Yaşamak ve yaşatmak için el ele, yürek yüreğe yürümek için, kendimizi ve bu evrendeki yerimizi doğru belirleyebiliriz. Belki de bütün mesele budur; unuttuğumuzu hatırlayalım, hatırladığımızı hayatımıza uyarlayalım. Basit, belki naif, sıradan belki kırılgan ama hakikatin bütün veçhelerin ortak karakteri böyledir. Tıpkı varlığımız gibi bütün güçlülüğümüz aslında zayıflığımızdır. Biz bu hikayede ancak bir şekilde var olabiliriz: ‘Yaşamak ve Yaşatmakla’.
Seyit OKTAY
T Tipi Cezaevi B1-1
TOKAT
***
6 Aralık 2021
EVRENİN OLUŞUMU
Her şey bundan yaklaşık 15 milyar yıl önce bir nokta halinde iken kendini göstermek isteyen evrenimizin giderek büyük bir havai fişek gösterisi gibi patlamaya karar vermesiyle başladı. Bunun için neredeyse yaklaşık 1,5 milyar yıl düşündü, tarihler tahminen 13,5 ila 13,7 milyar yıl öncesini gösterdiğinde adına ‘Bing Bang’ denen büyük patlama gerçekleşti. Ve evren oluştu, kendini uzaydaki diğer evrenlerden ve her şeyden farklı kılarak göstermek istedi. Bu patlamadan önce her şey sadece bir sıcaklık ve yoğunluktan ibaretti. Öyle bugün anlayabileceğimiz türden bir sıcaklık ve yoğunluk değil. Saniyenin milyonda biri zamanda her şeyi eritecek derecede yüksek bir sıcaklık ve yoğunluktan bahsediyoruz. Bu odaksız, şekilsiz ve yönsüz bulamaç, büyük patlamayla birlikte kendini var etmek için bir maceraya atıldı. Kendini gösterme, anlatma ve çeşitlendirme sevdası bir hikayenin başlamasına yol açtı. Bu yeni şey var olmaydı. O zaman bir odağa, (merkeze)bir kabuğa ve bir yöne ihtiyaç duydu. Bütün bunları sağlayan ise uzaklaşma oldu.
UZAKLAŞMA
Evren sonsuz sayıda gök cismi ile birlikte uzayda kendi saman yolunu oluşturmak için bir yanardağın lavları gibi uzaya saçıldığında anlamsız bir boşluğa düştü. O boşluğu anlamlı kılmak için kendine benzeyen, kendinden türeyen ne kadar şey varsa hepsinin içine kendinden bir parça zeka koydu, bu zeka sayesinde hepimiz ‘Ondan’ geldik. Uzaya savulmuş evrenin zeki parçacıkları zamanla kendilerinde bir merkez oluşturdular, bir kabuğa dolayısıyla şekle ihtiyaç duydular ve bir yöne doğru yol almaya başladılar, yön bildiğimiz ana ve ara yönler değildi, başlangıçtan uzaklaşmaydı, sadece başlangıçtan değil, somutlaşıp görünür varlıklara dönüştükçe birbirinden de uzaklaşma devam etti. Halen de devam ediyor. MATRUŞKA Maalesef o Rus çocuk oyuncağına benzer bir içiçeliğimiz var, Güneş yaklaşık 5 milyar yıl önce kendini bir odağa, kabuğa ve yöne kavuşturunca birçok gezegenin yanı sıra yerküremizi (Dünya) kendi içinden çıkardı. Bilimsel verilere göre kendisi oluştuktan 500 milyon yıl yani 4,5 milyar yıl önce bu oldu. İçimizden, yerküremizden ise 4milyar yıl önce ise Ay koptu, kim bilir ondan hangi gök cisimleri çıktı. Bir matruşka gibi hep birbirinin içinden çıkan bir oluşum sayesinde, yaşayacak yerimiz oldu. Birbirinin içinden çıkma evrensel bir özelliğimiz olsa gerek. YAŞAM Bir sürü basitten karmaşığa iç içe geçen kimyasal, fiziksel süreçler sonucunda yaklaşık 3,5 milyar yıl önce yaşam oluştu. Bilimsel adı ‘büyük sıçrama’ olan bu süreç bahsedilen mucizeydi. Ve evren kendisini sonsuz çeşitlilikte ve türde göstermek, anlatmak için yeni bir serüvene atıldı. Bütün bu ‘cansızlık’ ve ‘canlılık’ birlikte evrenin şarkısıydı. Sular, karalar, tek hücreliler, çok hücreliler, eşeyli-eşeysiz üremeler derken hiçbir insan hayalinin yetmeyeceği çoklukta olay ve canlılık oldu. Evren kendi yolculuğunu en belirgin biçimde dünyamızda sürdürmeye karar verdiğinde o çeşitlilik için de 700 milyar yıl önce bitkiler ve hayvanları farklılaştırdı.
HER ŞEY DEĞİŞİR Mİ?
‘Tabi ki’ dediğinizi duyar gibiyim hatta o meşhur ‘değişmeyen tek şey değişimdir’ sözünü tekrar ettiğinizi de duyuyorum. Ama gerçek öyle mi? Değişmeyen şeyler veya canlılar da yok mu? Olmaz olur mu? Değişim ne kadar büyük bir mucizeyse ve sürekliliğin, akışın sağlayıcısı, dinamosuysa değişmeyenin de anlattığı bir şeyler var. Evrende bildiğimiz kadarıyla gök cisimlerinin dönüş yönü hiç değişmiyor, daha ilginci ‘Nautilus’ adlı deniz kabuklusu tam tamına 500 milyon yıldır hiç değişmeden aynı şekilde varlığını sürdürüyor. Milyonlarca yıldır hiç değişmeyen bir canlının varlığı bize neyi anlatıyor? Evren bu canlı türüyle bize neyi göstermek istiyor? Değişmemek de bir tercih, bir varoluş biçimi midir? Belki de değişim denilen büyünün kıymetini bilmemiz için bunu bize gösteriyor. Ya da zorlama bir, her şey değişir dönüşür hikayesinin zayıf halkasını görünür kılmak için bu deniz kabuklusunu mu yaşatıyor? O zaman değişen ile değişmeyeni yeniden yorumlamak ve anlamak gerekmez mi? Nautilus’un gözlerinden bakmak hayata ve gerçekliğe bizi nereye vardırır?
GELİŞME VE İLERLEME MUTLAK MIDIR?
En çok yadırgadığımız şeylerden biri de geri kalmak, ya da ilerlememektir. Gelişmek de, ilerlemek de kanımca izafi kavramlardır. Evrenin hikayesinde gelişmeye de ilerlemeye de rastlamadım, bir tür olma, oluşma, buluşma döngüsü olarak nitelediğim bir dairesellik var. Ama daha ilginç olanı ise, gelişme veya ilerlemenin yanı sıra gerileme ve kaybetme var, zamanın bütün izafiliği varlıkta kendini gösteriyor. Yani kim hızlı, kim yavaş belli değil! Ne gelişiyor ne kayboluyor tanımlamak zor. Bilinir işte bazı bitkiler bazı hayvanlar zaman içerisinde bazı özelliklerini yitirirler, mesela bazı büyük hayvanlar eskiden üç toynaklıyken zaman içinde birini yitirip iki toynaklıya dönüşmesi, bazı bitkilerin çanaklarının yerini yapraklara ya da dikenlere terk etmesi gibi. O zaman en ilginç örneğimize geçebiliriz. Deniz Yıldızı! Sizce milyonlarca yıldır süren evrim hikayesinde neyini kaybetmiş olabilir? Merakta bırakmadan söyleyeyim ‘beynini’. Bu organın insan için kaybını düşünsenize ne olurdu? Düşünemeyiz çünkü beyinsiz insan zaten olmazdı. Ne var ki Deniz Yıldızı beynini bu evrim serüveninde yitirmesine rağmen varlığını sürdürüyor. Neden peki? Ya ihtiyacı kalmadığından, ya da kullanmadığından olsa gerek. Bizim için çok önemli olanın başka varlıklar için pek bir önemi olmayabilir! Mutlak olan hiçbir şey yoktur.
EN ESKİ TUFAN
Şair Ahmed Arif ‘Nuh dünkü çocuk sayılır’ derken haksız değildi. Çünkü tufan olayı evrim hikayesinin en çarpıcı yerinde duruyor. Yaklaşık 65-70 milyon yıl önce (yine tahminlere göre) göktaşı ya da göktaşları yağmuruna maruz kalan dünyamızda belki biz insanların değil ama daha büyük soydaşlarımız olan dinozorların, büyük kelerlerin soylarını tüketti, yok etti. Belki de bütün tufan hikayeleri buradan doğdu, başkalarının felaketinden bize selamet doğu. Ancak bu sayede dünya bizim gibi bir türün yaşamasına imkan sağlayacak hale geldi. Peki karıncalardan haberiniz var mı? Onlar bu göktaşı, tufanından da sağ kurtuldu ve halen bize eşlik ediyorlar.
BİR ZAMANLAR KEMİRGENDİK
Henüz savanaya çıkmadan ormanlarda yaşadığımız zamanlarda bundan 70 milyon yıl önce bilimin söylediğine göre ağaçlarda yaşayan en eski anaatamız bir ağaçsivrifaresiymiş. Yani bugünkü lemur, firavunfaresi, mirketler gibi bir şey. Bir zamanlar şu koca evrende el kadar bir kemirgen olduğumuzu kabullenmek ne kadar zor değil mi? Belki de bunca şeyi kemirmeye meyilli olmamız bu anaatalarımızdan kalan genlerin yaşamımızda depreşmesindendir. Yani şimdi hepi-topu bir ağaçsivrifaresi miydik başlangıçta? Tabi bu da bir olasılık mesele bunu kabul edip etmeme de değil. Evrenin bizimle oynadığı oyundaki rollerimizi anlamada. Ağaçsivrifaresinin soyundan geldiğimizi kabullenmek zor elbette, kibrimizi ve gururumuzu oldukça örseleyen bir iddia. Ama evren bununla da bize bir şey anlatıyor. Peki, ama ne söylüyor? Ormanda daldan dala atlayan el kadar bir varlıkken sana ayrı bir yol çizdim unutma, inkar etme, ihanet etme. Peki, insan ne yaptı? Çok şey yaptı. Evren ne dediyse, hep tersini yaptı. Ne de olsa insan zekasının evrenin zekasını ihlal etme özelliği mevcuttu. Bu ihlalin hakkını vermesi gerekiyordu ve verdi, dünyayı yaşanmaz, nefes alınmaz bir yer haline getirmeyi başardı! Belki bu da en eski anaatamız olarak iddia edilen ağaçsivrifaresi olmaya bir tür sadakatti. Ne de olsa o bir kemirgendi. Biz de dünyayı kemire kemire bu hale getirdik! İlginç değil mi?
BAŞLANGIÇTA HEPİMİZ OTÇULDUK
Biz ve diğer canlılar ilk başta otçulmuşuz. Bayağı bildiğimiz ottan ve çeşitlerinden başka bir şey yemeyen bir canlıymışız. Sonra bazı canlılar sapmaya uğrayarak etçil olmuş. Biz de bu kervana katılmışız ama biz hem ot hem et yiyerek adına ‘hepçil’ denilen türü oluşturmuşuz. İnsan için en farklı ama cazip sapma olmuş ete meyletmemiz. İnsan tür olarak en eski otçullardandır, nereden biliyoruz bunu? Bağırsak düzenimiz buna göredir. Ne var ki şuan bile herhangi birimizin önüne bir tabak kızarmış et ile bir tabak dolusu sebze konsa büyük çoğunluğumuz ete meyleder. Mecbur kalınca hepçilliğimizi hatırlar ota da meylederiz. Ama gönülsüzce. Etçil oluşumuz ya da evrimin bize çizdiği rotadan bu şekilde sapmamız neye yol açtı? O kadar çok şeye ki anlatılamaz. Bütün bu saldırganlık, vahşilik, kara sevdalılık belki de mütecaviz hallerin bile kökünde bu ete sahip olma, yeme ve kanın tadına varma dürtüsünden kaynaklandı. Sadece beslenme alışkanlığımız değişmedi, bu nedenle yani et yiyerek hayvanlardan türümüze bir sürü hastalık, virüs geçmesini sağladık! Et yeme zevki ve şevki uğruna kimi zaman insan soyu ciddi biçimde yok olmayla karşı karşıya kaldı. Etin ve kanın şehveti yaşamımızı da, zihnimizi de zehirledi. Et yeme sevdasından dolayı başımıza gelmedik şey kalmadı.
VE İNSAN
Tohum ve yumurtanın birleşmesinden doğan bir pelte olarak ana rahmine düşmemizle doğup dünyaya gelmemiz ve bütün yaşam döngümüzü tamamlamamız aslında evrenin hikayesinin özetinin bizde tekrarlanmasından başka bir şey değil. Mesele tür olarak, bilimsel adımız da Homo sapiens (Düşünen ve konuşan insan) olarak yaklaşık 1 milyon civarı yıl önce tamamen belirginleşmemiz değil. Bu bir veri tabi öncemiz de var yaklaşık, 5 milyon yıl öncesine uzanır serüven. Bu biçimiyle değil, başlangıçta ifade edildiği biçimiyle ‘Tuhaf evrim hikayesine’ göre gidersek ve evrende olup biteni varoluşumuzda ve yaşamımızda ararsak ana rahmindeki o pelte halimiz aslında evrenin ilk hali yani bir sıcaklık ve yoğunluk uzayımız ise ana rahmi, plasentanın içi. O pelte tıpkı evrenin kendini gösterme çabasına uygun kendisine bir odak, kabuk (şekil) ve yön aramak için yol alır, zamanla kalbe ve beyne kavuşur (odak), sonra bedeni şekillenir (kabuk-şekil) nihayet cenin kendini tamamladığında doğduğu yerden çıkmak-uzaklaşmak ister (Yön arayışı) böylece taşıyıcı ana da bir yük, bir büyüklük halinde belirince rahim ağzından (tıpkı büyük patlama gibi) dışarıya çıkar. Doğmuş kopmuş ve uzaklaşmıştır. İnsanı tıpkı Ay’ın Dünya’dan, Dünya’nın Güneş’ten onun da evrenden doğuşu, içinden çıkışı gibi düşünebiliriz.
Bu doğuş, kopuş, uzaklaşma hayatımız boyunca bize eşlik eder. Artık Dünya gibi Güneş’ten gelmiş olsak da ayrı bir varlığız, ne varlığımıza tohumuyla katılan erkeğe ne de bizi taşıyan kadına benzeriz, kendi odağımız, kabuğumuz ve yönümüz vardır. Genlerini taşıdığımız varlıklarla ortak özelliklerimiz olsa da bizi diğerlerinden farklı kılan bir varlığımız da mevcuttur. Kopuş dramatiktir, sanki hayatımız boyunca çıktığımız yere geri dönme mücadelesi veririz ama bu çaba uzaklaşmaktan, daha çok uzaklaşmaktan başka bir sonuç doğurmaz, sonuçta anne-babamızdan geçen yıllar içerisinde uzaklaşırız. Uzaklaşma önemli bir metafordur, evrenin ve bizim doğal hikayemizdeki gibi ele alındığında aslında organiktir, gerçekliktir ancak bugün yaşadığımız insani uzaklaşma ise tamamen bir sapmadır. Teknolojinin yarattığı uzaklaşma sanal-suni-yapaydır. Evreninki ise doğal ve diğer ucu geri dönme, buluşma kavgasıyla oluşan bir döngüdür. Matruşka yanımız ise oyuncağın tersi gibidir. Rus oyuncağı en büyükten başlar küçüğe doğru gider. Oysa biz en küçükten başlayarak büyüğe doğru gideriz. Yani evren küçücük bir noktadan başlamışsa Güneş ondan, Dünya Güneş’ten, Ay Dünya’dan kopmuşsa, biz önce bebek, sonra çocuk genç ve yetişkin olmuşsak burada tersinden bir benzerlik vardır. Ama bu metafordan esas kastım insanın içinde türlü türlü insanın barınmasıdır. Mazlum da, zalim de, iyi de kötü de, katil de maktül de, merhametli de acımasız da olabiliyoruz. Farklı şeyleri benimseyip farklı şeylere dönüşebiliyor, vazgeçilmez denilen şeylerden vazgeçebiliyoruz.
Belki de evrenin bize kazandırdığı bu özelliği ucuz çıkarlar, bencillikler ve kötü emellerimiz için kullanıyoruz. Yaşam, evrenin kendini inanılmaz biçimde ve çeşitlilikte gösterdiği bir alan. İnsan yaşamının farkı toplumla-toplumuyla var olmasıdır. Yaşam tüm renkliliğiyle, zenginliği ve çeşitliliğiyle doğası-toplumu-insanı-düşüncesi, duygusuyla muhteşem bir evren beşiği belki de evrenin cenneti. Bugün bakıldığında ise tam bir çölleşme ve ölüler ülkesi gibi yaşamı soldurdukça, öldürdükçe, kıymetsiz kılıp değersizleştirdikçe umutsuz ve neşesiz insanlara dönüyoruz. Evren bu yaşamı güzel, anlamlı ve neşe içinde özgürce eşitçe yaşayalım diye verdi bize, bozuk para gibi harcayıp mundar etmemiz için değil! Yaşamı anlamadığımız için değişen ve değişmeyen şeyleri de anlayamıyoruz. Hep, her zaman ıskalıyoruz olması gerekeni. Hep değişeni görüp değişmeyeni görmemek çok büyük yanılgılara yol açıyor hayatımızda, yanılgılar ise yenilgilere ve sonuçta umutsuzluğa taşıyor bizi. Bu da tersine bir değişim hikayesi çıkarıyor karşımıza. Her şeyin bu kadar hızlı değiştiği ve çabuk tüketildiği bir zamanda ‘değişmeyeni görmekten’ bahsetmek belki biraz absürd kalabilir ama doğru yaşamın başka yolu da yok. ‘Yanlış hayat doğru yaşanmıyor; değişim bir zaman tuzağına dönüşmüş.
Eskiden yenilenmenin, farklı olanı görmenin ayrıntıyı düşünmenin aracıyken bugün yüzeyselliğin, sıradanlığın ve tatminsizliğin imgesi olmuş, neredeyse. Ruhumuzun ve kalbimizin değişmeyen şeylere ihtiyacı var: Sevgi, empati, değer, saygı, anlayış, yardımlaşma, paylaşım ve güzel iyi olan ne varsa, 500 milyon yıldır değişmeden kalan o deniz kabuklusu Nautilus bize bir şeyler anlatıyor muhakkak. İnsan hayatında gelişme ve ilerleme nerede duruyor? Gelişip ilerliyor muyuz gerçekten? Öyleyse neden daha çok mutsuz, öfkeli ve neşesiziz? Gelişme, ilerleme bizi daha güzel ve yaşanabilir bir ömrün bahçesine niye taşımıyor. Doğa niye çıldırmış, niye bize karşı isyanda, virüsüyle bakterisiyle ve salgınıyla durmadan frenlemeye çalışıyor bizi, kuraklık, yangınlar, selle felaketler almış başını gitmiş, küresel ısınma denilen sorun iklimleri, mevsimleri alt-üst etmiş, ne yazımız ne kışımız belli. Eskiden aşk acısından dolayı söylenen şarkıyı şimdi doğanın bize yaşattığı felaketler nedeniyle söyler olduk bu hüzün şarkısını. Toplumların hali içler acısı, bazı kıtalardaki insanlar açlıktan ölürken bazıları çok yemekten şişiyor, obez olup ölüyor. Bu tezat doğru bir denklem üzerine kurulmamış, yanlış giden bir şey değil çok şey var. Adına korona denilen küçük bir virüs, ömrü sadece on dört, on beş gün olan bu küçük canavar kendini bin bir kılıfa büründürerek teslim alıyor insanlığı, bu doğal değil, olamaz. Hikayemizdeki örneğimizi hatırlayalım deniz yıldızı evrim sürecinde beynini yitirmişti, ihtiyacı kalmadığından, olmadığından ya da kullanamadığından dolayı mı bilemiyoruz.
Peki, biz neyimizi yitirdik bu evrim hikayesinde? Beynimiz ve diğer organlarımız yerinde durduğuna göre insanlığımızı, yaşamı, mutluluğu, sevinci, neşeyi, kanaatkar, tatminkar bir doyum anlayışını, gülebilmeyi, sevebilmeyi, paylaşmayı, kardeşliği, belki de hepsinin toplamı olan manevi beynimizi mi yitirdik? Ne de olsa eşref-i mahlukatız ya dine göre (yaratılanların en şereflisi!) metafiziğe de gerek duyuyoruz ya hatta toplum ve insan denilen varlığımızın büyük bir bölümünü düşünce kaynaklı maneviyat oluşturuyor ya o yüzden diğer canlılar gibi toynaklarımızı ya da deniz yıldızı gibi beyin organımızı değil ama manevi beynimizi sanki kaybetmiş haldeyiz. Belki de en acı ve trajik olanı da bu, manevi ya da metafizik beynimizin yitimi. O çok böbürlendiğimiz insan ve toplum olma farkı ve ‘üstünlüğümüzün’ yerle bir olmasına ve küçümsediğimiz diğer canlılardan daha aşağı bir seviyeye düşmemize neden oluyor. O yüzden ne ilerliyoruz ne de gelişiyoruz, bu koca bir yalan tam tersine manevi beynimizin ölümü fiziki yapımızın kokuşarak çürüyerek yok olmasını hızlandırıyor, yoksa bu kadar şiddet, vahşet, cinayet, kadın katliamı nasıl açıklanır. Bu kadar ölüm nasıl izah edilir? Geldik tufana yaşadığımız çağdan daha büyük tufan, kıyamet var mı? Sevgisizlik tufanı anlayışsızlık kıyameti yaşanmıyor mu? Acaba bizde evrenden mi bekliyoruz son noktayı koymasını? Bir göktaşı çarpması ya da yağmur mu gelsin istiyoruz? Bu mutsuz arabesk vari yaşam bir son versin diye mi bekliyoruz? Oysa insansızlık ve toplumsuzluk zaten başlatmış tufanı. Sanırım bu sefer inisiyatifi evrene bırakmayacak kendi sonumuzu kendimiz getireceğiz. Bir büyük tufan belki yaşanır, belki yaşanmaz, doğa veya evren buna karar verecek ama sosyal tufan çoktandır yaşanıyor tıpkı Nuh’un geride bıraktığı kavmi gibi. Böyle bir şeyi yaşadığımıza, başımıza geldiğine inanamıyor, inanmak istemiyoruz hepsi bu. Hadi biraz daha ileri gidelim tufanı somutlaştıralım, ne olabilir sizce? Bence ‘telefon’ tabi faydalı yanları da var ama mevcut durumda topluma, insana, insanı insan yapan birçok değeri çoktan yerle bir etmiş gitmiş. Bundan âlâ tufan mı olur? Teknoloji düşmanı değilim asla, ama yaşadığımız çağ ve onun şekillendirdiği insan çok tuhaf ve ilginç. Belki de evren yapar yine yapacağını ve bir gök taşı tufanı daha yaratır. Bu tür ve bu insan, toplum yok olur yeni bir yaşam başlar.
Tabi biz ondan önce davranıp kendi kendimizi her anlamda yok etmezsek. İnsan bir buçuk kiloya yakın beyniyle düşünebilen ve konuşabilen olma niteliğiyle çoktan geride bıraktı ağaçsivrifaresi gibi kemirgen olmayı, yaratıcı ve özgün zekasıyla tüm diğer türlerden farklılaştı. Toplum kurdu, yeni bir doğa inşa etti, evren kendini aşmaya insanda devam etti. Ve nihayetinde insan zekası evren zekasını ihlal özelliğine kavuştu. Türler içinde belki de en zayıfı, en korumasız, en savunmaya muhtaç ve evrimini ana rahmi dışında da sürdüren bir varlık olmasına rağmen geçen zaman içerisinde zekasını güce, gücünü toplumsallığa ve onu da inşa ettiği sistemlere büründürdü. Bir nevi evrene meydan okuyan bir canlıya dönüştü. Belki de onun yaratıcı, şaşırtıcı, çarpıcı, yapıcı, yıkıcı vb. gibi birçok özelliğiyle yarışır hale geldi. Bu yarış her geçen zamanda hızlandı ve artık kendisini onunla boy ölçüşebilecek konumda görme sanrısına ve yanılgısına da yol açmış vaziyette. Evrenin zekasını ihlal başlangıçta yaratıcı bir meraka ve gelişmeye yol açtıysa da zamanla tehlikeli bir hal aldı.
Düşüncenin sınırsızlığı bedenin sınırlarına hapsolmadan yayıldı. Derinlik kazandı, uçsuz bucaksız boşlukta sürekli kendini yaratan, fark eden ve başkalaştıran bir hal aldı. Belki de çıldırdı. Bu çılgınlık hali işlerin karmaşıklaşmasına ve yaşam da dahil bütün canlılığı tehdit etme noktasına vardı. Oysa insan zekasının evren zekasını ihlal yeteneği evrenin kendini başka, yeni ve çarpıcı bir örnekte gösterme çabasından başka bir şey değildi. Acaba insan evrenin kontrolünden çıktı mı? Şimdi kendi başına buyruk bir başına hareket ederek onunla mücadele halinde mi? Bu belki çok uzak bir ihtimal ancak işlerin insan-evren-doğa ilişkisi açısından iyi gitmediği kesin. Evet, belki evrenin bir oyuncağı olmayı kabul etmedi, belki iradesi ve zekasıyla bir meydan okuma gerçekleşti ancak varoluşun gerçek kaynağı olan ‘uyum ve denge’ gerçeğini ziyadesiyle ihlal etti. Bu işin sonu nereye varır bilinmez ama bugün evrim hikayesinin tehlikeli ve kırılgan bir yerinde durduğumuz aşikar, ne kadar farkında olduğumuz ise muamma. Evrim hikayesinin bir yerinde acaba etin tadına varmamız mı buna yol açtı? Bu yüzden mi en eski dini ve ahlaki öğretilerin bazıları et yemeyi yasakladı bilinmez ama insan devam eden evrim serüveninde evrenle ilişkisini yeniden düzenlemek zorunda. Elbette tümüyle ot yemeye başlar, otçul olursak her şey düzelecek demiyorum. Ancak biraz fazla distopik görünen bu tablo karamsarlık yaratıyor insanda.
Oysa bu hikaye erken ve kötü bitmeyebilir. Kadın rahmine düşen her pelte, o evrenin ilk başlangıç ve bütün oluşum sürecini yeniden anlatan öykü bize bir şey söylüyor olabilir. Doğal olanı zekamızla uyumlu hale getirme sorumluluğu bize ait. Bu şekilde bir çıkış kapısı bulabilir bu karanlık odadan ya da zorlu labirentten, sonrası ihmal ettiğimiz toplumsallık ve insani değerleri yeniden hatırlamayla devam edebilir, evrenin zekasını, ihlal eden düşünce gücümüzü de pozitif alanlara yöneltirsek işler yeniden lehimize dönebilir. Küresel ısınma iklim değişikliği seller, kıtlık, kuraklık, nükleer tehdit, fosil atıklara dayalı enerji kaynaklarının aşırı kullanımı, orman yangınları, hızla yok olan, yok edilen canlı türleri, dengesiz ve aşırı kalkınma ve büyüme politikaları nedeniyle yok edilen doğa, teknolojinin canavarlaşması neredeyse sosyal bir varlık olan insanı, teknik bir robota dönüştürerek esir alması ve mevcut haliyle insanı ve toplumu teslim alan virüslerin çoğalarak artması yenilerinin kapıda olması nasıl durdurulacak? Belki de tren kaçtı diye de düşünebiliriz. Her şeye rağmen umudun var olduğunu düşünenlerdenim. Hikaye kötü bitmeyebilir en azından bizim elimizle felaket gelmeyebilir, getirilmeyebilir. Tabi hikayeyi yeniden doğru okuyarak rolümüzü gerçekçi bir biçimde belirleyebilirsek.
Mademki zekamız ve sosyal yapımız nedeniyle bir yerden sonra diğer canlı türlerinden farklılaştıysak o zaman bunu avantaja çevirip yeniden birçok şeyi yerli yerine oturtabiliriz. Belki de öncelikle bizi biz yapan, insan olmamıza neden olan ve bu tuhaf evrim hikayesinde bize önemli bir yer sağlayan zekamızı doğru kullanarak işe başlamalı sonra sevgi, paylaşım, farklılıkları kabul, dayanışma, biraradalık, içtenlik, empati ve mutluluk, sevinç, neşe gibi sosyal zekamızın bize bahşettiği iyi özellikleri yeniden parlatabiliriz. Hepimiz bir neden üzre var olduk, onu hatırlarsak belki doğru başlangıcı yapabiliriz; yaşamak ve yaşatmak. Yaşamak ve yaşatmak için el ele, yürek yüreğe yürümek için, kendimizi ve bu evrendeki yerimizi doğru belirleyebiliriz. Belki de bütün mesele budur; unuttuğumuzu hatırlayalım, hatırladığımızı hayatımıza uyarlayalım. Basit, belki naif, sıradan belki kırılgan ama hakikatin bütün veçhelerin ortak karakteri böyledir. Tıpkı varlığımız gibi bütün güçlülüğümüz aslında zayıflığımızdır. Biz bu hikayede ancak bir şekilde var olabiliriz:
‘Yaşamak ve Yaşatmakla’.
Seyit OKTAY
T Tipi Cezaevi B1-1
TOKAT
- 10 gösterim