Modern dünyayı anlamakta zorlanan bizlere her şeyin nereden ve nasıl bozulmaya başladığını anlatarak egemenlerin pervasız hüküm sürdüğü topraklarda bizi kurmacalarla gezdiren Seyit Oktay’ın ilk eseri olan Arami Tabletleri adlı destansı romanını yeni bitirdim. Yazarın daha sonradan yazdığı eserlere nazaran teknik yönden zayıf bulacağım önyargısıyla esere başlayıp yanılarak bitirdim.
Masalın romanlaştığı yer yer şiirleştiği modern bir ağıdın orta yerinde bu sefer de felsefe eserini andıran derinlik, okuru her şeyin güzel ve bakir olduğu o ilk ana götürüyor. Yazarın bizi gezdirdiği topraklarda su konuşur, taş bilgedir, cümle hayvanlar dost, tüm insanlar eşittir. Daha para gelmemiştir. Alınıp satılan herhangi bir şey yoktur. Eti için vurulan ceylandan helallik alınır, sözlerin yarattığı bilgelik en yüce değerdir. Bu dünyada hırs ve bencillik yoktur. Daha kan dökülmemiş , toprağın ırzına geçilmemiş, insan köleleştirilmemiştir. Kavim taşa yazılmış bilge sözlerle ilerliyoruz. Eserin içerik özeti; eline kılıç alanın zorba kesildiği ve kılıcın hükmünün başladığı anda dökülen ilk kanın tarihinden başlayıp kötülüğün doğumunu zulmün devletleşmesidir. İşgalcilerin kan revan ele geçirdiği topraklarda yarattığı zulüm kültünü destansı dille vermeyi başarmış yazar. Derelerin berrak aktığı zamanlardan kan akmaya başladığı o ilk andaki hüznü, ağıda dönen dille aktarıyor. İşgal edilen bireyin duyarlılıklarını nasıl kaybettiğini, göçertmenin nasıl kimliksizleştirdiğini şiirsel bir dille kurgulayan yazar, modern çağın tarihini ete kemiğe büründürüyor. Taşlara yazılan bilgelik sözleriyle, adeta günümüzde devam eden güncel kıyımların yolunun nasıl döşendiğini taşın dilinden aktarıyor. Geriye dönüp kılıçtan damlayan kana baktığımızda umudumuzu kaybediyoruz çünkü edebiyat eleştirmenimiz Jale Parla‘nın dediği gibi ‘’Bir yerlerde bir gerçek olduğu duygusu artık çok uzak bir yerlerde.’’ Bu cümleyle iyi olanın geride kalsa da artık tamamen tükendiğini belirterek belki de artık hayal kurmamak gerektiğini yüzümüze vurur. Bu yüze vurma gerçekliğini Seyit Oktay, kurgulayıp nasıl gerçekleştiğini ve güzel olanın nasıl kirletildiğini nereden kirletilmeye başlandığını ve topyekün toplumun bunu hem izlediğini hem de sindirdiğini gösteriyor.
Arami Tabletleri’nin en dikkat çeken özelliği şüphesiz dilidir. Bu destansı dil; yenilmenin, kanın, kinin, kıyımın sözcüklerini bir araya getirerek düzyazıyı şiirleştirerek verebiliyor. Tam burada gerçekten bir tableti okuyormuşçasına duyulan heyecan, aynı zamanda metnin kutsal bir kaynak olduğuna da inandıracak kadar güçlü ve doğal sözcüklerle örülmüş. Çağ çağ demlenip süzülmüş bilgece sözcüklerin az ve öz cümlelerde aforizmaya dönüştüğünü görmek mümkün. Ortadoğu’nun kavimler beşiğindeki Mezopotamya’nın tüm kutsal sözcüklerini barındıracak kadar güçlü olan bu metin, süzülmüş sözcükleri toplayarak bir öz oluşturmuştur. Bu öz, azdır ama tesirlidir. Dileyene masal dileyene destan dileyene şiir olan cümleler, yol göstermekten ve yaşamı tanımlamaktan çok daha derinlere inen sağlam bir felsefeyi ve ideolojiyi kendi içinden doğurmaktadır. Bu yönüyle bir itiraz dilekçesi bir yönüyle bir isyan tablosu başka bir yönüyle de kirlenmenin aşamalarını gösteren takvimdir. Dilin özgünlüğüne dair örneklere girmeden önce şunu da eklemeliyim: Yaşar Kemal nasıl ki Çukurova’da her bir ağacın dalına tüneyen kuşun ötüşüne varan bir derinlikte doğayı konuşturmuşsa Seyit Oktay da Arami toprağında suyun ve dağın dilini oluşturmuştur. Abartmadığımı aşağıdaki birkaç örnekten görebilirsiniz:
‘’ aşkları, tüm diyarlara yayılsın diye rüzgarın diliyle yapraklara yazılırdı.’’
‘’ meğer ne çok kelimesi varmış sessizliğin’’
‘’ ancak içinizdeki düşmanı öldürmek daha zordur.’’
‘’ içiniz dışınızdan daha tehlikelidir.’’
Bu eser, çağımızda taşa yazılıp korunması gereken vurucu cümleleriyle bir başvuru kaynağı gibi bize iyiliğin ve güzelliğin bakir yanını hatırlatmaya devam edecektir. Günümüz sorunlarının çözümünü araştıran dünya, ölümün nereden başladığını bulmak zorundadır. Bu çağın tedavisi, buna benzer eserlerin teşhis ettiği ve saldırarak deşifre ettiği barbarlığın yıkımıyla mümkündür. Kadını yakılmış, çocuğu vurulmuş, değerleri iğdiş edilmiş, kanın kutsandığı çağların tasvirini yaparken günümüze de reçete sunmaktadır. Kılıcın kanı arzulayan şehvetini tasvir ederken: ‘’Kılıç, kendi dilinde kaç tür ölüm varsa Aramiler’in üzerinden tarihe yazdırdı.’’ diyerek her şeyi özetliyor. Yazarın susmayan dili, bize aynı zamanda gerekçesini de açıklıyor ve diyor ki: ‘’Gidenlerin unutulmaması, kalanların unutmaması için hayat, kendini geleceğe böyle taşıdı. ’’ Yer yer Adnan Yücel’in şiirlerini hatırlatan şiirsel coşku, Mezopotamya’nın taşa yazılan inançlarına dair yeni bir söylemin adeta tetiğini çekiyor. Bunu yaparken ustaların didaktik dilinden koparak öğretmeye değil hissettirmeye çalıştığını özellikle söylemek gerekiyor.
Timur Karabekir’in meşhur sözü burada bir kere daha anlam buluyor: ‘’Tarihini bilmeyenlerin coğrafyalarını başkaları çizer.’’ Bu söz, metnin dayandığı iskelettir. Bir kurtuluş ve küllerinden yeniden doğma anolojisi üzerinden persona kişiliğe göndermede bulunmayı ihmal etmiyor. Uyutulmuş, göçertilmiş ve milyon defa iğdiş edilmiş değerleriyle tutunamayan kavim kardaşa ve yol bilmez yoldaşa, temiz bir tarihsel sayfa açıyor. Dönüp bakabilirse bakıp anlayabilirse yitik ve yenik kişiliğe kaynak olarak kullanabileceği bir bellek bırakıyor.
Son olarak binlerce yıl öncesinden okura seslenen taşa kulak verelim: ’’Düşmanına benzemek en büyük yenilgidir.’’ Gül toplayan ellerin kılıç tutanlardan intikam alacağını ve bunu yaparken ellerini kirletmeden bir yol bulmaya çıkarıyor okuru. Burada bir yol açmaya veya yol olmaya çalışan karakterin kimliğine vurgu yapıyor. Kimliğini kaybetmeden yolunu şaşırmadan yaralarını kanatmadan yürümesini istiyor. Çünkü biliyor ki ‘’Yaralı olan tehlikelidir.’’ Tehlikeli olduğunu tehdit etmeden tarif eden yazar, Milan Kundera’nın sözüyle’’ Bir insanın neresine vurursanız orası onun kimliği olmaya başlar.’’ gerçeğini unutmadan yola düşüyor. Bir kere daha anlıyoruz ki kimliğinden vurulanların yaratacağı tehlike, suya yazılanlar gibi baskıyla silinmez. Tam tersine taşa yazılmışçasına binlerce yıl süren itirazı da her çağda başka şekillerde haykıracaktır. Bu yüzden romanın sonunda küçük çocuklar, düştüğü yerden kalkarak yükseklere bakmaya devam ediyor. Şimdi o çocukları izliyoruz, içimizin dışımızdan tehlikeli olduğunu bilerek.
Küçük bir detayla bitireyim. Bu kadar önemli bir eserin ilk baskısı tükendiği halde Ar Yayınları halen ikinci baskıyı yapmamaktadır. Bu da eserin yeteri kadar anlaşılmadığını göstermektedir. Bu vesileyle eserin ikinci baskısını en kısa zamanda raflara görmek dileğiyle.
Alihan Demir
Kaynak: Edebiyat Bahçesi
- 60 gösterim