumun kurucu unsurlarını yarattı. ‘Ben’in kriz halinde olması çok önemli bir meseledir. Çünkü ben bütün bir sosyalite, mantık, kültür bu benliğin üzerinden yükselir ve onun krizi aslında gerçekliğin krizidir. Modern İnsan ‘aşkın’ bir gönderime ihtiyaç duymadan reflektif bir gerçeklik yarattı.
‘Ben’in krizi yeni bir gerçeklik yaratma sürecini getirmiştir – ki Nietzchenin nihilizmin Avrupa’nın kapısına dayandığını söylemesi tam da bu yeni gerçeklik yaratma sürecinin sonucudur. Aklın evrensel/totaliter gerçekliğine karşın Nietzche hakikatin (ya da gerçekliğin) estetik bir yaratım süreci olduğunu ve örtülü mutlak gerçekliği keşfetmekten öte hakikatin verili olmadığını aksine perspektifsel olarak icat edildiğini belirtir. Ayırım şudur: klasik estetik gerçek dünyadan bir şekilde ayrılmanın yolu olarak tanımlanır iken Nietzche için estetik bizzat gerçekliğin kendisidir. Nitekim Nietzche ile başlayan (temelleri romantikçilere kadar geri götürülebilir) bu estetik damar Heidegger’de gerçeklik dil haline gelir iken Derida’da ise metin olur. Asıl önemlisi Foucault’da gerçeklik söylem olur. Geçmiş, şimdi ve gelecek bir söylem bütünüdür. Ve artık dünya duyu verileri değil bir söylemsel arşiv bütünüdür. Alışılagelmiş felsefi mantığın ötesine geçilerek özne merkezlilik ‘söylem’ merkezliliğine geçiştir. Fakat bu basit bir geçiş değildir. Söylem alanı özneye indirgenemez. Nitelik farklılığı taşısa da özne gibi belli ilkelere tabidir. Bu gelenekte Nietzche olguyu öldürür iken Foucault ‘şeyler’den koptuğumuz ve yanlızca ‘sözce’lerle kaldığımızı belirtir. Nietzche de dünyanın kendi kendini doğuran bir sanat yapıtı olarak estetik fenomenler bileşeni olması, gerçekliği, modern dönemdeki gibi statik, evrenselleştirici/total olgusallığın ötesine geçilmesidir. Artık gerçekliğe itaat etme gibi bir zorunluluğumuz söz konusu olamaz ve her bir özne kendi estetik gerçekliğini yaratır.
Konumuzun asıl özüne gelmiş bulunuyoruz; iktidarın biçimlendirdiği ya da estetize ettiği algı ve bilgi dünyasının kökensel sorgulamasını nasıl yapabiliriz? ‘Söylem’ bu kökenin kendisidir ve söylem iktidarın varoluşa geldiği ve işlev kazandığı mekaniğin kurucu gücüdür. Peki söylem denilen şey tam olarak nedir? Foucault’da ‘söylem’ tıpkı Heidegger’in faal ‘dil’ ontolojisi gibidir ve nasıl ki dil kendi gerçekliğini yaratıyorsa söylem de kendi gerçekliğini yaratır. Dil/söylem; özne üstü özneler arasıdır ve ayrıca yorumlayıcı esnekliğe ve tekilliğe sahiptir. Foucault’nun ve diğer kriz filozoflarının (Nietzche, Heidegger ve Derrida) tekilliğe bu kadar önem vermelerinin nedeni hem evrenselleştirici aydınlanma ideallerinden hem de aydınlanmanın doğa birimini model olarak evrenselleştirici ilkelerle mengeneye sıkıştırmaya çalıştığı toplum projesine bir tepkidir. Buna karşın; sürekli yorum ve yorumun kendisi olan perspektivizm ve tabi ki bunları mümkün hale getiren tekillik noktası. Bütün gerçeklik estetize edilir ve totalliğini yitirir ya da başka bir deyişle gerçekliğin yaratıcı yıkımıdır.
Özne-nesne ontolojisi Heidegger’den gelen ve dilin kendi başına bir ontolojik katman olarak her iki yapıyı (özne/nesne) kuran estetik ve toplumsal dil-varlıktır. Yalnız bu dil anlayışı 20. Yüzyıl’daki mantıkçı pozitivistlerin dil analitiğinden farklı daha fazla metafizik içeriğe sahiptir. Dilin bu yeni tasarımı sayesinde Foucault Kant’ın transandantal öznesini ve algı süreçlerini toplumsal ve tarihsel bir düzleme taşıyarak bilginin içsel değil ‘dışsal’ yani arşiv/metin içeriklerine başvurarak metinlerin ya da daha özel olarak sözcelerin analitiğini yapar. Sözce, öznel ve nesnel kurulumun kesiştiği değil bizzat kendiliğinden bir alandır ve fail bir dayanaktır. Descartes’ın ‘cogito’su, Fichte’nin ‘Ben’ tasarımı nasıl kurucu fail ise, sözce, yaşam ve bilgi yapısının temeli olmasından kaynaklı metni mümkün hale getiren güç olarak aynı faillik pozisyonunu üstlenir.
Foucault için iktidar stratejik bir nosyondur. Fakat görünür ve onun ardındaki sistemin espitemolojik analizi iktidar kritiğinden daha önemlidir. Kant, bilginin iç ve dış unsurlarını serimler iken görü alanımızın sınırlarını çiziyordu ve aynı biçimde Foucault, görünür ve görünür olmayan alanların iktidar tarafından hangi nesne ve koşullarda sentezlenip ve iktidarın nesnesini hangi koşullarda görünür kıldığının analitiğine girişerek Kant’çı ezel-ebed fenomenal sınırların aslında iktidarın edimsel bir sonucu olduğunu kanıtlamasıdır. Bu sebeple Foucault’nun tespit etmeye çalıştığı iktidar, bir ‘bakış’ iktidarı ya da deneyimin mümkün koşullarını yaratan ve görünür kılan bir iktidardır.
Güç veya şiddet alanlarında aranan iktidar fazlasıyla yanıltıcı olabilir çünkü iktidarı sadece zorba olarak görmek ciddi bir yanılgıdır. Modern-öncesi iktidar dolaysız edimler bütünüydü fakat modern çağda iktidar bilgi vasıtasıyla dolayımlanan formsuz bir varoluşa/nitelik farklılığına uğrar. Dolayısıyla iktidarın aranması gereken yer metinlerin kendisidir. Foucault’nun arkeoloji kavramını özgün bir manada kullanmasının bir sebebi var; arkeoloji, antik Yunancada ‘arke’ yani ‘köken’, ‘ilk’ anlamına gönderme yapsa da bir başka anlamı da arşivdir. Metin sadece bir kağıt veya cümle bileşiminden öte iktidarın işlediği mekandır. Metnin sözce yapısı hem görünür hem de bilgi yapısını yaratan ontolojik bir şeydir. Tabi ki sözce dildir ve öznenin kurulumu dil ile mümkündür ve dil yapının/varlığın bizzat kendisidir. Ayrıca oluşumun dayanağı bu ‘ben’den dile gelir. Deleuze; “Foucault’da anlama yetisinin kendiliğindenliğin yani Cogitonun yerine dilin kendiliğindenliği (dilin vardır) koyulur”. Sözce alanı ile göre alanı asla birbirlerine indirgenemezler. Tarihsel bağlamda izini sürdüğü bütün kurumsal yapılar sözce ve göre alanının çeşitli biçimlerde adaptasyonudur.
İktidar her şeyden önce bilgi yapısıdır. Ve bilgi ise esasında bir söylemdir. Peki söylem nedir? Söylemi atomik yapılarına ayırdığımızda yani virtüelliğini yitirip dolaysız dayanak hali sözcedir. Sözceler bir hasislik ya da iktidar analitiğinin sabit unsurlarıdır. Deleuze; “söylemsel formasyonun sözceleri onlarca sistem veya dilden geçerek tasvirden gözleme, hesaba, kuruma ve reçeteye gider.” Yani 19. Yüzyıl’daki tıbbi alandaki sözceler (tasvir, reçete vb) içindeki sözcelerden kaynaklı heterojenlik barındırmakla birlikte söylemin içinde işleyen akışkan mikro yapıları da gösterir. (Diğer bir deyişle mikro-iktidar dinamiği) Sözce iktidarın kendisi olarak söylemsel yapılar içinde akışkan geçişleri sağlar.
Sözcenin cümlelerden, kelimelerden veya önermelerden ayrılmasının nedeni, sözcelerin özne-nesne ve kavram fonksiyonlarını bünyelerinde türev biçiminde barındırmalarından kaynaklanıyor. Sözce, özne ve nesnesini türeten ve kavramsal “şema” (Kant’çı şemayla benzerlikleri çok barizdir fakat yargı yetisinin şema üretimiyle sözcelerin şeması farklı bağlamlarda türetilir.) Biçimlerini de yaratan ( ki şemalar bilim alanı için de geçerlidir) bir ontolojik katmandır. Konuyu somutlaştırırsak daha anlaşılır olacaktır.
Her tarihsel katman şeylerden ve kelimelerden, gözlemekten ve konuşmaktan ya da görünür ve söylenebilir yapılar bütünüdür. İfadelerimiz ve gördüklerimiz bir çağın yapısal niteliğidir. Hiçbir çağ, kendisini ifade eden veya onu dolduran görüntülerden önce gelmez ve her çağ, onu biçimlendiren sözce ve görünürlüğün yeniden ve farklı biçimde dağılımını gerektirir. Sözgelimi, herhangi bir kurumun kendisi anayasa, antlaşma, sözleşme, notlar ve kayıtlar gibi birtakım sözceler taşır ve diğer yandan sözcelerin dolaşımda olduğu bir mekân varsayar – ki içinde konuşan öznenin oluşumu için şart kurumsal yapı bütünüdür. Özne ve nesneyi kuran söylemsel pratiklerdir ve söylemin en küçük birimi yani sözcelerin analitiği bize özne ve nesnenin hangi görünür alanlarda kurulduğunun ayrıntılı bilgisini verir. Foucault sözcelerin sizge haline geldiğini, biçime ‘episteme’ olarak kavramsallaştırır. 18. Yüzyıl öncesi ‘klasik episteme öncesi” 18. Yüzyıl “klasik epistemeler dönemi”, 19. ve 20. Yüzyıl başlarına kadar uzanan döneme modern episteme dönemi, 1950’lerden başlayan episteme “günümüz episteme”sidir. Her epistemenin kendine özgü görü ve sözce yapıları vardır. Aslında ilginç olan sözcelerin tekrarı ancak bütün öznel ve nesnel tekilliklerin aynılığı ile mümkündür. Yani 18. Yuzyıl’daki bir sözce tekrarında aynı anlamı yakalaybilmek için bütün 18. Yüzyıldaki tekilliklerin aynı konumda olabilmesi gerekir. “Türler evrilir” önermesi 18. Yüzyıl’da farklı bir anlam içeriğine sahipken 19. Yüzyıl’da aynı önerme farklı bir anlam içeriğine sahiptir. Ve bu ise epistemelerin kendi içinde birbirlerinden farklı düşünce ve sözce kategorileri barındırdığını gösterdiği gibi aynı anlamı ise ancak anlam belirleyen epistemenin tekillik koşullarının yeniden kurulumu ile olanaklıdır. Görünür ve söylenebilir alanın kombinasyonu ile ortaya çıkan bilgi pratiktir ve böyle olması dolayısıyla düzenekseldir. Görü ve sözcenin bu sentezi tertibattır (dispositif).
Tertibat, epistemeden daha üst bir aşamayı ifade eder çünkü episteme salt söylemsel bir düzenektir ama dispositif hem görü hem de söylemi kapsayacak geniş bir yapı ihtiva eder. Bilgi böylelikle Kant’ın içsel kategorilerinden dışsal oluşum haline gelerek algının iki yapısının (sözce/görü) kombinasyonu ile mümkündür. Tabi bu ayrım teoriktir yoksa birbirlerine indirgenemez görü ve sözce pratik olarak ayrılmazdır.
Foucault’nun bir çağın nitel ve nicel bütün oluşumlarını sadece sözce alanıyla öğrenebileceğimizi söylerken, şöyle bir soru ortaya çıkar; bir çağda her şey söylenebilir mi? Foucault, a priori olarak bir çağ içinde söylenebilecek her şeyin söylendiğini kabul eder ve siyasal, diplomasi, mevzuatlar, yasal düzenlemeler ve yönetimler hiçbir şeyi gizlemez; her ne kadar sözce rejimi cümleleri, kelimeleri ve önermeleri birbirine bağlamak için belirli bir yöntem varsaysa da bir çağ sözceleri için geçerli kıldığı şartlar uyarınca söyleyebildiği her şeyi söyler. Deleuze bu konuda şunu belirtir; “her çağda her şeyin söylenebiliyor olması belki de Foucault’nun en önemli tarihsel prensipidir.”
Dil kurucu tarihsel bir güçtür ve Kant’ın ezel-ebed kategori tablosu aslında sözcesel dönüşümlerle baştan aşağı anlamsal farklılıkları yaşar. Bilim alanında bu değişimleri görebilmek mümkündür; Aristo, Newton ve Einstein’ın fizik kavramları aynı olsa bile bilgi içerikleri neredeyse birbirlerini anlamayacak tanımlarla yüklüdür. Başka bir örnek, klasik çağda, varlığı bütünüyle ortaya koyabilecek ya da temsil edebilecek yeterliliğe sahiptir. Buna karşın 19. Yüzyıl’dan itibaren temsil, işlevlerinin dışına sıçrar ve artık bu birleştiriciliği, varlığı ortaya serebilme gücünü yitirir. Fakat bu birleştiricilik başka bir tarzda, edebiyat alanında ortaya çıkar. Tartışılması gereken nokta farklılaşmıştır. Özne merkezli/fenomenologların kurucu özne figürü çökerek yerine tarihsel yapılarının kurduğu “merkezsiz” bilgi yapılarına evrilir.
Kant bütün insansal deneyimin koşulunu içkin, tarihüstü kategori ve zaman-uzam ilkeleriyle formüle ederken buna karşın Foucault tam tersine görü ve sözce şu veya bu anda bütün fikirlerin formüle edilişinin davranışların segilenişinin bağlı olduğu a priori koşullardır. Fakat önemli bir belirir ve aslında bu sorduğumuz soru yazdığımız yazının varmak istediği ya da ortaya koymaya çalıştığı amaçtır; görü ve sözce alanını sentezleyen nedir? Kant için bu yargı yetisinin neredeyse bilinemez sanatsal yaratıcılığına bağlı bir edimdir. Foucault’nun cevabı bizce daha inceliklidir; Bu iki ana yapının ya da formun sentezini sadece ve sadece formsuz/akışkan bir varlık olan iktidar edimsel olarak gerçekleştirebilir. Konuşmak hiçbir zaman görmek değildir ve tersi de doğrudur. O yüzden bu iki farklı form ancak kendilerindeki nitelik farklarına sahip bir şey ile ilişkilenerek yapısal taşınabilir. Görü ve sözcenin pratik bağlamda iç içe geçmiş bulunması sadece empirik boyuttadır fakat a priori düzlemde ikisi de ayrı formlardır ve ancak pratik düzeyde bir üst aşamaya taşınarak sentezlenir. Biri olmadan diğeri mümkünatını yitirir, tıpkı Kant’ın kavramsız deneyim kör, deneyimsiz kavram ise boş olması gibi.
Yine bir örnekle durum aydınlatılabilir; hapishane ve ceza hukuku. Suçun görünürlüğü hapishane, ifade formu olan ceza hukukundan türetilemez. Hukuki olmayıp, “disipliner” olan bütünüyle farklı perspektiften ve ceza hukuku ise suçluluk sözcelerini hapishaneden bağımsız üretir. Fakat iki yapı el çabukluğu ile birleşir ve hukuk mahkumlar üretirken hapishane de suçluluğu üretir. Bahsettiğimiz bütün bu yapıyı şöyle bir şemayla somutlaştırabiliriz.
Eğer bilgi direk ‘iktidar’ olsaydı, onu araştırmaya gerek olmazdı fakat bilginin yapısal formlarını (görü/sözce) ya da ampirik anlamda (hapishane ve ceza hukuku) bir araya getiren iktidardır. İktidar bir kuvvetler ilişkisidir ve varlığı tekillik üzerine kuruludur çünkü devlet gibi makro yapılar aslında karmaşıklaşmış tekillik ilişkileridir. Tekil kuvvetlerin ilişkisinin öznesi de nesnesi de yine kendileridir. İktidar bu sebeple eylem üzerindeki olası/aktüel veya gelecek üzerindeki eylemdir. O zaman mümkün eylemler üzerindeki bir eylem kümesi olarak iktidarın kategorileri şöyle tanımlanır; kışkırtmak, saptırmak, kolaylaştırmak veya güçleştirmek, genişletmek veya sınırlandırmak, daha az ya da daha çok muhtemel kılmak.
Aslında iktidar baskıcı değildir çünkü ona sahip olunmadan önce pratik edilir. Hükmedenlerden olduğu kadar hükmedilenlerden geçer ve bütün bu belirlenimler Foucault’yu sağlam bir Nietzche’ci yapar. İktidarın karşılıklı bir ilişki olduğunu ilk söyleyen Nietzche’dir; eğer ortada bir kuvvet ilişkisi varsa bu muhakkak karşılıklıdır.
Son olarak; iktidar ile bilgi arasındaki nitelik farkı karşılıklı varsayımı ve yakalamayı ya da karşılıklı bir içkinliği engellemez. Zaten böyle olmasaydı disiplin toplumundaki (disiplin toplumu Foucault’nun felsefesinin işlevsel/sosyolojik boyutu olduğu için bu konuya girmeyeceğiz) kurumsal yapılar ortaya çıkmazdı. Kuvvet ilişkileri, bilgileri biçimlenmiş veya katmanlaşmış ilişkilerde gerçekleşmeseydi; geçişli, istikrarsız, yitici neredeyse virtüel her halükarda bilinmez kalırdı. O nedenle pratik; “pratik olarak iktidar, düzenleme olarak bilgidir.” İktidar ve bilgiyi birbirine bağlayan ve onları nitelik farkları temelinde ilişkilendiren bir bilgi-iktidar kompleksinin olumlanması bundan ileri gelir. Foucault; “bilgi teknikleri ve iktidar stratejileri arasında hiçbir dışarılık yoktur” der. Her ne kadar kendi spesifik rolleri olsa da birbirlerini farkları temelinde bağlansalar bile, bilgi, iktidarı sürekli aktüelleştirir ve o yüzden kurumlar bilgi aracılığıyla iktidarı yeniden üretir ve bunun sonucunda Batı’nın mutlak hakikati bulacağını varsaydığı özne, Deleuze’ün bir diyagramıyla şöyle gösterilebilir.
Özne tıpkı bir duble paça gibi dışın içe katlanmasıdır. Dışardaki bütün iktidar edimleri öznenin içsel oluşumunun da edimidir çünkü özneleşme ancak bilgi ile mümkündür ve bu bilgi iktidar ediminin kendisidir.
Özne, tarihin belki de tanrı inancı kadar, hakikati elde edebileceğimiz derin bir yanılsamadır….
1 Yargı Yetisinin Eleştirisi, İ. Kant, çev. Aziz Yardımlı, 2. Baskı, 2011. İdea Yayınları, s. 18.
2 A. g. e. s. 23
3 A. g. e. s. 24
4 A. g. e. s. 25
5 A. g. e. s. 26-27.
6 A. g. e. s. 28.
7 G. Deleuze. Kant’ın Eleştirel Felsefesi. Çev. Taylan Altuğ. 1. baskı 1995, Payel yayınları.
8 A. g. e. s. 101
9 A. g. e. s. 102.
10 ‘Sözce’ kavramı ile ilgili aşağıdaki betimlemede direk göndermeler kısmi olsa bile ağırlıklı olarak G. Deleuze’ün, Foucault monografisinden yararlanılmıştır.
11 Aydınlanmanın Diyalektiği. T. Adorno-M. Horkheimer. Çev. Nihat Ülner-Elif Öztarhan Karadoğan. 1. baskı, 2010. Kabalcı yayınları, önsöz.
Kaynak: Ek Dergi
- 8 gösterim