Yaratıcılık ve Direniş Kitabı Üzerine

12 Eylül Cezaevlerinde Yaratıcılık ve Direniş Kitabı Üzerine Yazarı Namık Kemal Cibaroğlu ile konuştuk

Namık abi, kitabını keyifle okudum her ne kadar konusu hapishane olup senin de dediğin gibi dört bir yanları dramatik durum ve gelişmelerle sarılı olsa da yapılan üretim ve direniş insana güç veriyor. Kendin de eski bir tutsaksın. Yaratıcılık ve hapishane üzerine neler söylemek istersin?

Hapishaneler tarih boyunca (Cezaevleri) insanı “cezalandırma” amacıyla toplumdan ve doğadan soyutlama mekanları olarak kullanıldı. Bugün de öyle...

Rehabilitasyon merkezleri, topluma kazandırma yerleri, iş, beceri ve yetenek kazandırma alanları gibi anlamlar yüklense de, “cezalandırma” amacı hiç  bir zaman değişmedi ve tehdit aracı olarak kullanıldı.

Hele ki konu siyasi tutsaklar olunca, tek başına “cezalandırma” yeterli görülmedi; devrimcilerin ideallerinden, mücadelesinden vazgeçmesi istenirken, kişiliğini de tamamen egemen anlayışın insafına bırakması dayatıldı.

Böylesi bir bir şeyi kabul etmek, bırakınız devrimci düşünce ve ideallere aykırı olmasını, en saf haliyle bile insani değerleri ayaklar altına almanın somut ifadesidir.

Elbette ki “kabul etmemek” önemlidir. Ama,saldırı ve dayatmalara karşı nasıl ve ne şekilde karşı çıkılacağını planlamak, örgütlemek, hayata geçirmek ve ne pahasına olursa olsun sonuna kadar direnmenin  daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Bakış açısı bu şekilde olduktan sonra, cezaevindeki yaşama yönelik her detay direniş odaklı planlanıp, şekillendirilir.

Bu detaylardan bir tanesinin yaratıcılık olduğunu düşünüyorum.

Her tutsağın yaşam alanlarını ve koşullarını olabilecek en uygun duruma sokması ve asgari yaşanılır ortamları oluşturması doğal bir davranış biçimi olsa da, yaratıcı düşünce ve yaratıcı eylem kültürü oluşmadan asgari bir yaşam alanı oluşturabilmesi zor görünüyor.

Hele ki, bütün baskı ve saldırılara karşı direniş odaklı bir yaşam için yaratıcılık neredeyse elzem bir davranış biçimi. Bu davranış biçimini refleks haline getirebilenler için direnişin başarı şansı arttığı gibi, karşısındaki egemen anlayışı şaşırtabilir, zor duruma sokabilirsin. Öyle ki, korkudan sana domates satmayabilir ya da vermeyebilir.

Sağmalcılar Askeri Cezaevi… Gün geldi, kantin satışlarından domatesin “yasak” olduğunu öğrendik. Domatesi siparişimize rağmen bir türlü alamıyorduk. Görevli askeri birkaç kez de uyardık. Ama sonuç yok. Soğanından biberine kadar birçok sebzeyi alabilirken, domatesi alamamanın açıklaması yoktu. Kaldı ki mevsim yazdı, domates zamanıydı.

Kantinci askerle çözemeyeceğimizi anlamıştık. Kantin sorumlusu subayı istedik. Bir astsubay geldi.

“Neden domates alamıyoruz ki?”

“Yukarıdan emir var. Kantinden domates satışı yasaklandı.”

“Böyle yasak mı olur? Başka şeyler serbest oluyor da, domates neden yasak?”    “Domatesin suyu ile parmaklık demirlerini eritebilirmişsiniz. Bu yüzden yasak dediler bana.”

Domatesin suyu ile demir eritmek mi!.. Böyle şey mümkün mü? Yıllarca demirlere bu sudan döksek ne yapabiliriz ki… Anlaşılan bizlerden oldukça korkmuşlar. Hayal dünyası; neler yaptırıyor insana… Her şey, ama her şeyden şüpheleniyorlar. Bu bir yandan iyi bir şey, ama domates yiyemiyoruz ki… “ ( Yoldaşça Zamanlar, Namık Kemal Cibaroğlu, Sh. 261)

Ayrıca, zor koşullarda yaratıcı düşünce ve eylem anlayışı zirve yapmaktadır. Koşulların zorluğu ve olanaksızlıklar yaratıcı düşünceyi ön plana çıkarıyor. Normal koşullarda akla hayale gelmeyecek her bir nesne, her bir ortam, her bir durum yaratıcılık erdeminin menzili içerisine giriyor. Onun için, böylesi koşullarda kullanabilen açısından yaratıcılığın sınırı yokmuş gibidir.

2. Yazarlık anlamında da iyi bir kitap olduğunu düşünüyorum. Rahat okunuyor, üretimlere fotoğraflar da eklenince somutlanmış. Bazısı o kadar hayalin ötesindeydi ki hayal etmekte zorlandım açıkçası : ) Belki de o koşulu yaşamadan o kadar da üretken olunamıyordur. Ne dersin?

Öncelikle kitap değerlendirmen için teşekkür ederim.

12 Eylül dönemi cezaevleri ile ilgili bir çok kitap ve çeşitli kaynak yayınlandı. Çoğunlukla döneme ait işkence, baskı ve her türlü eziyet üzerine anlatımları içeriyordu bu kaynaklar. Bu tarz anlatımlar gerekli olsa da, “ah vah edebiyatı”nın ötesine geçemedikleri için  geleceği şekillendirecek  bir kaynak özelliği taşımadığını düşünüyorum. Hatta bu kaynakları okuyan ya da seyreden genç insanlara korku ve dehşet saçtığını söyleyebilirim.

Yeterli olmasa da direniş içerikli kaynaklar da var. Bunların daha çok olması gerekiyor.  Bu kaynaklarda da, direnişlerin ön plana çıkan etkinlik ve eylemlilikleri söz konusu. Oysa, gerçek anlamıyla direniş, anlık bir mesele değildir.  Örgütlülükten, düşünce biçiminden, yaşam şeklinden ve 24 saatin direniş temelli planlanmasından geçmektedir. Bunlar yoksa, direnişçilerin olağanüstü insanlar olarak görülme tehlikesi vardır ve direniş gerçek anlamıyla anlaşılmaz.

Pek bilinmeyen ya da dillendirilmeyen bu yaşam biçiminin oluşmasında önemli bulduğum yaratıcılık  örneklerinin belgelenmesi ve geleceğe taşınması önemliydi.

Bu kitabı uzun süredir düşünüyordum. Dönemi yaşamış ve yaratıcılık örneklerini ortaya çıkarmış tanıklar yaşıyordu, ama sayıları azalıyordu. Ayrıca, yaratıcılık anlamıyla yaşadıklarının öneminin farkında olmayanlar da vardı. Öyle ki, yaptıkları her yaratıcı örneği doğal görebiliyorlardı. Oysa, biraz geri çekilip bu örneklere geniş bir çerçeveden baktığımızda olağanüstü örnekler olduğunu görebiliriz.  “Tık Tık” yöntemiyle haberleşme gibi, soğuk su üretmek gibi....

Yaklaşık iki yıl süren görüşmeler, anlatımlar sonucunda kitabın genel çerçevesi ortaya çıktı. Ancak, örnekler çoğunlukla İstanbul Cezaevleri ile sınırlıydı. Bu da kitabın eksikliği oldu. Diğer cezaevlerindeki örneklere ulaşabilmek daha fazla emek ve çalışma gerektiriyordu. (Ki kitaptaki örnekler, İstanbul Cezaevlerindeki örneklerin tamamı bile değil) Bu çalışmayı başaramadım. Ama biten, sonlanan bir çalışma olarak görmüyorum. Şartlar, koşullar oluşursa neden diğer cezaevlerini anlatmayalım ki?

Dediğin gibi, kitaptaki kimi örnekleri anlayabilmek için koşulları yaşamak gerekir. Bizlerin asgari konforlu yaşamamız dahi, anlamamızı zorlaştırıyor. Ama yaratıcı bir anlayışa ve kültüre sahip olmak için bu koşulların sart olduğunu düşünmüyorum. Herkesin koşulları, kendine özgü yaratıcılık örnekleri yaratabilir. Yeter ki, düşünme biçimimizi değiştirelim.

3. Kendi dönemin ile bu dönemin hapishaneleri arasında ne gibi farklar var? Bilhassa F Tipleri ve ondan daha da beter olan Y ve S Tipleri tutsakların haberleşmelerini ve üretimlerini iyice kısıtlar hale geldi. Tutsaklar buradan da bir yol bulur diyebilir miyiz?

Unutulmasın ki, cezaevleri egemen sınıfların egemenliklerini sürdürebilme mekanlarından biridir. Diğer bir deyişle sınıf mücadelesinin sürdüğü bir başka alan. Durum bu olunca, egemenler, “başarılı” olabilmek için cezaevleriyle ilgili bir çok değişiklik yaptıkları gibi, koşulları ağırlaşan cezaevleri de yapmaktadırlar.  Hatta cezaevleri sayısıyla övünen yönetimler bile söz konusu. Bu durum kabul edilebilir bir şey olmasa da, doğal olduğunu ve sınıf mücadelesinin bir sonucu olduğu bilmeliyiz.

Bunu bilirsek, her geçen zaman da daha kötü, daha beter cezaevleriyle karşılaşabiliriz. Bugün cezaevleri, 12 Eylül ün cezaevlerinden daha kötü. Ama 12 Eylül Cezaevleri, 12 Mart Cezaevlerinden de daha kötü. Bu böyle sürer gider.  Kitapta bu farklar açısından kısa bir inceleme söz konusu.

“Bir yol bulmak...”

Metris Cezaevi ilk yapıldığında tutsakların birbirleri ile haberleşmelerini engellemek için inşaat anlamıyla çalışmalar yapılmış olmasına rağmen, tutsaklar o günkü koşullara uygun iletişim yöntemleri geliştirdiler. Hatta daha sonraki Özel Tip Cezaevlerinde, Metris’ten edindikleri tecrübe ile iletişimi engelleyici ya da kısıtlayıcı yöntemler geliştirdiler, ama yine de başarılı olamadılar.

Bu nedenle koşullar ne kadar zor ve kısıtlayıcı olursa olsun, yaratıcılık anlamıyla çözümler üreteceklerine ve ürettiklerine inanıyorum.  İletişim ve üretimin tamamen durması için devrimci tutsakları fiziksel olarak yok etmeleri gerekir diye düşünüyorum. Onun için devrimci yaratıcılık felsefesini küçümsememek gerekir.

4. Bu ikinci kitabın. Çiçeği burnunda bir yazar olarak yazma serüveninin bundan sonraki durakları neler olacak?

Aslında, kitap yazdığım için “yazar” sayılıyorum. Ama şu aşamada estetik veya edebi kaygılarım olmadığı için edebiyatçı ya da sanatçı olarak kendimi görmüyorum. (Zaman ne gösterir, bilemem)

Her zaman araştırma ve belgeleme merakım var.  Çünkü, yaşanmış bir çok olay veya durum yaşandığı andan itibaren tarihin yok edici çarkları arasında kaybolup gitmeye meyilli. Aradan aylar, yıllar geçtikçe dişliler arasında un ufak kaybolması beni üzüyor. Bu durumu kabul etmek istemiyorum.

Bu anlayışla çalışmalar yapmak istiyorum. Ki, planlamaya çalıştığım ve belge, anı, anlatı tarzı araştırmalarım ve okumalarım devam ediyor. Bu çalışmalardan sonra kaynak olarak ortaya ne çıkabileceğine karar vereceğim.  Bazen boş ya da yetersizlik söz konusu olabilir. Ama üzülmem, en azından kaynak haline gelmese bile bu araştırmaların kendimi geliştirdiğini düşünüyorum.

Kısaca, iki ayrı çalışmanın ön hazırlıklarını sürdürüyorum. İçerikleri hakkında şu aşamada bilgi vermem doğru değil gibi geliyor bana....Zamana bırakıyorum.

Teşekkürler.

Röportaj: Gamze Yentür