"Başımı Tutacak Bir El"

47. gündeler. Hiç umut var mı diye düşünüyorum. Hayatlarını bu kadar onurlu bir şekilde halklarının önüne sermiş insanlar için hiç umut var mı?

28 Ekim 2012

"Kendini öldürterek savundu o"
Pier Paolo Pasoli

Bugün 47. gün.

Tam kırk yedi gündür ülkenin çeşitli şehirlerindeki hapishanelerde bulunan Kürtler hayatlarını bir ideal uğruna riske atıyorlar. Her geçen gün sağlıkları biraz daha bozuluyor ve yaşam şansları biraz daha azalıyor. Vücutları günden güne küçülüyor. Ve yağlar eriyip sıra kaslara geldiğinde durumları daha da kötüleşecek. Ve sonra kaçınılmaz son yaklaşacak.

Hiç umut var mı diye düşünüyorum. Hayatlarını bu kadar onurlu bir şekilde halklarının önüne sermiş insanlar için hiç umut var mı? Uzaktan da olsa tepkileri izlemeye çalışıyorum ancak görebildiğim kadarıyla ölüm orucu tutan siyasi tutuklulara destek olmak amaçlı geniş çaplı, ses getiren gösteriler protestolar yok. Tek gördüğüm bir kaç kişi ve bir kaç grup olarak günleri saydığımız ve bunun sonunun ne olacağını az çok bildiğimiz.

 

Açlık grevi ve ölüm oruçları tarihinin en bilinen figürlerden Gandhi hayatı boyunca bir çok kez ölüm orucu tutmuş ve bunun önemli bir araç olduğuna inanmıştı. Ölüm oruçları çaresizlik durumlarında 'Tanrı tarafından bize verilmiş bir silahtır' diyordu.

Evet ölüm oruçları politik direnişin güçlü ve şiddet içermeyen silahlarıdır. Her ne kadar şiddet içermeyen desek de ölüm orucu aslında insanin kendi bedenine verdiği hasar ve dolayısıyla şiddettir. Bireysel-kişisel-kendi kendine şiddet! Muhatabı başkaları olan suç için kendini cezalandırarak çözüm bulmaya çalışan insanlar seçtikleri yöntem nedeniyle her gün yaşamdan biraz daha uzaklaşırlar. Ta ki en kötü son gelene kadar.

Gandhi'nin açlık grevleri başarılı sonuçlar doğurdu çünkü kendisi önemli bir politik figürdü ve onun ölümü dünya için bir şey ifade ediyordu. Peki şu anda hapishanelerde bulunan yüzlerce insanın durumu önemli değil mi? Onlar ölürse kimse umursamayacak, kimse vicdan azabı duymayacak mı?

Amerika'nın önde gelen Latin liderlerinden Cesar Chavez 1968'de bir açlık grevi başlattığında 25 günde başarıya ulaşmıştı.. Ancak onun liderliğindeki açlık grevi halk tarafından birçok farklı yöntemle desteklenmişti. İnsanlar sokaklarda uzun kuyruklar oluşturmuş, gösteriler yapmış ve halkı bilgilendirmeye yönelik çalışmalar yapmışlardı. Sonuç 25 günde geldi.

47. gündeler. Kırk yedi koca gün. Birden başlayıp kırk yediye kadar saymayı deneyin. Sıkıcı değil mi! Şimdi birden başlayıp kırk yediye kadar yazın. Ne kadar yorucu! Biz birden kırk yediye kadar yazmaya zorlanırken bu insanlar o kadar gündür birçoğumuzun aklının alamayacağı bir şey yapıyorlar.

Hayatta sahip oldukları en önemli şeyi canlarını ortaya koyuyorlar. Bunu ellerinde silahlarıyla yapmıyorlar, bedenlerine bombalar bağlayarak yapmıyorlar, bir köprüye çıkıp tek tek atlamaya kalkarak yapmıyorlar.

Bir anda ve kesin acıyla değil. Her gün daha fazla acı çekerek. Göstere göstere. Gün bir oluyor, gün iki oluyor, gün üç oluyor. On üç oluyor, yirmi üç, otuz üç oluyor, kırk üç oluyor ve kırk dört, kırk beş, kırk altı, kırk yedi...

Bize bakarak yapıyorlar. Başbakana, Adalet Bakanına, İçişleri Bakanına bakarak yapıyorlar. Bunu meclisteki 550 milletvekiline, sokaklarda dolaşan milyonlara bakarak yapıyorlar.

Biz ne yapıyoruz!

bianet'te daha önce açlık grevleri ve ölüm oruçlarına tanık olmuş Seyid Firat'in 'Ölüm orucundaki beden neler yaşar?' başlıklı etkileyici yazıyı okudunuz mu?

Ben okudum. Okurken içimin en çok burkulduğu yer '19 Aralık Hayata Dönüş Operasyonunun ardından götürüldüğüm ve altı yıl kaldığım F Tipi Hapishanelerde en çok yokluğunu hissettiğim şeylerden biriydi, migrenim tutup da yatakta kıvranmaya başladığımda başımı tutacak bir el' oldu.

Ve düşündüm. Bir insanin başını tutacak bir ele ihtiyacı olması anını düşündüm. Kendimi o insanların yerine koymayı denedim. Başaramadım. Anlamaya çalıştım.

Sabahtan beri yemek yemediğim için şu anda kendimi enerjisiz hissedecek kadar 'aciz'ken ben, 47 gündür bedenini yiyeceğe kapatan insanların, vücutlarını hareket ettirmek için, en basitinden başını tutacak bir ele ihtiyaç duymanın nasıl bir his olduğunu nasıl anlayabilirim ki!

Hele bu kadar uzaktayken/ bu kadar dışarıdayken. İhtiyacım olan her şeye ulaşabilecekken, anadilimi konuşurken, yazarken, 'kadın' ve 'bekar' olmanın dışında hiçbir şekilde dışlandığımı hissetmemiş, kimliğimden ötürü küçümsenmemiş, rengimden ötürü polis tarafından durdurulup kimliğime bakılmamışken.

Hatta yıllar yıllar önce bir 'Diyarbakır-Ankara' otobüsünde kimliğine bakılmayan, jandarmalar tarafından sorgulanmayan iki kişiden biri olma deneyimini yaşamışken. Kimliğimi çıkarıp 'sizin kimliğinize gerek yok' cevabını almışken. (Gençtim şaşırıp kalmıştım, elimde kimlik öylece) Nasıl anlayabilirim ki!

Dün akşam kapitalizmin merkezinde tam da bir kapitalist gibi davranırken facebookta Bakırköy'de cezaevi önünde bekleyen tutuklu yakınlarının battaniye ve sıcak içeceklere ihtiyaç duyduklarını okuduğumda çok utandım.

Hatta Türkiye'ye dönüş günümü düşünüp 'acaba her şey için çok mu geç olur ben dönünce' diye düşündüm. O zamana kadar bir adım atılır mı diye düşünemedim.

O zamana kadar hayatta kalabilirler mi diye düşündüm. Bu daha da ağır geldi. Son bir kaç haftadır başka bir ülkede olduğum için yemek yerken sızlandığımı hatırladım sonra. Her şeye rağmen yemek yerken. Ve beğenmezken yediğim şeyleri. Sonra daha bir iki saat önce yediğim yemekleri düşündüm. Boğazımdan nasıl da geçtiklerini. Ve geçmeye devam edeceklerini. Utandım kendimden. Hala da...

Ve aslında ülkemde böyle günler yaşandıkça hep utanmam gerekecek!

Yaşamadıklarım adına yaşayanların yüzüne bakarken... (SK/HK)

Kaynak: BİANET