Dostumuz Osman Kavala’nın sekizinci yıla giren tutsaklık sürecinin hikayesi olarak hazırlanan Bir Dava Hikayesi Osman Kavala’nın Yedi Yılı[1] başlıklı çalışması unutma ve unutturmaya karşı ciddi ve önemli bir karşı çıkış manifestosu olarak hazırlanmış hukuk, sosyoloji, tarih, sanat-edebiyat ve politika alanında başucu kitabı olarak kapsamlı bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.
Toplumumuzda amnezi/unutma başa çıkmada zorlandığımız önemli bir handikaptır. Baş etmede zorlandığımız bir diğer handikap olarak da -yoksa hastalığımız mı demek daha doğru olur?- sessizliği sayabiliriz. Kavala’nın çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalarını unutmaya ve sessizliğe karşı bir manifesto olarak okumak mümkündür.
Davanın hukuki, siyasi ve psikolojik boyutları çok yönlü ele alınarak geniş bir durum analizi yapılmasının ötesinde, bir karşı çıkış olarak önemli metinler topluluğu ve siyasi tutsaklığa karşı savaş stratejisinde bir kılavuz olarak anlaşılması bakımından türünün ender örneklerinden olduğunu da eklemek abartı sayılmamalıdır.
Çalışmaya eşi Ayşe Buğra Hoca başta olmak üzere hukuk, siyaset, basın… mensupları da “Dava”yı mercek altına alıp, her biri değişik pencereden bakarak önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ancak, biz bu yazıda sadece Kavala’nın görüşlerine odaklandık.
Hiçbir delil olmadan ve savcılık tarafından ifadesi alınmasına dahi gerek duyulmadan AİHM’in tutuklanmasını haklı kılabilecek yeterli kanıt olmadığını belirten iki kararına rağmen, inanılmaz ve akla ziyan suçlamalarla sürecin müebbet hapis cezasına uzatılmasını adım adım izleyen özenli bir çalışma olarak aynı zamanda bir hukuk dersidir.
Kavala’nın “dava” sürecine ilişkin tahlillerinde sosyal ve hukuk devleti olamamış devletin yanında, bu niteliği özümsememiş devlete ve sığıntı/mülteci bilinci taşıyan topluma da bir uyarı niteliğindedir. Hukuk devleti niteliği kazandığımızda bu çalışmanın bir hukuksuzluk örneği olarak ve “dava”ya ilişkin derinlikli tahlillerinin hukuk fakültelerinde ders olarak okutulacağı muhakkak olduğu gibi, Kavala’nın duruşunun da sosyal mücadelelerde örnek alınacağı kuşkusuzdur.
Çalışmayı birçok açıdan ele almak mümkündür; Çalışma, özü-sözü ve davranışı özdeş, belli bir yaş üstünde olan bir kişinin, yaşamının önemli bir kısmını tek başına bir hücrede geçirmeye mahkûm edilmesine karşı kararlı savaşı ve hukuksuzluğa karşı her gün daha bir azametle dikilmesinin hikayesidir aslında.
Ertuğrul Günay’ın sözleriyle “özgürlüğe kavuşması, ülkesinin özgürlüğe kavuşmasına” denk gelecek tutsağın/rehinenin “dava” süreci ile tutsağın eşi ile birlikte, süreçteki tüm engellere, olağanüstü zorluklara ve saldırılara karşı sergiledikleri duruşlarının olağanüstü hikayesi…
Bakunin’in “hukuk iktidarın fahişesidir!” sözünün coğrafyamızda apaçık ortaya konulduğu süreç…
“Kavala Davası” hiç kimsenin güvencede olmadığının apaçık ifadesi… Bu bakımdan püskürtülmesi zorunlu saldırı sürecidir: “Tahliye olsaydım, eşime, aileme, dostlarıma kavuştuğum için elbette çok sevinecektim. Ancak, sanırım özgürlüğün, özgürlüğe kavuşmuş olmanın yarattığı neşeyi hissedemeyecektim. Türkiye’de hiçbir zaman tam bir özgürlük ortamı yaşanmadı, ancak OHAL’le birlikte başlayan ve süregelen olağanüstü hâl ikliminde, ifadeye çağrılma, gözaltına alınma, tutuklanma tamamen sıradanlaştı. Her yurttaşın başının üstünde bir Demokles kılıcı sallanıyor.”
2 Mart 2020 tarihinde açılan askeri ve siyasi casusluk davası tam bir akıl tutulmasıdır. Casusluk kifayetsiz muhterisin geçim kapısıdır. İstediği her şeyi anında elinde tutan ve tutabilecek potansiyeli, maddi gücü taşıyan bir kişinin işi değildir. Hele ki Osman Kavala’nın hiç ama hiç işi değildir.
Kavala, Ülkede ve Dünyada bu konu ile suçlanabilecek en son ve ender kişilerden biridir. Cezaevinde geçirdiği bir yılı ve hakkındaki davaya bakışını Ayşe Sayın’ın aracılığıyla BBC’ye verdiği röportajında rahat hayatını paylaşmıştır:
“Türkiye’de bulunan akranlarımınkiyle mukayese edilmeyecek kadar rahat bir üniversite hayatım oldu. Türkiye’ye dönünce aile şirketinde yöneticilik yapmanın yanı sıra sosyal, siyasi meselelerle ilgilendim, çeşitli dernek ve vakıfların kuruluşuna katıldım; insan hakları, demokrasi ve azınlık hakları konularında eleştirilerde, önerilerde bulundum, girişimlerde yer aldım.” O fiziği itibariyle eğitim sürecinde protestolarda ve yürüyüşlerde ve hiç aksatmadan izlediği Hrant Dink’in duruşmalarında seçildiği gibi, – Osman Kavala’ın rehin alınmışlığında Hrant Dink cinayetini ısrarla takibinin büyük payının olduğunu düşünenlerin sayısı az değildir. – iş insanları arasında da yukarıda kısa paragrafta ifade ettiği çalışmaları ve girişimleriyle seçilmiş bir kişidir ve coğrafyamızda bir fark yaratmıştır.
Kavala, eğitim sürecinde olduğu çalışma yaşamında da toplumun sorunlarıyla yakından ilgilidir; Kısaca yaşamının her döneminde örnek ve fark yaratan bir insandan söz ediyoruz.
Uzaktan tanışıklığın, hakkındaki iki suçlamanın da konusu olması ve bu suçlamanın kanıtın elde edilememesinin Henry Barkey’in istihbarat uzmanı olmasına bağlanarak iddianame hazırlanması hangi akla hizmettir? Kavala bunu yazılarında açıklıkla ifşa etmektedir.
İhale yasasının uygulaması gibi TCK maddelerine dört işlem uygulanarak üzerinde ihale Osman Kavala’ya bırakılır gibi iddianame hazırlanmıştır. Ortada suç olmadığından beraat ettiğinde, aynı iddianame ile bir başka dava ikame edilir. Bilindiği gibi süreç müebbet hapis cezasına uzatılır.
Osman Kavala, iktidarın yürüttüğü proje davalarla yargıya müdahalelerini kurumsallaştırılarak süreç sonunda yargı bağımsızlığının nasıl ortadan kaldırıldığını örneklerken, Nazi döneminin uygulamalarından hareketle “dava”yı ve “yargılanma” sürecinin hukuk dışılığını gözler önüne serer.
Kısaca ifade edersek; kanunsuz suç icat edilmiştir. Bu bakımdan Kavala’nın “yargılanma” süreci Nazi dönemi uygulamalarıyla ciddi paralellikler arz eder. Kavala paralellikleri ve uygulamanın felsefesini özenle sıralayarak altını çizer:
“Nazi Almanyası’nda yasasız suç olmaz ilkesi ceza yasasında yapılan değişiklikle lağvedilmişti. Halkın sağlıklı vicdanına, yani halkı temsil eden Nazilerin bakış açısına göre cezalandırılmayı hak eden kişinin eylemleri yasalardaki suç tanımlamasına uymasa da suçlamalara en yakın yasaya göre cezalandırılması yükümlülük haline geldi, sözlerinin ardında sözü kendi “dava”sına getirerek; “Bizim ceza yasalarında bu tür bir değişiklik yapılmamış olmasına rağmen bizim davamızda da savcı aynı davranışı gösterdi. Beni hedef alan Sorosçuluk ithamlarına en yakın suçun casusluk olduğunu düşünerek. Meşru sivil toplum faaliyetlerimi suç haline getirebilmek için yasalarla tanımlanmış olanın dışında bir casusluk suçu “kurgulandığını, ardından Nazi dönemini hatırlatan bir başka bir önemli unsurun altını çizer; “İkinci iddianamede sivil toplum kuruluşlarının kozmopolit kültürü yayarak milli ve yerli kültürleri yozlaştırdıkları ve böylece bu toplumları hakimiyetleri altına almaya çalıştıklarına dair komplo teorisi oldu. Malum Naziler de Yahudiler için benzer tezler ileri sürmüşlerdi.” sözleriyle eklediği örnek çok önemlidir; “Hakkımda ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının karar gerekçesinde, bunun vicdani kanaate göre verilmiş olduğu yazılmış” olması hukuksuzluğun geldiği noktayı apaçık oraya sermesinin yanında, hakkındaki “yargılamayı” da çürütür. Nazi dönemini ayrıntılı olarak incelemiş olduğunu bildiğimiz Kavala’nın hakkında yürütülen süreci Nazizm ile paralellik kurması, içinde yaşadığımız iklimi anlamak bakımından son derece önemli ipucudur.
Nazi ideolojisi ile paralellik somut tehlikenin işaretidir; “Suç işlemiş olanların hangi şartlarda suç sayılan eylemi yaptığının değerlendirilerek suçluluk derecesinin belirlenmesinde önemli olan vicdani kanaatin, burada, Nazi dönemi uygulamalarında olduğu gibi, ideolojik kanaate dönüştüğünü ve suç olmayan eylemlerde bulunanları cezalandırmanın gerekçesi olarak kullanıldığını görüyoruz”
“Dava” süreci aynı zamanda hukuksuzluğun kanıksanmasıdır. Bu bakımdan Kavala’nın “yargılanma” sürecindeki tavrını bir bakıma sessizliğe karşı bir manifesto olduğunun bir kez daha altını çizmeye gerek duyuyoruz.
“Dava” süreci aynı zamanda kötülüğün anlamlı bir anlatımıdır. Bu bakımdan Kavala, oluşturulan örgütlü kötülüğün, sadece kendisine yönelik olmadığının; toplumun ve hukuk devletinin temellerine yönelik saldırgan yüzüne ve karakterine yapılan bir vurgudur.
Zaman zaman içeriden gönderdiği açık mektupları da çeşitli konularda önemli ilgiler içerir. Çeşitli konulara değinir. Adil yargılanmayı gündeme getirip uyardığı bir mektubunda Tutuklamanın cezaya dönüşmesini irdeler. “Masumiyet karinesi yargılanma hakkının temel bir öğesi olduğu için, AİHS normları ve AİHM kararları olağanüstü bir tedbir olan tutuklama kararı için kuvvetli şüpheyi yeterli görmüyor, somut deliller aranmasını gerekli kılıyor. Ülkemizde ise durum farklı. Savcı ağır ceza gerektiren bir suç tarifi yaptığı zaman hâkim kendini tutuklama kararı vermekte adeta zorunlu hissediyor. Yeterli delil olmadan verilen bu kararlar, iddianamenin hazırlanma sürecini de etkiliyor… benim gibi cezaevlerinde aylardır belirsizlik içinde bekleyenlerin sayısı az değil. Bu durum adil yargılanma mekanizmasında bir dengesizliği işaret ediyor.” Masumiyet karinesi başından itibaren yargı sürecinin temel unsuru olarak kabul edilmezse bu dengesizliğin süreceğini ekleyerek. Tutuklamanın yargısız infaz aracı niteliğini gündeme getirir.
Kendi geleceğine yönelik saldırıdan çok topluma yapılan saldırıdan endişelidir. Bunu, her açıklamasının satırlarında altı çizili olarak görmek mümkündür:
“Kararı duyduğumda, bu sefer, ülkemdeki yargının ve hâkimlerin içinde bulundukları durumdan dolayı derin bir üzüntü duydum. Keyfî kararlarla gözaltına alınan ya da mahkûm edilen çok sayıda mahkûm var; bunların bir kısmı benden daha uzun süredir parmaklıklar ardında. Ancak bu siyasi davanın farklı aşamalarının, tutukluluğumu uzatmak için farklı suçlamalar kullanılmasının ve son olarak hakkımda verilen kararın, Türkiye’deki yargı süreçlerine yönelik manipülasyonu ve Türk ceza sisteminin kötüye kullanılmasını çok açık şekilde ortaya koyduğunu düşünüyorum”
Sadece kendi başına gelen için değil, başka vahim hukuksuzluklara da daha fazla tepki gösterilmesini bekler. Bu hukuksuzlukların analiz edilerek birbirleriyle ilişkisinin kurulması durumunda hukuk devletinin temellerine yönelik tehdit tam manasıyla anlaşılabileceğinin altını önemle çizerek endişesini dile getirir. “Ancak maalesef hukuk ihlallerinin yaygınlaşması bir tür kanıksamaya bizde böyle tavrının benimsenmesine yol açıyor. Bu da durumu normalleştirmeye hizmet ediyor.” Sözleriyle kanıksamanın suskunlukla bağlantısını, bu durumun insan haysiyetine verilen değerin de hukuk normları gibi erozyona uğradığını ortaya serer.
Kültürel çalışmaları öncü ve yol göstericidir. Avrupa Arkeoloji Miras Ödülü Törenine (2019) yolladığı notta, Anıt çalışmalarının en başında gelen olarak görülmesi gerektiğini düşündüğüm Ani’deki Orta Çağ Ermeni kültür mirasını koruma çalışmasından söz ederken, tarihten geleceğe olağanüstü bir köprü kurmanın ötesinde, insan emeğine saygı yanında insan onuruna verilmesi gereken öneme işaret etmiştir:
“Ülkemizin doğusunda Ermeni topluluklar tarafından yaratılmış eserler yüzyıllar boyunca kesintiye uğramadan canlı bir şekilde devam etmiş bir kültürün hikâyesini anlatıyor. Ermenilerin bu topraklardan kopartıldıkları 1915 yılından sonra bu hikâyeler dinleyicisiz kalmış, susturulmuş, bu mirasın bir kısmı tahrip edilmiş. Şükür ki son yıllarda Ani’deki koruma çalışmalarının da gösterdiği gibi bu büyük yıkımdan kurtulmuş olan eserlerin korunması için adımlar atıldı. Ani’nin istisnai bir özelliği var. Bu antik şehir yüzyıllar önce terk edilmiş ve insansız kalmış, orada Ermeni mimarisinin şaheserleriyle tabiat arasında benzersiz bir harmoni oluşmuş. Bu sayede Ani, çağlar üstü nitelikte olan bir hakikati çarpıcı biçimde bize anlatıyor: İnsanlık için kalıcı değerler, savaşlarla, ölerek ve öldürerek kazanılanlar değil, sonraki kuşakların duygu ve düşünce dünyasını etkileyen sanat eserleridir… Ani’yi eski çağlarda olduğu gibi bir barış toprağı olarak tasavvur ettik.”
Kavala, “yargılanma” sürecine paralel olarak, “yargı” sürecine ilişkin açıklamalarının dışında çeşitli vesilelerle yaptığı açıklamalardan derinlikli ancak, son derece mütevazı bir düşünür ile sohbet ediyor gibiyiz. Birçok konuda görüşlerini paylaşırken uzman seviyesindedir. Açıklama ve yazılarından topluma ekonomiye, siyasete, tarihe, sanata ve edebiyata dair sözleri derin analiz içermektedir.
Topluma dair düşüncelerinde uzun zamana yayılan çalışmalarından süzülen tecrübelerini açıklıkla paylaşır. Kavala’nın burada da mütevazı yol gösterici olduğunu ekleyelim. Sivil toplumdaki sivil sözcüğüne yeniden ve daha tanımlanmış bir anlam verilmesini düşünür. “…sadece kendi çıkarlarını geliştirme dürtüsüyle davranan bireylerden oluşan bir toplumdan daha yüksek bir medeniyet seviyesi işaret etmez.” Diyalog kanallarını açık ve işler halde tutan sivil toplum kuruluşlarının demokrasinin ve hukuk devletinin güvenesi olabileceğini ve siyaset üzerinde bu yönde baskı oluşturabileceğini ekler. Bireylere böyle bir yeteneği kazandıranın ise büyük anlatıların (ideoloiler) ve kesinliklerin değil, insanlık durumlarını anlatan sanat ve edebiyat eserleri olduğu söyleyerek, sanat ve edebiyatın insanlığın gelişimindeki önemini paylaşarak, sivil toplumun sivillik değerlerine ne kadar sahip olduğunun göstergesi sivil toplumda sanat ve kültür ile ilgili girişimlerin yoğunluğu ve etkileşim gücüne bağlar.
[1] Ayşe Buğra & Asena Günal, Bir Dava Hikayesi Osman Kavala’nın Yedi Yılı, İletişim Y. İstanbul 2025.
Kaynak: https://ozguruniversite.org/2025/06/02/amnezi-ve-sessizlige-karsi-manif…
- 4 gösterim