Türkiye'nin Mandela'larından Halil Gündoğan kimdir?

12 Eylül'de idam cezası alan Halil Gündoğan, 1988'de 29 kişiyle birlikte Metris'ten kaçtı. Gündoğan, yazdığı 'Metris'ten Munzur'a Bir Firarinin Öyküsü' adlı kitabıyla kaçışı anlattı

Sınıra yaklaşınca araç durdu. "Araçla yolculuk buraya kadar" dediler. İki kişi onları Meriç'e kadar götürecekti. Orada bir başka 'arkadaş' görevi devralıp şişme botla karşıya geçmelerini sağlayacaktı. Karşı tarafta kimse karşılamayacaktı. Başlarının çaresine bakacaklardı.

"Yunan karakoluna teslim olursunuz" dedi Nazif, "Sahte kimliklerle iltica işlemlerinizi yaptırın. Gerçek kimlikleriniz sakıncalı olabilir ve sizi iade edebilirlermiş. Bir aksilik olmazsa birkaç gün içinde Lavriyon Mülteci Kampı'na götürülürsünüz."

'Oş geldiniz bre yoldaşlar'
Güvenlikleri için karşı kıyıya kadar yanlarında birer tabanca olacaktı Halil'le Nazif'in. Karşı kıyıya geçince geri göndereceklerdi. Yarım saatlik bir yürüyüşle Meriç'in kıyısına varmışlardı. Karşıya geçirecek kişi bekliyordu onları. Botu şişirmeye başladı. Yanına yaklaşınca "Oş geldiniz bre yoldaşlar" diye karşıladı. Orta yaşlı, tipik bir Trakya köylüsüydü.

Bota binip açıldılar. Akıntı zorluydu. Gece yarısı çok sinsi bir hali vardı Meriç' in. Kirli, karanlık akıyor gibiydi. Aylardır süren 'firar'ın yurtdışına uzanan bir aşamasıydı Halil Güngörmüş'ün yaşadıkları.

Ovacık'ta doğmuştu. Liseyi Erzincan'da bitirdikten sonra gelmişti İstanbul'a. Çeşitli işkollarında işçilik yaparken tanışmıştı TKP/ML-TİKKO örgütüyle. 12 Eylül'ün hemen sonrasında, örgütün Marmara bölge sorumlusu olarak yakalanmıştı. 90 gün sürmüştü işkenceli sorgusu. Selimiye Kışlası'nı, Sultanahmet ve Sağmalcılar cezaevlerini görmüştü. 1984'te de Metris Cezaevi'ne getirilmişti.

Metris'ten kaçılamaz mı?

Artık idam cezası almış bir hükümlüydü Halil. Neredeyse tüm örgütlerin lider kadrolarını Metris'e getiriyorlardı. Metris, en sıkı korunan, kaçılması en imkânsız görünen bir cezaevi olarak düşünülüyordu. Yerin metrelerce altına kadar beton atıldığı, cezaevinin bir askeri birliğin içinde olduğu, çevresinin nöbetçi kulübeleriyle sarıldığı anlatılıyordu.

Genel sorumluları Hüseyin Karakuş, Halil'in de içinde olduğu komite üyelerini çağırıyor yanına: "Az önce yan havalandırmadan gelen arkadaşlarla bir görüşmemiz oldu.

Havalandırmanın zemin betonunda bulunan çatlağı incelememizi istiyorlar. Arkadaşın biri, o çatlakta yeşeren otla ilgilenirken, bitkinin kökünün toprakta olduğunu fark etmiş. Eğer bu bilgi doğruysa, betonun söylendiği gibi yedi kat olmaması gerekir. Böyle olup olmadığını bizim netleştirmemizi istiyorlar".

İlk incelemelerinde bitkinin kökünün toprakta olduğu anlaşılıyor. Ama tünel kazmak için betonun da kalite kontrolünün yapılması gerekiyor. Rögarın kapağını açıp Karakuş'u üç metrelik kuyuya indiriyorlar. Üç dakika sonra işaret gelince çekiyorlar yukarı. Gözlerinin içi gülüyor arkadaşlarının: "Bu alçakların sağlam yaptığı bir iş yok!.. Her şeyden çalıp çırpmayı adeta ibadetten sayıyorlar. Çimentodan epeyce 'tasarruf' yapmışlar. Bu beton sandığımızdan da kolay delinir!"

Kazılar 'gürültü'ye getirildi!

Toprağın kokusunu almışlardı bir kez. Hemen tünel kazma çalışmalarına başlıyorlar. Buldukları her yerden söküp çıkardıkları, kesip aldıkları demir çubuk ve metal parçalarından murç ve keski türü aletler yapıyorlar. Çalışacak elemanları belirliyorlar. Çalışma sırasında oluşacak gürültüyü kamufle etmek, çıkacak molozu ve toprağı gizlemek, kaldıkları koğuş ve havalandırmaya yakın dış alanın kont-rol altında tutulmasını planlıyorlar.

"Çalışmalarımız sırasında yapay gürültüler oluşturmalı ve böylece asıl gürültüyü bu yapay gürültünün boğuntusuna getirip ona yedirerek gizlemeliydik. Bunun için koğuş içinde yaptığımız çalışmalarda oluşan gürültüyü kapı ve mazgal aralıklarından koridora doğru radyo veya teypten yüksek sesle şarkı, türkü çalarak kamufle ettik. Bunun yeterli olmadığı durumlarda ise abartılı tepinmelerle halaylar çekiyorduk. Yine binanın kirişlerine sert cisimle vurarak sağlanan iç iletişim tekniğiyle de, koridora güçlü ses dalgaları veriyorduk. Koğuş dışında ise kazı esnasında oluşan gürültüyü futbol maçlarında duvarlara sert şutlar çekerek kamufle ediyorduk."

Kazıdan çıkan moloz ve toprağı da suyla eritip çamur haline getirerek kanalizasyona akıtıyorlar. Kanalizasyon tıkanınca, diktikleri torbalarla toprağı koğuşa taşıyorlar. Tepelerindeki lambanın vidalandığı yerden tavan arasına bir delik açıyorlar ve getirdikleri toprakları 'köfte' yaparak çatıya atıyorlar. Ancak çok yavaş ilerliyor tünel. Bunun için gece vardiyası da koymak gerekiyor. Ancak bu sayımlarda anlaşılır. Eşofman altını ve üstünü birbirine dikip yataklardaki pamukla içini dolduruyorlar. Ten rengine yakın bir kumaştan kafasını dikiyorlar. Hatta suluboyayla yüzüne makyaj bile yapıyorlar. 'Saçı gür arkadaşlar'dan iki kuklaya saç, kaş, bıyık nakli bile yapıyorlar. Ayaklarına çorap giydirmeyi bile ihmal etmiyorlar.

Kuklalar hasta oldu!

Sayımlarda da, 'Umut' ve 'Özgür' adını verdikleri iki kuklanın ranzasını gösterip "İki de hasta" diyorlar. Aylar sürüyor çalışmaları. Ama kimse fark etmiyor.

Kimlerin kaçacağı sorununu örgütlere kontenjan koyarak belirliyorlar. Buna göre TDKP'den üç, 16 Haziran'dan üç, Devrimci Yol'dan dört, TKP/ML'den 19 kişi. Koğuşlarda birer nöbetçi bırakarak bir gece tünelden çıkıyorlar.

Bir süre Türkiye'de kalıyor Halil. Sonra da Meriç'ten vurup Yunanistan'dan çıkıyor. Bir yıla yakın Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya'da kalıyor. Ancak aklı fikri Türkiye'ye dönmekte, Munzur'da 'dağda silahlı gezen arkadaşlar'dan olmakta.

"Geçici bir süreliğine getirildiğimiz bu coğrafyada kelimenin tam anlamıyla gün dolduruyorduk. Adeta göçebe yaşam aylaklığı edinmiştik. Bu tarz yaşam bana göre değildi. Örgütlü yaşama adım attığımda fabrikada işçiydim. Geçici ve serbest denen bir yığın iş edindim ve çalıştım. Örgütsel faaliyetler bazen zamanımın tamamını alıyor, tüm enerjim buraya gidiyordu. Son derece yoğun bir yaşam pratiğimiz vardı. Hapiste de günlerimiz yoğun geçiyordu. Planlı programlı çalışma yürütüyorduk. Dolayısıyla, Avrupa'da yüz yüze kaldığımız durum bana çok itici gelmişti".

'12 Eylül'e nanik'
Sonunda kaçak yollardan Türkiye'ye döner Halil. Munzur Dağları'na çıkar. Yakalanacağı 1995'e kadar da dağda kalır.

Halil Gündoğan'ın piyasaya yeni çıkan 460 sayfalık kitabı 'Metris'ten Munzur'a Bir Firarinin Öyküsü'nde 'büyük firar' ayrıntılarıyla anlatılmış. Kitabında, okuyanları şöyle bir Avrupa'yı dolaştırdıktan sonra Munzur Dağları'na götürüyor.

1988 Martı'nda 29 devrimcinin, Metris'ten, tereyağından kıl çeker gibi tünel kazıp, kuş olup uçmalarını '12 Eylül rejimine yapılan bir nanik' diye niteliyor.

Zor koşullarda gelen yaratıcılık

Halil'in kitabı 1995'teki yakalanışıyla bitiyor. İkinci kez yakalandığında da müebbet hapse çarptırılıyor Halil. Yani, 21 yaşında girdiği, yedi yıl firari olduğu cezaevinden, normal şartlarda ancak 2018 yılında tahliye olacak. 'Büyük firar'ın sırrına ortak olma açısından ilginç bir çalışma Halil'in kitabı. Hem de en zor koşullarda bile insan yaratıcılığının sınırlarının nerelere dek uzandığını anlatması açısından da çarpıcı örnekler var kitapta.

Ne de olsa burası Türkiye! Bir yandan dışarıdaki yazarlar içeri atılmaya uğraşılır, diğer yandan içerdekiler yazar yapılır. Hâlâ da bitmez yazı yazmayla cezaevi ilişkisi.

Kaynak: Radikal Gazetesi 

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=173329