Firari Yazılar hakkında...

Sahi, kim bu yazarlar? Dertleri ne? Neden yazıyorlar? Nasıl yazıyorlar? “Hapishane edebiyatı” deyip bir kenara atılacak eserler mi üretiyorlar? Takdir sizin değerli okurlar.

Serdar Koç

E Tipi Hapishane, Elbistan/K. MARAŞ

***

Firari Yazılar hakkında...

Yıllar yılı çeşitli projelerle mahpusların sesini dışarıya duyurmaya çalışan GÖRÜLMÜŞTÜR EKİBİ özgün çalışmalarına imza atmaya devam ediyor. Son olarak farklı cezaevlerinden 37 mahpus yazarla, 15 sorudan oluşan bir edebiyat söyleşisi düzenleyip (ki mahpuslarla söyleşiler de mektupla olur), ‘Firari Yazılar’ adıyla kitaplaştırarak güç bir işin üstesinden geldiler. Adil Okay ile mahpus yazarlardan Ayhan Kavak’ın ortak projesi olan bu çalışma, kolektif bir ürün olarak raflarda yerini almış durumda. Çalışmanın zorlukları, yaşanan sıkıntıların yanı sıra, mahpushanenin ne anlam ifade ettiği, bilhassa muhalif kalemler açısından nasıl bir üretim alanına dönüştürüldüğü, A. Okay ve A. Kavak tarafından giriş bölümünde ele alınıyor. Sonsöz olarak güçlü kalemiyle mahpuslara eşlik eden Sezai Sarıoğlu’nun şiirsel değerlendirmesi, okurun ruhsal damağında edebi bir tat bırakıyor.

Sahi, kim bu yazarlar? Dertleri ne? Neden yazıyorlar? Nasıl yazıyorlar? “Hapishane edebiyatı” deyip bir kenara atılacak eserler mi üretiyorlar? Takdir sizin değerli okurlar.

İçerdeki entelektüel birikimin yansımasını bulduğu değerlendirmelerde, mahpusun bilincinden önce, yüreğine dokunacağınıza inanıyorum. Tipli hayatlardan sesleri duyacaksınız; F’den, T’den, M’den, E’den… sesler kulaklarınızı dolduracak. Misal, T tipinden kalabalık gelir, mahpusların sesi; F Tipi’nden üç kişilik, ağırlaştırılmış müebbetlikseniz tek bir ses… Özlem yüklüdür bu sesler. Sevgi doludur. Serzeniş tınısı karışır tutsaklığın ezincine. Ama her şeye rağmen ‘edebiyat’ der, mahpusun kalemi. İnatla, emekle, azimle. Hissetmeye davet eden bir sestir bu. Avuç içi yerlerde yaşam ve üretme mahareti gösterenler için yazmak, Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi”ndeki birincil, temel ihtiyaçlara denk gelir neredeyse.

Özellikle, dışarda yazmaya hevesli olanlara öneriyorum. Firari Yazılar’ı kalem ve klavye ile arası iyi olanlar yazmanın zorluğunu ve doyumsuz tadını tecrübe edinmişlerdir. Zira yazmak bir aşk halini almışsa eğer, içerisi-dışarısı fark etmez, mekan bir teferruata dönüşür. Engellerin çokluğu ise, sadece bu sevdayı harlandırır. Öte yandan M. Türk’ün belirttiği gibi, “İçinizde bir yanardağ yoksa boşuna yazıyorsunuz.” Yanardağ içinizde birikenleri, nice duygu ve düşünceyi yaşanmışlık ve yaşanmamışlıkların basıncını tutkuyla dışarı salar. Kağıt ve kalem bunun için idealdir. Cümleleriniz lavlar gibi sıcak ve akışkansa, bir şekilde okurla buluşur. Dışarda yazmanın tadını alanlar, içerde yazmanın bin bir sıkıntısını okudukça, belki de kendi sıkıntılarını unutacak; avantajlarına sarılıp klavye ile olan ilişkisini daha bir koyulaştıracaktır.

Tutku ve sinirlerin dayanıklılığı yeterli düzeyde değil ise, daha ilk engelde pes etmek içten bile değildir. Engeller bol kepçedir içerde. Bir sinir savaşıdır aynı zamanda. Misal, dosyaların sevklerde kaybolur ya da idarece “sakıncalı” bulunur veya bir yayınevinin tozlu raflarında unutulur. El yazısı dosyalarınız bir türlü bilgisayara geçmez. Nadiren geçtiğinde de, baştan savmalık yüzünden, yazım yanlışları ile dolu olur…

"Hapishanede yazmak, Ahmed Arif’in dediği gibi, uzay çağında ham çarık kıl çorapla gezmek gibi bir şey" diyor S. Oktay. Tam isabet. Teknolojinin uğramadığı, uğrasa bile, gözetleme ve kontrol amacıyla uğradığı bu yerlerde, mahpus parmaklarının bilgisayar tuşlarına basması, hayalden öte bir şey. Haliyle mahpus yazar kalemine yüklenir. Parmakları nasır tutar. “Tutunduğum dal kalemimdir. Kalemim ki, Prometheus’un ciğerleriyle aynı maddeden yapılmıştır” diye yazıyor A. Öngüllü.

Firari Yazılar’da mahpusların kendi eserleri ile etkilendikleri eserlere rastlayacaksınız. Bir anlamda kitap tavsiyesidir edebiyat sevdalılarına. Yine dünyayı tanıtmak için uzaylılara yollayacakları kitapların hangileri olduğunu okuyacak, belki de gülümseyeceksiniz. Dünyalıları bir tanısınlar, insanın nasıl bir varlık olduğunu görsünler!..

Kitap yazımına ve basımına dair, şartların zorluğundan şikayetler ise, mahpusların yüreklerine dokunmanın tuzu biberi olacak. Edebiyatın içerde ne ifade ettiğini anlamaya çalışacaksınız. Misal, S. Akay, “Edebiyatın ve sanatın olmadığı bir hayatın ne kadarı hayattır?” diye soruyor. Mahpushaneyi “Gri Kent” olarak tanımlayan F. Benek, “Edebiyat, hayatın soluğudur” diyor.

Mahpusların kimi kavramlara yükledikleri ilginç ve dikkat çekici anlamlarla karşılaşacaksınız. Misal; karamsarlık, itici, zehirli ve lanetli bir anlam taşır içerdekiler için. “Benden öte olsun” diyen de var, karamsarlık için, “dört duvar arasında yürek kırımı” diyen de. Gülümseyiş, karanlığa inat yürekten taşan sevinçtir. Yüzümüzdeki çölün vahalarıdır. Hayata tutunmanın estetik yansımasıdır. Yüzün iyi ve güzel bir anlam bulmasıdır. Zor zamanların en güzel eylemidir. Eziyet ise, Mahsus Mahal olur. İradenin mağlup ettikleridir. Sayımlar, aramalar, hastaneye, mahkemeye gidiş gelişlerdir. Edeni de edileni de bozandır.

Fabl diyarında gezinen A. Öngüllü, istiridyenin neden inci oluşturduğunu ele alıyor. İstiridye, içine kaçan kumlar nedeniyle, yarası ne kadar büyükse, şifa niyetine o kadar büyük ve güzel inciler üretiyor. İnci ile kendi yaralarını sarıyor. Bir yere tıkılmışsanız, yaranız da büyük olur. Kendi incinizi yapmayı denersiniz. Zira dert söyletir, binlerce sayfa yazdırır.

Mahpushanede yazmanın, yazılanları kitaba dönüştürmenin sıkıntılarından bahsettik. Peki ya içerik? Çeyrek asırdan daha fazla içerde yaşayanların, dışardan kopmuş olmalarından kaynaklı, günlük/güncel yaşamı deneyimleyememelerinin yarattığı dezavantaj, inanılmaz bir boyutta. Haliyle L. Atabay, “Hemingway’ın duyu deneyimlerinin gezerek görerek sohbet ederek edinilen bilginin ne büyük bir ihtiyaç olduğunu çok güzel dile getirmiş. Oysa içerdeki yazar Platon olmaya mecburdur. Ayakları dünyayı dolaşmasa da zihni dolaşır” diyor. Deneyimlemenin yerini bir nevi hayal gücü alıyor. A. Bilge, “Dışardaki yazarın hayal gücünün yanı sıra, yaşam deneyimleri var; ama içerdeki yazarın sadece hayal gücü var. Hayal gücü bir bakıma göz, kulak, dil, burun, ten oluyor içerde” belirlemesinde bulunuyor.

Hayatın saldırılarına karşı ise, “Edebiyatı pasif bir savunma alanından çıkartmak önemli. Çünkü etkin bir öz savunma, yaşamı özgürlükten, güzellikten yana değiştirir, dönüştürür.” Diyor L. Çelikel. S. Demirtaş ise, “Edebiyat bir eylemdir, bazen saldırır. Buradan bakınca, edebiyat hayatın saldırılarına karşı bir saldırıdır aynı zamanda. Ayrıca edebiyatın işi savunmada kalmak değildir; sanat proaktiftir, saldırgandır” tespitinde bulunuyor.

N. Güngör, çok satan kitapların formülünü veriyor: “Cinsellik +gizem +komplo teorisi +azıcık mizah + tarihi ve ünlü mekanlarda koşuşturmaca +mutlu son”

G. Kışanak, yayınevleri ile editörlere, cezaevindeki yazarlara ve onların eserlerine sahip çıkma çağrısında bulunuyor.

Tek başına Ümüş Eylül dergisini çıkaran, şahsen takdir ettiğim H. Şahingöz: “Dönüşmek ya da yerinde olmak istediğim herhangi bir öykü ya da roman kahramanı yok. Son 16 yılı tek kişilik hücrede olmak üzere, 27 yıldır hapisteyim. Buna rağmen fiziksel ve zihinsel sağlığım hâlâ yerinde. Bundan âlâ kahramanlık mı olur?” diye soruyor.

En az birkaç basımı hak eden Firari Yazılar’dan kimi anekdotlar aktardım. Umarım siz okurların dikkatini çekebilmişimdir. Yazılarımızla firar etmeye var mısınız?

Serdar Koç

E Tipi Hapishane, Elbistan/K. MARAŞ

Kaynak: Ümüş Eylül. s.45