Devlet gerçeği, infaz yasası ve devrimci tutsaklar

Günlerdir süren ve 11 ayrı yasada değişiklik öngören yargı paketi tartışmaları, mevcut siyasi iktidarın her alanda nasıl bir kararlılık ve acımasızlıkla stratejik yönelimlerini hayata geçirdiğini ortaya koyarken, aynı zamanda muhalefet cephesindekilerin de acizliğini göstermiş oldu.

 Adalet Komisyonu’nda kabul edilip Meclis Genel Kurulu’na getirilen infaz yasasıyla ilgili 70 maddelik kanun teklifi tartışılırken, önce iktidar sahiplerinin vicdanına sığınan, bu kar etmediği durumda talepleri sıralayıp ısrarla “adaletin ve hakkaniyetin sağlanması” temennilerini dile getirenler bir kez daha ceberut devlet gerçeğiyle sarsıldılar.

AKP-MHP ortaklığıyla hazırlanıp usulen meclise sunulan paketin, uzunca bir süredir üzerinde çalıştıkları bir kısmi af tasarısı olduğunu ve korona virüs salgınının hapishanelerde yaratacağı olumsuz sonuçları ortadan kaldırmak gibi bir amaçla hazırlanmadığını muhalefetin anlaması için epeyce zaman geçmesi gerekti. Hiç bıkıp usanmadan “hukuk devleti” ve “kanun önünde herkesin eşit olduğu” ilkelerini tekrarlayarak, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerdeki ayrımcılığı yasaklayan hükümlere vurgu yapan muhalefet, siyasi iktidarın korona zamanında da ayrımcı politikalarını ortaya koymaktan çekinmeyeceğini gördüğünde ise artık çok geçti.

Oysaki hukukun tarafsız olduğu iddiasının kendisi siyasi iktidara meşruluk sağladığı gibi toplum da böylesi bir yaklaşımla siyasi olarak geri noktalara itilerek yanlış bir bilincin oluşmasına yol açılmaktadır. Muhalif güçler iktidardan adalet, hakkaniyet ve eşitlik talep edebilir, ancak sömürücü düzenleri için tehdit olarak değerlendirdiği muhalifleri düşman olarak görüp en ağır zulümlere uğratan bir sisteme karşı sadece bunları talep eder noktada konumlanmak, boşuna bir uğraş olmanın ötesinde gereksiz beklentiler yaratması nedeniyle de tehlikelidir. Sorun iktidarlardan, hükümetlerden hak ve özgürlük talep edilmesinin ötesindedir ve burada esas hedef onların herhangi bir değer ilke, kural tanımadıklarını gözler önüne sermek, teşhir etmek olmalıdır.

Tarihin bugüne kadar insanlığa öğrettiği şekilde, egemen sınıfların ezilenlere anlayış ve adalet göstermesi mümkün olmadığı gibi tüm topluma dönük ortak tehdit anlarında bile sınıf kinini ve gerçekliğini açığa vurmaktan çekinmedikleridir. Sonuçta hapishanelerdeki olası bir korona kırımı çok da umurlarında olmayacağına göre, muktedirlerin sahteliğe, yalan ve aldatma kabiliyetine dahi gerek kalmaksızın her şeyi olabildiğince net ve doğrudan sunmaları karşısında, muhalefetin ikircikli hali anlaşılmazdır.

Muhalefet cephesindekiler, hangi ülkede yaşadığımızı ve nasıl bir devlet gerçekliğine sahip olduğumuzu unutarak, aynı talepkar ve boş umutlar doğuran yaklaşımı sürdürerek devletin kişilerin birbirlerine karşı işlediği suçları değil de öncelikle kendisine karşı işlenen suçları “af” etmesi gerektiğini dahi söyleyebilmiştir. Siyasi mahpusların rızası hilafına dillendirilen bu çağrıların havada kalması kaçınılmazdı, nitekim öyle de oldu.

Siyasi nitelikteki faaliyetlere ilişkin “suç” kavramını ve “terör” tanımlamasını yalnızca yasalardaki müphem ifadelerin varlığı tartışmasına indirgeyenler “af” müessesesinin işletilmesi talebini öne sürmekte hiç beis görmezken, karşılarındaki güç eskisinden beter düzenlemelerle nasıl bir “suç ve ceza politikası”na sahip olduğunu göstermiş oldu.

Af tartışmalarının karşılık bulmadığını gören muhalefet partileri, bu sefer tutuklulara adli kontrol, hükümlülere ise ceza indirimi, denetimli serbestlik gibi konularda “adli -siyasi mahpus ayrımı yapılmasın” demeye başladılar. Üstelik ayrımcılık yapılmasın derken üstü örtülü biçimde kendileri de siyasi mahpuslar arasında ayrımcılık yaparak, “cebir şiddet unsuru içermeyen” dava dosyalarından yargılanan “şiddete bulaşmamış” kişilerin serbest bırakılmasını talep ettiler. Bu arada şiddetin esas kaynağının bu devlet olduğu ve şiddetin bu sistem tarafından beslendiği akıllara gelmedi ya da unutuldu.

Öyle ki içinde bulunduğumuz korona günlerinde, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği bile -kimleri kastettiğinden bağımsız olarak-genel bir tanımlamayla “siyasi mahpuslara özgürlük” derken, bizimkiler üstüne basa basa “düşünce suçluları”nın serbest bırakılmalarını istediler.

Yalnızca meclistekiler değil, muhalif yapıdaki pek çok parti, meslek örgütü, kurum ve kuruluş sürekli olarak yayınladıkları açıklamalarında, imza kampanyalarında, artık bir eylem biçimi haline getirdikleri hashtag paylaşımlarında siyasi mahpusları, yasal partilerde faaliyet gösteren siyasetçiler, aydınlar, yazarlar, gazeteciler, avukatlar, öğrenciler gibi belli kesimlerle sınırlayıp kategorik suç ayrımları yaparak, ısrarla onların serbest bırakılmasını talep ettiler.

Siyasi mahpusları, tarihsel, toplumsal, siyasi ve felsefi temellerde meşru örgütlenme hakkını, eylemliliği ve siyasi faaliyetleri gerçekleştirenler olarak görmeyenler, sistemin şiddetine karşı örgütlenme ve mücadele haklarını yerine getirenlere yönelik yaklaşımlarında hep bir tereddüt yaşayarak onları anmaktan imtina ettiler.

Özellikle geçmişin yıkıcı dünyasına ait pek çok şeyi artık reddeden “radikal sol” yapıların da bu koroya katılarak gayet masumane biçimde, hasta ve yaşlılardan başlayarak düşünce suçlularına kadar uzanan geniş yelpazede “devrimci tutsaklara” yer vermeyişleri ilginçtir.

Oysaki kin ve nefreti kuşanmış bir devlet gerçekliğinde artık böylesi ayrımlara yer yoktu; yürütme organın başındakilerden bir şiddet aygıtı olarak işlev gören yargı organlarına ve meclisteki uzantılarına kadar yekpare biçimde tutarlılıklarını gösteriyor, meclisteki tartışmalarda da açık biçimde “terör örgütlerinin yasal derneklerdeki uzantıları ve kalemşörleri” ifadesini kullanarak, daha düne kadar mecliste görev yapan vekile “ölsün” diyebiliyorlardı.

Tarihsel ve toplumsal koşulların zorlamasıyla bir tercihte bulunarak ve sistemin şiddetinden kaçmayarak sorumluluk alma cesaretinde bulunanlar tarihsel haklılık, haksızlık ölçütlerinde değerlendirilmeden, pozitif hukukun yenilenlere yüklediği mahkumiyetin sessizliğinde görmezlikten gelindiler. Nitekim TKP-B/SHB (Silahlı Halk Birlikleri) Komutanı olmak suçlamasıyla, haksız yargılamalarla mahkum edilerek sıkıyönetim süreciyle birlikte 30 yılı aşkın bir süredir hapis yatan M. Aytunç Altay gibi devrimcilerin hapishanelerde tutulmasını hedefleyen devlet de onları hep bir güvenlik sorunu yaratan “tehlikeli” unsurlar olarak göstermekte.

Böylelikle, mevcut rejimin karakterine uygun biçimde, ölümcül bir hastalıkta dahi kendi ölümcül politikalarını, düşmanlıklarını ortaya koymaktan çekinmeyeceklerini, hatta eskisinden daha ağır şartlar ve aleyhe hükümler getirebileceklerini göstermiş oldular. Bir şiddet mekanizması olarak örgütlenmiş devlet, baskı ve şiddet politikalarını acımasızca uyguladığı hapishaneleri, yıllardır siyasi kimliklerinden, ideolojik duruşlarından vazgeçirmeye çalışarak ağır tecrit koşullarını dayattığı siyasi mahpuslar için yaşanılmaz yerler haline getirmekle kalmayıp, infaz koşullarını eskisinden daha ağır hale getirecek düzenlemelerle onları hapishanelerden hiç çıkarmamak üzerine kurulu bir infaz rejimini getiriyor.

Nihayetinde, bütün iyimser yorum ve beklentilerin aksine iktidar sahipleri, mevcut salgın hastalık sebebiyle hasta, yaşlı, çocuklu ve hamile kadınların riskli grupta olmaları sebebiyle öncelikle serbest bırakılmaları yerine, kendi önceliklerini ortaya koyarak halka karşı suç işleyenleri, mafya örgütlenmelerini, uyuşturucu tacirlerini, dolandırıcıları, tefecileri, kadına, çocuğa yönelik cinsel istismar ve şiddet içeren suç faillerini serbest bırakıp hapishaneleri boşaltarak, gelecek yeni siyasi mahpuslara yer açacaktır.

Devlet, devlet olmanın gereğini yerine getirmeye devam ediyor ve yargı paketleri de yalnızca infaz yasasıyla sınırlı değil. Önümüzdeki günlerde toplumu susturma, bastırma girişimlerinin yeni bir halkası olarak işten çıkarma, ücretsiz izin, grevleri yasaklama da dahil olmak üzere işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarını gasp etmeye dönük kapsamlı düzenlemeler getirecek ve halkı açlığa mahkum edeceklerdir.

Aslında, günlerdir süren tartışmalarda “toplumsal barışın sağlanması ”gerekliliğine vurgu yapanlara karşı, 3 yıl önce bir çatışmada yaşamını yitiren HPG’li Agit İpek’in annesine, çocuğunun kemiklerini kargoyla gönderen devlet, başka söze gerek kalmaksızın bize nasıl bir savaşın içinde olduğumuzu hatırlatmış oldu.

Kaynak: Yeni Yaşam Gazetesi