Adil Okay ile Söyleşi: "Tutsaklara mektup yazmaktan imtina edenler var..."

08.11.2018

Ancak bir de tutsaklara mektup yazmaktan imtina edenler var. İnsanlar mektup yazmak konusunda genelde neden çekiniyor? Bu çekincelerin doğruluk payı nedir veya bu kaygılarında insanlar ne kadar haklılar?

Dışarıda da acımasız devlet baskısı var. Dışarıda da özgür değiliz diyoruz ama “içerisi” ile kıyaslamak doğru değil. Cumhuriyet tarihi boyunca hapishane politikası “ıslah etme, topluma kazandırma” değil, tutsakları kişiliksizleştirme, çürütme ve imha  amaçlı “modern Mengele” laboratuarı olagelmiştir. Bir de konu açılmışken propaganda amaçlı yazılan – söylenen yanlış yorumlanan bir ifadeye değineyim. “Dışarının da içeriden farkı kalmadı. Türkiye yarı açık hapishaneye dönüştü.“ Bu bir metafor olarak kullanılabilir. Ama gerçek tam olarak öyle değil. Faşizm koşullarında da yaşasak çocuklarımızla, sevgilimizle, dostlarımızla pikniğe, sinemaya, tiyatroya gidebiliyoruz. Denizi, dağları, nehirleri görebiliyoruz. Maddi imkânlarımız elverdiği ölçüde istediğimizi yiyip içebiliyoruz. İstediğimiz kitabı, dergiyi okuyabiliyoruz. Ama tutsaklar. Onlar yemeğe, içmeye, istedikleri insanla konuşmaya, uzun yürümeye, uzaklara bakabilmeye, sarılmaya ve sayamayacağım kadar çok şeye hasretler. Ve içeride hayat öyle kahramanlık masallarındaki gibi değil.

Şimdi bu girişten sonra sorunuzun yanıtına geçeyim. AKP Devleti’nin adım adım ördüğü Korku imparatorluğu belli konularda başarı elde etti. Dışarıda insanlar daha fazla korkmaya başladı. Sokak eylemlerine, basın açıklamalarına katılımın azaldığı gibi politik tutsaklarla dayanışma gösterme, bir mektup yazma konusunda bile “acaba başıma bir iş gelir mi..” gibi abartı bir evham başladı. İşin ilginç yanı Avrupa’da yaşayan arkadaşlar arasında da çoğalmış bu tedirginlik. Sınırda yakalanırım, gözaltına alınırım endişesi yaşıyorlar. Hepsi değil tabi. Biliyorsunuz politik tutsaklarla birlikte hazırladığımız sergiyi Avrupa’ya taşıdık. Ben bizzat valize doldurup sergi fotoğraflarını ülke ülke gezdim. Orda gözlemim bu yönde oldu. Devlet arada gözdağı vermek için havaalanında birkaç kişiyi gözaltına alıyor, bu da göçmen emekçiler arasında tedirginliğe yol açıyor. Bu yapılanlar dışarıda olan muhaliflere de bir gözdağıdır. “Her an içeri düşebilirsiniz. Sizin de başınıza bunlar gelebilir.” Devletin mesajı budur. Ama hayır arkadaşlar. Yılda yüz binlerce mektup gidiyor hapishanelere. Hiçbir devlet bu mektupları yollayanları soruşturacak güçte olamaz. Ayrıca dışarıdaki muhalefet devleti yeterince meşgul ediyor zaten. Velhasıl mektuplaşmada sorun yok. Münferit birkaç örnek dışında hiç olmadı.

Siz tutsakların “Adil Heval’i”, “Adil Abi”sisiniz; mektuplarda size böyle sesleniyorlar. Onlarla hayli güçlü ve farklı bir iletişiminiz var. Bu köprüyü nasıl kurdunuz?

Evet tutsaklar bana “Abi, keke, heval, yoldaş, hoca” diye hitap ediyorlar. “Amca” diyen de oluyorJ Hepsi saygı ve sevgi ifadesi. Bunun nedeni ilişkimizdeki içtenlik, sahilik ve dayanışmada ısrar bence. Karşılık beklemeden özveri. İnsan kendi yaptıklarını yazmaya sıkılıyor ama sorunuzun yanıtı burada yatıyor. Bakınız geçen hafta 24 yıldır içeride olan Yurtsever bir tutsaktan, Gönül Bulut’tan mektup aldım. O sorunuza daha açık yanıt veriyor. Kısa bir bölüm aktarayım:

Adil abi, Sizi zindanlara bir ses olma, soluk olma çabalarınızı sürekli takip ettim. Varlığınızla gurur duyarak. Bütün tutsak canlar adına teşekkürler. Size ve o doğruluktan, adaletten sapmayan yüreğinize inanıyoruz. Biliyoruz o dağ yürekler bizimle...

Bir de 25 yıldır tutsak olan, yazar Seyit Oktay’ın bana yolladığı, beni onurlandırdığı mektuptan alıntı yapayım, neden tutsaklarla aramda böyle bir bağ kurulduğu anlaşılmış olur. Oktay mektubunda tutsaklarla dayanışmam sonucu hakkımda açılan bir soruşturma için dayanışma mesajı veriyor:

“Keke Adil, Kadim zamanların kadirşinas bilgeleri gibi içerdekilerin seslerini sesin yapıp dünyaya duyurdun. Seni yalnız bırakmak kendimizi yalnızlaştırmaktır, tecrit etmektir. Bunu bilerek keşke daha fazlası gelseydi elimden diyorum.  Başına gelen kara-mizah örneği soruşturmaya ilişkin daha önce yazdım. Seni sindirmeye çalışıyorlar. İçeride, kimsesizliğe, sessizliğe, tecride, izolasyona mahkûm edilen bizlere ulaşmanı, sesimizi güzel insanlara, topluma ulaştırmanı engellemeye çalışıyorlar. Hülasası budur bu davanın. Kimimizi ölümle, kimimizi hapisle, kimimizi de davalarla böyle sindirmeye, bastırmaya, susturmaya çalışıyorlar. Ama hançeremizde tek kelime, tek tını kalana dek haykıracağız:

“Ya özgürlük / Ya özgürlük” diye! “ 

Siz de eski bir mahpussunuz değil mi?

Evet. Eski bir mahpus olarak mektubun verdiği morali ben de bizzat yaşadım. Bunun da etkisi vardır belki empati yapmamda. 1980 yılında Adana hapishanesinden firarımdan sonra, kaçak - sürgün hayatım boyunca da devam ettim mektuplaşmaya.  Ve o gün bu gündür, mahpuslarla dayanışma amacıyla mektuplaşmalarım devam ediyor. Hapishaneden aldığım çok sarsıcı mektuplar oluyor. Elle hazırlanmış zarflar. Ellerinde bulunan sınırlı boyalı kalemlerle süslenmiş mektuplar. Gazetelerden kestikleri resimleri ya da onlar için çok kıymetli olan, zor temin edebildikleri kurutulmuş çiçekleri mektup kâğıdının kenarına yapıştıran sevgi dolu insanlar. Şikâyet etmeyen, kendilerini, çocuklarını, özlemlerini dolaylı anlatan, kimi zaman da hapishanelerdeki yönetimin keyfi uygulamalarını, tecrit içinde tecridi, yasakları ve cezaları betimleyen tutsak mektupları.

Bu mektupları yanıtsız bırakırsam uykularım kaçar. Vicdanım sızlar.

Bakınız benim yazıştığım bazı tutsakların bu yazışma- tanışma sürecinde çocukları büyüdü, evlendiler, şimdi ziyarete çocuklar yanı sıra torunlar da gitmeye başladı. Ve ben – biz onlarla aile dostu olduk değim yerindeyse. Ama onlar hala tutsak.

Siz sadece Görülmüştür grubu çalışmalarıyla değil aynı zamanda sanatçı- edebiyatçı kimliğinizle de tanınıyorsunuz. Dergilere, gazetelere yazıyorsunuz, farklı konularda düzenlenen panellerde tebliğler sunuyorsunuz, karma sergilerde yer alıyorsunuz, küratörlük yapıyorsunuz. Kitap çalışmalarınız var. Yanılmıyorsam ikisi hapishane temalı 18 kitabınız var. Sonuncu da Arkası Yarın adlı romandı. Birçok hapishanede sakıncalı bulundu. Neden?

Ee artık “hapishane okuma komisyonları” beni tanıdı, açığımı arıyorlar diyebilirim. Başka açıklaması yok. OHAL sürecinde hem “Hapishanelere Esinti Yollayalım” adlı kitabım, hem de “Arkası Yarın” adlı romanım sakıncalı bulundu. Ben de konuyla ilgili basın açıklaması yapmış bu durumu protesto etmiştim. Basın açıklamamdan bir bölüm paylaşayım konu daha iyi anlaşılır.

Yine bir hapishanede kitaplarımdan biri, Hapishanelere Esinti Yollayalım" "sakıncalı" bulunarak yasaklandı. Son romanım "Arkası yarın" da "müstehcen" bulunarak, hayatında Kerime Nadir ve/veya Kemalettin Tuğcu'nun romanlarından başka kitap okumayan "seçkin hapishane eğitim komisyonları" tarafından yasaklanmıştı. Nitekim Görülmüştür Ekibi ile redfotoğraf grubunun ortak organize ettiği "Düşler Tutsak Edilemez" adlı sergi kitabımız da bazı hapishanelerden gerekçesiz biçimde "iade" mührüyle geri döndü. Bazılarında ise sahibine verilmeyip depoya kaldırdı.

 (…) Son bir not düşeyim, dostlar da bilsin, zindan zebanileri de duysun: ‘Bu tür kararlar bizi yıldıramaz. Biz yine de politik tutsaklara "esinti" yollamanın yollarını bulacağız.’

Bir hatırlatma yapayım, Hapishanelere Esinti Yollayalım, benim bu temada hazırladığım ikinci kitaptır.  Ondan önce yayınlanan “Ben çıkana kadar büyüme e mi...”  adlı kitabımda ise hapishanedeki insanların çocuklarıyla kurduğu travmatik ilişkileri konu almıştım. Bu kitap mecliste bile tartışma yaratmıştı.

(DEVAM EDECEK)

Kaynak: Gazeteci Yazar Zabel Mirkan'ın Adil Okay ile söyleşisi, Yeni Özgür Politika