Özgür an'larla özgürlüğe!

Çocukken okullar kapanır kapanmaz on sekiz saatlik yolculukla Ankara’dan Hopa’ya giderdik. Bizim için Hopa özgürlük demekti. Okulların tatil olmasının etkisi vardı bunda tabii ama daha çok da Karadeniz doğasının, dağları, dereleri ve en çok da denizinin sağladığı özgürlüktü bu. Saatler süren yolculuğu çekilir kılan da bu özgür günlerin tadıydı. Göçlerle çeşitli illere dağılmış bütün kuzenler, yazları bir araya gelirdik. Sundura mahallesinin boklu deresi boyunca dağa tırmanıp, hakkında türlü türlü efsaneler üretilmiş derenin kaynağına ulaşmaya çalışırdık. Çay bahçelerinde, fındıklıklarda akıl almaz oyunlar türetirdik. Çayların üzerinde kaymaca oynardık, fındık dallarında kollarımız yorulana kadar sallanırdık. Oradan sıkılınca solucanları kancaya takıp, ismi Lazca’da Hoçko, Malebe, Murçi olan balıkları tutmaya çalışırdık. Ama en keyiflisi de havanın en uygun olduğu, yani Karadeniz’in bitmek bilmeyen yağmurlarının dinip de denize gittiğimiz günlerdi. Deniz bizim için bambaşka dünyaydı. Saatlerce denizden çıkmazdık. Suyun dibine dalar, balıklarla oynar, kayaların üstünden kendimizi suya bırakır, dalgalarla boğuşur, kaya diplerinden midye toplar, en uzağa giderek açılır, taklalar atar, suyun üstünde kendimizi hareketsiz bırakıp, saatlerce hayal kurardık...

Tek sorunumuz o gün yağmurun yağmamasıydı ve bazen aile içinde gelişen olaylar...

Benim için en güzeli de denizin enginliğine doğru kulaç atmak, ufuk çizgisindeki o belirsizliğe, uzağa, başkalığa, bilinmeyene yüzmekti. Sanki özgürlük, bu kurulu düzenin çok uzağında, denizlerin ardındaymışcasına... Çok sonradan rüyalarımda sık sık deniz görmemi bu özgürlük arayışına bağlayacaktım...

Dört yıl önce Ankara’dan Diyarbakır’a gelirken, Karadeniz’e yaptığımız yolculuklar aklımdan geçiyordu. Hopa’ya giderken önce tabiatın yeşiline, ardından denizin mavisine dönüyordu renkler; Diyarbakır’a giderken ise ovanın sıcak sarısına ve ardından bazaltın karasına... İnsanların yüzleri de, dilleri de, giyimleri de, kadınların sırtındaki yükler de, tarlalara ekilen ürünler de coğrafya gibi değişiyordu yavaş yavaş. Yol aktıkça, ilerledikçe değişiyordu tanımlar; yoksulluğa, zenginliğe, çaresizliğe, hayallere, yaşama, ölüme, özgürlüğe ve daha birçok şeye dair...

Karadeniz’de topraktan üretmenin önünde kotalar var, Diyarbakır’da toprağından sürülen insanlar. Diyarbakır’ın denizi yok dağları var.

Bu bir yolculuk meselesiydi. Dümeni nereye çevirmek gerektiğini; “Para mı, onur mu, taşlı, dikenli yol mu” arasından hangisinin olması gerektiği tercihi! Bir çocuk öldürülürken hangi denizde ne kadar özgür olabilirdik? Ya da bir çocuk cezaevine atılırken, hangi yakışıklı ile evlensek sahip olacağımız çocuk özgür doğabilir? Büyük kentlerde yoksulluk içinde yaşayan bunca insan varken, kaç tane dolgun maaş karnımızı doyurabilir? Kendi dilini konuştuğu için zorlanan, aşağılanan, dayak yiyen, küfür yiyen, bok yedirilenler varken en akademik dillerde on bin tane makale yazsak ne çıkar?

Eşitlik, özgürlük, kardeşlik hep uzak hayaller gibi duruyor bize. Hopa’da denizlerin ardında sandığım özgürlüğün, Diyarbakır’da yaşamın içinde olduğunu öğrendim ben!.. Bir kız çocuğunun sadece benim yanımda dökülen gözyaşları vardı. Onun için küçük de olsa bir özgürlüktü bu. Bir başkası en çok beni kıskandı diğer çocuklardan; kollarımı, ellerimi hiç bırakmadı. Bir genç kadın, sevgilisine bile anlatmadığı acılarını, anılarını paylaşabildi benimle. Küçücük bir erkek çocuğu ilk bana âşık oldu. Birisi, aldığı bursla, bana dünya güzeli bir hediye aldı. Anneler gününde bana mesaj attılar, “Annemizsin” diye. En iyi üniversiteyi kazanacaklarına dair söz verdiler, sırf “bak bu koşullara rağmen kazanmışlar” desinler diye. Sigarayı bırakacaklarına dair söz verdiler, başaramasalar da en değerli sözleri buydu. Sevgilileriyle ilk beni tanıştırdılar ne kadar kıskandığımı bile bile...

Bilmiyorum farkında mıydılar; Karadenizli ablaları için “özgürlük” demekti bu sözleri, paylaşımları. Çünkü bu kadar zor ve direnç gerektiren hayatlar içinde küçük de olsa özgürlük alanları açmıştık kendimize. Çok özeldi. Çünkü çok güzellerdi. Hayatımızda hiç unutmayacağımız kadar özel.

Artık rüyalarıma Karadeniz dalgalarının sesi kadar, çocuklarım da girmeye başladı ve yaratığımız küçük özgürlükler. Şimdi DiyarbakırCezaevindeyim. Binaya gelen ilk Karadenizli değilim. Kürtlerin demokratik hakları için yanlarında duranların yeri en iyi ihtimalle cezaevi oluyor farkındayım. Çünkü bu kişisel bir olay değil.

Çocuklar İçin Adalet Takipçileri (ÇİAT) ve akademisyenlerin kampanyalar yürütüldüğünü arkadaşlar ilettiler. Böyle bir şeye vesile olmak, insanların gözünü Diyarbakır Cezaevi’ne yöneltebilmek çok onur verici. Bu çalışmayı başlatan öneren ve yanında olanlara, ayrıca selam gönderenlere, savcılıktan izin koparıp görüşüme gelenlere sonsuz teşekkür, sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Bu tutuklanmanın, akademisyenlerden yazarlara, çocuk çalışmacılarından hukukçulara kadar geniş bir kitleyi bir araya getireceği hiç aklıma gelmezdi. Çünkü Pozantı için bir araya gelmeye çalışıyorduk; cezaevinden çıkan çocukların savaşsız bir gelecekte emin ve metin yaşamaları için çabalıyorduk...

Cezaevinde hâlâ çocuklar var. “Suç”a bakış bu yönde olamaya devam ederse, cezaevi-gözaltı yaşama ihtimali olan binlerce çocuk var. Diyarbakır’da, çalışabilecek bir yeri olmayan ailelerde, binlerce açlık sınırında çocuk var. Siyasi olarak, toplumsal olarak, bireysel olarak, bir kadın, bir çocuk, bir erkek, bir yoksul, bir Kürt ve en çok da bir insan olarak yanlarında olanların seslerine ihtiyaç var...

Şimdi ben diyorum ki; madem ki henüz demokratik bir ülkede değiliz, madem ki bu sadece Müge’lik kişisel bir olay değil, madem ki amaç Kürtlere verilen sesin kesilmesi; biz de imzalarımızı zarfların üstüne atalım. Hiçbir hocamın, yazarın, okur arkadaşın bu kampanyaya destek sunmasının değeri bir şeyle ölçülemez. Gelin bu işi kurumsallaştıralım-toplumsallaştıralım. Diyarbakır da yoksullukla ilgili çalışanSarmaşık Derneği var, çocuklarla çalışan Göç Vakfı var, cezaevinden çıkan çocuklarla çalışan Türkiye İnsan Hakları Vakfı var. İmzalarımızı, desteklerimizi bu kurumlara gönderelim. Bir imza-beş kitap, bir imza beş defter, bir imza-on kalem, bir imza-on çikolata, bir imza-onbisküvi... Neden mi? Bu çalışmaların devam etmesi için. Yoksul bırakılmış çocuğun bir çikolata ile mutlu olması için. Çocuklarla özgür alanlar, özgür gelecekler yaratabilmek için. Bir çikolatayla dünya değişmez ama zihinlerde yalnızlık kısmının silinmesi, farklı coğrafyalar arasında kardeşlik kurulması, dünyayı değiştirmese de, savaşı bitirebilir.

Ben imza atan bütün herkese sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum ve benim naçizane isteğim şimdi onlardan, çocuklarıma sahip çıkmalarıdır. Artık çocuklar özgür oldukça, Müge de özgür olacak çünkü...

MÜGE TUZCUOĞLU

Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevi

Benzer Yazılar