Ece Temelkuran: 100 Gazetecisi Hapishanede Olan Bir Ülke Arap Ülkelerine Örnek Olamaz

AnalizTürkiye'ye konuşan Ece Temelkuran, "100 tane gazetecisi hapishanede olan bir ülke özgürlük için yola çıkmış Arap ülkelerine örnek olmamalı" dedi.

Bir süredir İngiltere’desiniz. Burada çeşitli konuşmalar yaptınız. Edebiyatçı kimliğinizle Hay festivaline katıldınız. Aynı zamanda Büyük Britanya kraliçesinin 60. yıl törenlerine tanıklık ettiniz. Ne gibi izlenimler edindiniz?
Kraliçenin jübile kutlamaları bir kez daha İngiliz halkının hava durumuyla inatlaşmasına dair çok güzel bir görüntüydü. Ama onun dışında beni en çok eğlendiren ayrıntı şu oldu: Akşam Buckingham Sarayı önünde bir konser düzenlendi. Onun öncesi, programın gündüz olan bölümünde, sanıyorum Kara Afrika’sından, eski imparatorluk topraklarından çocuklar gelip şarkılar söylediler. BBC bunu anons ederken Kardeş ülkelerden gelen, Commonwealth (İngiliz Uluslar Topluluğu) topraklarından gelen çocuklar dedi. Kendi kendime, ‘bu nasıl bir kardeşlik, vaktiyle sömürdünüz ve şimdi getirip çocuklara jübile kutlatıyorsunuz’ dediğimi hatırlıyorum.  Aristokrasi İngiltere’de dışarıdan çok temiz ve alçakgönüllü görünen bir şey ama bu kardeşlik meselesi enteresandı.

Buradaki konuşmalarınız sırasında, özellikle Türkiye’den, Kıbrıs’tan gelen ve artık İngiltereli olmuş göçmenlerin veya eğitim veya çalışma amacıyla buraya gelen kişilerin katıldığı etkinliklerdeki konuşmalarınız sırasında neler gözlemlediniz? Türkiye’deki siyasi hava burada da mevcut mu, kutuplaşma vs. gözlemlediniz mi, yoksa kendinizi farklı bir politik kültürün içinde mi hissettiniz?
Evet, kutuplaşma burada da görülüyor. Oxford ve SOAS’taki konuşmalarım sırasında gelip tehditkâr bir ısrarla çoğunluğun hassasiyetlerine dikkat etmem gerektiği söylendi; Eleştirilerimizi buna göre ayarlamamız gerektiğini söyleyen garip bir anlayış vardı. Bunları deneyimlemek üzücüydü.

‘ARAP BAHARI SAHİP OLDUĞU İNSAN DOKUSU ANLAMINDA BİR DEVRİM’

Siz Arap dünyasını da çok yakından takip ediyorsunuz. ‘Arap Baharı’nı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu süreçte Türkiye’nin tutumunu nasıl buluyorsunuz? Biraz da romanınızdan yola çıkarak Arap Baharı’nın büyüme sancılarını Muz sesleri çerçevesinde değerlendirebilir misiniz? Arap baharı ‘bahar’ mı gerçekten?
Bahar ama gerçekten bahar. Yazı görmeden kış gelip geçebilir. Bahar ama uluslararası ana akım medyada anlatıldığı gibi bir bahar değil. O anlamda bir devrim de değil. Bir devrim ama sahip olduğu insan dokusu anlamında bir devrim. Araplar konuşmaya başladı ve Arap sokakları ilk kez sadece Arap politikasında değil ama dünya politikasında da söz sahibi olmaya başladı. Araplar kendilerini temsil ettiler doğrudan ve doğrudan Batı’ya, bütün dünyaya konuştular ilk kez.

İkinci bir anlamda daha devrim oldu: Batı’da Arap imajı değişti. Bundan iki ya da beş yıl önce Batılılar Arapları potansiyel terörist olarak görürken, şimdi potansiyel devrimci olarak görmeye başladılar ve Araplar gittikçe daha ‘cool’ oluyorlar bu anlamda.

Ben Muz Sesleri’ni yazarken Beyrut’taydım ve Beyrut’un her zaman Arap dünyasının bilinçaltı olduğunu düşünüyorum. Sadece bütün Araplar içki içmek ve daha rahat olmak için Beyrut’a geldiği için değil; Beyrut, aynı zamanda politik aktivite hakkında da ileriye dönük fikir veren bir yer. Muz Sesleri’ni yazarken şöyle demiştim zaten: “Yara gövdenin en canlı yeridir ve o yüzden yaraya doğru gitmek lazım” diye. Arap dünyasında böyle bir şey olacağını o bölgede yaşayan üç aşağı beş yukarı herkes biliyordu ama ne zaman olacağı bilinmiyordu. Bu yıl oldu, geçen yıl oldu. Dolayısıyla, evet biraz kendimi ileriyi görmüş gibi hissediyorum.

Yani sadece dış etki ile doğmuş ve büyümüş bir şey gibi görmüyorsunuz bunu. “Dışarıdan tezgâhlandı, beslendi ve piyasaya sürüldü” gibi görüşlere katılmıyorsunuz?
Hayır, asla. Yani, olanlar, Batı’daki güçlü ülkelerin çıkarlarıyla örtüşmüş olabilir. Daha doğrusu bu gelişmeleri sonradan onlar yönlendirmeye çalıştılar, hala da yönlendirmeye çalışıyorlar. Hillary Clinton’ın durup dururken hiç petrolü olmayan Tunus’a gidip durması mesela beni endişelendirmiyor değil. Endişelendirmediğini söyleyemem yani ama hayır, ben orada sokağa çıkan insanların, Mısır’da da Tunus’ta da, Washington’dan aldıkları telefonlarla sokağa çıktıklarını düşünmüyorum. Öte yandan devrim artık ne kadar onlara ait, evet onu ben de endişeyle izliyorum. Hem Mısır’da hem Tunus’ta. Libya’yı ben zaten devrim olarak saymıyorum, açmıyorum bile o konuyu.

Libya’dakini neden öyle saymıyorsunuz?
Libya’daki durum çok daha karışık çünkü. Yani çok yakından yaşayanlarla da konuştum. Libya sınırına da gittim geldim Tunus’tayken, yani Libya tarafına geçtim. Libya işi fazla karışık. Orada yabancı müdahalesi çok fazlaydı gerçekten, tam olarak ne olduğunu bile bilemiyoruz şimdi. Elbette, bütün yabancılar geldiler ve her şeyi onlar yaptılar gibi bir şey asla yok ama hakkında söz söylemek için oldukça karışık. Tunus ve Mısır’la bir tutamam asla.

Kaddafi’nin öldürülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir vahşet olarak mı görüyorsunuz yoksa eden bulur gibi mi görüyorsunuz? Yoksa coğrafyadan kaynaklanan bir şey mi?
Coğrafyadan değil ama insanların alıştıkları bir şiddet standardı oluyor. O standartta karşılık veriyorlar şiddete, sanıyorum orada da öyle oldu. Türkiye’deki ya da İngiltere’deki şiddetin daha az çirkin olduğunu zannedenler çok yanılıyor.

‘ARAP DÜNYASI VE TÜRKİYE’

Türkiye’nin tutumu nasıldı sizce Arap Baharı sürecinde? Başlangıçta biraz tutuktu sanki Türkiye?
Evet, ama herkes tutuktu, Hillary Clinton ‘meçhul topraklardayız’ demişti, gerçekten de öyleydi. Batılı liderler her zaman Arap dünyasındaki liderlerle görüşmeye çok alışkındı. Arap sokakları bir özne değildi. Hatta bundan iki yıl önce ben bir yazı yazdım, Başbakan, Davos’ta “one minute” çıkışını yaptığında, ‘Arap dünyası, Arap sokakları Tayyip Erdoğan’ı çok seviyor gibi şimdi ama gelin görün ki Arap sokakları bir özne değildir’ diye. Fakat orada bir yanlışlık yapmışım. O sokaklar iki yıl önce özne değildi gerçekten, ama iki yıl sonra aynı sokaklar bir direnişe ve isyana öncülük ettiler.

‘SAVAŞA HAYIR’ DİYECEK PEK İNSAN KALMADI

Türkiye’nin Suriye politikasını nasıl buluyorsunuz? Türkiye dış politikada daha müdahaleci bir tutum izliyor gibi son dönemde?
Hayır, aslında AKP baştan beri müdahaleci olmaya meraklıydı. Irak Savaşı’na da asker göndermeyi çok istemişti, ama onu savaş karşıtı koalisyon olarak, bir namuslu AKP’li milletvekilinin de desteğiyle, engelleyebilmiştik. Ama şimdi öyle bir medya yaratıldı ki, hem ‘savaşa hayır’ diyecek pek insan kalmadı, hem de ‘savaşa hayır!’ muhalefeti yapacak ve AKP’ye güçlü bir siyasi alternatif oluşturacak bir siyasi pozisyon yok şu anda. Oysa AKP Irak işgali konusunda da, Irak’a asker gönderme konusunda da en az şu an olduğu kadar istekliydi. Hatırlarsanız AKP’nin yönetim kadrosu çok sinirlenmişti tezkere geçmediği zaman. Şimdi yine aynı şey oluyor. Bölgede lider olma ve güç sarhoşluğuyla davranıldığını düşünüyorum.

Öte yandan da Türkiye’nin bir Suriye politikası var mı, emin değilim. Hükümet dâhil herkesin kafasının karışık olduğunu ve neye göre davranacağını tam belirlemediğini düşünüyorum. Duruma ve pozisyona göre konum değiştiriyorlar. İnşallah başımıza çok iş açılmaz çünkü bu Suriye meselesi Irak’a benzemez.

100 TANE GAZETECİSİ HAPİSHANEDE OLAN BİR ÜLKE ARAP ÜLKELERİNE ÖRNEK OLMAMALI

Türkiye’nin Arap dünyasına model olamayacağını söylemiştiniz. Bununla ilgili Arap dünyasındaki ya da Batı’daki meslektaşlarınızdan ne gibi tepkiler aldınız?
Açıkçası destekleyen, hak veren tepkiler geldi. Çünkü Arap dünyasında sokaktaki insan Türk dizileri ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışından etkilenmiş olabilir ama tabii ki entelektüel insanlar Türkiye’nin dışarıdan göründüğü gibi olmadığının farkında.  Dolayısıyla, ‘Araplar daha yeni konuşmaya başlamışken model olarak kendi sokaklarından gelen önerileri dikkate almalılar, Türkiye’yi değil’ dedim. Tabii ki benim etrafımdaki, Arap dünyasındaki entelektüel insanlar bundan hoşlandılar, hoşlanmaları doğal, doğrusu da bu zaten. 100 tane gazetecisi hapishanede olan bir ülke özgürlük için yola çıkmış Arap ülkelerine örnek olmamalı bence.

MISIR KENDİSİNİ DÜNYANIN ANASI OLARAK GÖRÜR

Başbakan Erdoğan’ın Mısır’daki laiklik çıkışı sizi şaşırttı mı? Orada Türkiye modelinin açık bir sunumu yok muydu?
Erdoğan’ın sözleri değil ama sonrasında İhvan’ın, yani Müslüman Kardeşler Örgütü’nün neredeyse işimize karışma deyişi, bunu da lafı dolaştırmadan açıkça söylemesi beni biraz şaşırttı. Türkiye’nin model olması Mısırlıların sinirini bozar. Çünkü, Mısır kendisini dünyanın anası olarak görür ve Araplara biri model olacaksa o Mısır’dır muhakkak Mısırlıların kafasında. O yüzden bu modellik işi onları biraz germiş olmalı.

Oradan bakınca Türkiye nasıl gözüküyor? Biz Türkiye’deki medyadan bakınca Başbakan Erdoğan’ın orada çok popüler olduğunu ve Türkiye’nin bir kahraman gibi görüldüğünü okuyoruz.
O biraz abartılıyor, açık söyleyeyim. Başbakanın Arap dünyasında ne kadar popüler olduğunun haberini ilk yapan benim. Tahrir’de, Hizbullah bölgesinde, Beyrut’ta billboardların fotoğraflarını çekmiştim. Ama anlatıldığı kadar değil, birincisi. İkincisi, Türkiye oradan, benim de dâhil olduğum bir sürü insana cennet gibi görünüyor. Ben ilk kez bu kadar çok özlüyorum Türkiye’yi. Hem Arap dünyasında yaşamak kolay değil, hem de bizim gibi muhalif yazı yazanların Türkiye’de başı hemen derde girse de, yine de insanların Arap dünyasına göre daha özgür hissettiği bir ortam var. Arap dünyası iyi bir yola çıktı, kısa sürede yol alabilirlerse daha iyi bir ortam kurulacaktır.

‘TÜRKİYE’NİN RUSYA KADAR OTORİTER, EKONOMİSİ ÇİN’E, RUH HALİ DUBAİ’YE BENZEYEN BİR ÜLKE OLMASINDAN KORKUYORUM’
Sizin daha önce Latin Amerika ülkeleri üzerine de çalışmalarınız vardı, “Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita” kitabınızda oradaki devrimcilerin gözünden gözlemlerinizi de aktarmıştınız. Onlar CIA’in IMF’nin, kontrgerillanın müdahalelerinden ve bu müdahalelere karşı nasıl direndiklerinden bahsediyorlardı. Siz de bunları kaleme almıştınız. Türkiye’deki bu otoriterleşme iddiaları ve başkanlık sistemi tartışmaları çerçevesinde, Türkiye’yle Latin Amerika ülkelerini karşılaştırır mısınız?
Latin Amerika için şöyle bir söz vardır: ‘Amerika’ya çok yakın, Tanrı’ya çok uzak’. Türkiye de umarım bu duruma düşmez; Amerika’ya çok yakın, Allah’a çok uzak durumuna. Oradaki direniş kültürünün çok dinsel, kültürel bir takım kökleri var. Oradaki halkların karakteristik özellikleri çok farklı, mücadeleci ve isyankâr bir ruhları var hak arama konusunda.

Oradaki halkın özelliklerinden bahsetmişken, Türkiye’deki halkla ilintilendirerek, son dönemde sıkça vurguladığınız bir konuyu da sormak istiyorum. Türkiye’de şu anda yeni bir millet yaratma projesi, yeni bir millet tanımlaması var diyorsunuz. Türkiye’de artık daha itaatkâr ve daha muhafazakâr bir millet olduğunu, ‘bu milletle her şey yapılabileceğini’ iddia ediyorsunuz. Bu argümanlarınızla tam olarak ne kastediyorsunuz?
Evet, benim tezim bu. Yani Türkiye’de şu anda yeni bir model dayatılıyor ve ben bu modelin Rusya kadar otoriter, ekonomisi Çin’e, ruh hali Dubai’ye benzeyen bir ülke yaratacağından korkuyorum. Dayatılan modeli herkes İslamlaştırma projesi olarak görüyor ama ben itaatkarlaştırma projesi olarak görüyorum, bunu Türkiye için daha tehlikeli buluyorum. Çünkü konuşan herkes konuşmaktan korkmaya başladı. Bu kadar sessizlik bana sadece ‘itaat’ sözcüğünü çağrıştırıyor, ‘konsensüs’ sözcüğünü değil. Dolayısıyla Latin Amerika’yla tam zıt bir görüntü var. Öte yandan insanlar düşündüklerini söylemeye çalışıyorlar, direnmeye çalışıyorlar ama epey bir orantısız güç kullanımıyla her seferinde bastırılıyorlar.

“BAŞBAKAN DA ÇOK KARİZMATİK VE ÇOK ETKİLİ BİR ADAM”

Başkanlık sistemi için örnek olarak bakılabilecek Latin Amerika ülkelerinde bu sistemin işlemediği ve sürekli kişisel diktatörlüklere neden olduğu gibi tartışmalarda sık dile getirilen bir iddia var. Amerika dışındaki ülkelerde işlemesinin zor olduğu da sıkça vurgulanıyor. Şimdi Türkiye’de başkanlık sistemi tartışılırken böyle bir kıyaslama yaptınız mı? Bizde de uygulanamaz, ya da uygulanabilir gibi.
Bu işi bilen insanların söylediği şey şudur: Başkanlık sistemi Amerika’dan başka hiçbir yerde otoriterleşmeden deneyimlenmiş, uygulanabilmiş bir sistem değil. Hukukun üstünlüğünün kabul edilmediği, demokratik kurumların oturmadığı bir ülkede başkanlık sisteminin götüreceği yer belli. Başbakan da çok karizmatik ve çok etkili bir adam, Türkiye’de belki Atatürk’ten sonraki en güçlü politikacı. Böyle görülüyor. Dolayısıyla onun başkanlığı altında bir başkanlık sistemi, geçen seçimlerde kullanılan slogana referansla “tek bayrak, tek millet, tek lider” sistemine dönüşecekmiş gibi görünüyor.

Siz bu söylemi çok eleştirmiştiniz Başbakanın balkon konuşmaları üzerine yazdığınız analizlerde. ‘Medya bunu göremedi, burada çok başka bir mana var’ demiştiniz. Hatta Türkiye’de yeni rejimin bu sloganla tamamlandığı gibi bir iddianız var; bunu biraz açabilir misiniz?
Ben bu slogan ile açıkça otoriterleşme sürecinin tamamlandığını düşünüyorum. Hatta en son ‘tek din’ şeklinde bir söylemi ekledi Başbakan, ama sonra geri adım attı ve dil sürçmesi dedi. Oysa o sözü iki üç defa kullanmıştı. Sanırım bu detay, her şeyin göstergesi.
‘AKP, HER ŞEYİ TEPEDEN İNME VE TOPLUMA ŞEKİL VEREREK YAPMAK İSTİYOR’

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin AB ile ilişkilerini Avrupa Birliği başka türlü görüyor muhtemelen. Ama biz Türkiye’den başka türlü izliyoruz çünkü Bakan Egemen Bağış, söyleyeceği şeylerin önemlice bir bölümünü Türkçe söylüyor. Avrupa Birliği’nin arkasından konuşuyor bazen. Bu ekonomik krizden dolayı Avrupa güçsüz düştüğü için de şöyle bir söylem gelişti yönetim katında: ‘Avrupalılar gelsin bizden öğrensinler ekonomiyi’ gibi. Ben şu anda Türkiye’de olmayan bir paranın harcandığını düşünüyorum; umarım bu lafın sahibi utançla sınanmaz. Avrupa fikrinin terk edildiğini düşünüyorum.

Fransa’nın Ermeni soykırım tasarısını hazırlayıp yasalaştırdığı süreçte de Türkiye’den benzer iddialar (Türkiye’nin ekonomik başarısı kıskanıldığı için bu tasarı hazırlandı gibi) gelmişti.
AKP toplum mühendisliği yapıyor ve her mühendis gibi kendi eserini çok beğeniyor olmalı. Toplumu bu şekilde avutmam çok meşru diye düşünüyor. AKP hükümeti uluslararası konjonktür bağlamında çok şanslı bir hükümet. Irak’tan dili yanmış, başı belaya girmiş olan Amerika bir proje arıyordu. Nasıl yapsak da bu Ortadoğu daha neoliberal ama bir yandan da itaatkâr olsa diyordu ve bu arayışa AKP hızır gibi yetişti. Ben bu eleştirileri sık sık yapıyorum ama bunu Batı’da bir takım devletler var ve tamamen düşmanca hislerle Ortadoğu’daki insanları itaatkâr yapmaya çalışıyorlar anlamında söylemiyorum. Herkes barışçıl bir düzen için çalışıyor olabilir, kendince nasıl olacağını seçebilir. Ama asıl mesele burada bedeli kime ödettiğiniz. Yani barışçıl bir sistem olsun diye Türkiye’de bu kadar insan hapisteyse, bu modelin bedeli buysa, bu bana küçük bir bedel gibi gelmiyor. Bu insanlara küçük bir bedel gibi geldiği için böyle olumsuz sözcükler kullanıyorum itaat istiyorlar gibi. Onlar, ‘daha iyi bir dünya için bu bedele değer’ diyebilirler, ben diyemem. Bu ağır ve kanlı bir bedel. Her şeyi tepeden inme ve topluma şekil vererek yapmak isteyen bir hükümet anlayışı var AKP’nin.

“AKP’NİN ASIL İRONİSİ KEMALİST ZİHNİYETİN SÖZCÜKLERİYLE KONUŞMAK”

Bu tepeden inmeci yönetim anlayışı Türkiye’de sürekli eleştiriliyor. Ama bu anlayış AKP dışındaki partilerde de yok muydu, geçmişte de partiler sürekli benzer politikalara başvurmadılar mı? Herkes kendi doğru bildiğini halka dayatmaya çalışmıyor mu biraz?
Elbette vardı, AKP’nin buradaki en büyük günahı böyle bir anlayışı seven ve ona itaat eden bir milleti yaratmak istemesi ve her uygulaması ile bunu dayatması. Yoksa sol örgütlenmelerin, hatta AKP örgütlenmesinin de bir sokak kökeni vardır, AKP’nin yerel örgütleri de böyle olabilir, halkevleri de böyledir, aslında sokaktan gelen talepleri alırlar ve ona göre davranırlar. Ama şimdi gittikçe artan şekilde o talepleri yönlendiriyorlar da aynı zamanda.

Oxford’a Sırrı Süreyya Önder’in filminin (Beynelmilel) gösteriminden sonra konuşma yapmak üzere gittim ve ‘filmde İngilizler, filmin darbeyi eleştirdiğini düşündüler, hayır, film, darbeyi eleştirmiyor, bu darbeyi meşrulaştıran ve ona boyun eğen halkı eleştiriyor’ dedim. Dolayısıyla bazen kraldan çok kralcı olmak diye bir şey var. Sadece halkın isteğine rağmen bir şey yapıyor değiller. Halkın bir bölümü de tarihin kimi zamanlarında “Gelin bizi şekillendirin” diye bağırıyor olabilir. Tepeden inmeciliği Kemalistler de yaptı ama AKP’nin asıl ironisi şu: Ergenekon davası görülürken ve Kemalist devlete bir savaş açılmışken, tam da Kemalist zihniyetin sözcükleriyle konuşmak ve daha aşırı müdahale etmekten kaçınmamak.

‘ERGENEKON VE KCK DAVALARINI CİDDİYE ALMAYAN BEN DEĞİLİM, BU DAVAYI SAVUNANLAR’

Türkiye’deki derin devletle hesaplaşma tartışmaları, son dönemdeki Ergenekon operasyonları, KCK tutuklamaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz aslında Türkiye’deki Kemalist zihniyeti sıklıkla eleştiren bir yazardınız. Bu davalarda tutuklananlar kimler? Kemalistler mi, darbeciler mi? Hükümeti yasadışı yollarla devirmeye çalışan insanlar mı, çeteler mi, teröristler mi? Kim bunlar? Davalar neden bu kadar uzun sürüyor?
Ben ilk “Ne mutlu Anadolu’yum diyene” diye bir yazı yazdım. O zaman ben saldırıya uğrarken kimse de gelip beni savunmamıştı. Evet, ben Kemalist zihniyeti sadece o zaman değil, Genelkurmay’la davalık olduğum zaman da çok eleştirmiştim. Genelkurmay benim hakkımda suç duyurusunda bulunduğunda ve dava açıldığında yani. Bunlar unutuluyor tabii. Ama şimdi de örneğin Ergenekon davasındaki dengesizlikleri ve kimi hukuksuzlukları dile getirdiğimde Ergenekon davasını ciddiye almamak, sulandırmaya çalışmak ve derin devletin varlığını önemsememek gibi bir şeyle suçlanıyorum.

Buradaki bir toplantıda dinleyicilerden biri gelip böyle bir şey söyledi. ‘Ben sulandırmıyorum, zaten sulandırılmış durumda’ dedim. Bir kere Türkçe bakımından çok zayıf iddianameler. İkincisi, ciddi bir hukuk problemi var orada, o dava dosyalarında. Dolayısıyla ben bu davayı görenlerin ve bu davayı savunanların bu davayı yeterince ciddiye almadığını, dolayısıyla derin devlet meselesini önemsiz saydıklarını düşünüyorum ve bu tavırdan da çok ürküyorum. Çünkü derin devlet meselesi çok ciddi ve derinlere uzanan bir mesele. Bu meselenin nerelere kadar uzandığını bulmak için yeterli cesaretleri, dirayetleri ve hukuki birikimleri yoksa hiç başlamasalardı keşke. Türkiye’de yeni bir hukuk anlayışı yaratıldı. İddianamede suç yaratılıp düzenleniyor. Asıl problem burada. Çünkü bu böyle olursa bunun sonu sadece derin devleti değil, herkesi yakar.

“BUNU AYNEN BÖYLE YAZAR MISINIZ?”

Toplum nasıl bu hale geldi? Şu anda siz AKP’yi eleştiriyorsunuz, bir grup sizi sahiplenmek istiyor. Sonra bakıyorlar siz Kemalizm’i de eleştiriyorsunuz, onlar ayrılıyor. Sonra başka bir grubun önemsediği bir şeyi eleştiriyorsunuz onlar size düşman oluyor. Gri tonlarımız yok mu oldu bizim?
Sormayın, başım çok belada. Bunu aynen böyle yazar mısınız? Aynen bunu yaşıyorum çünkü. Şizofrenik bir dil var ve bu beni çok korkutuyor. Bu insanların ezberledikleri beş tane cümle var ve aynı şeyleri söyleseniz bile o beş cümleyi kurmuyorsanız size yaşam şansı tanımıyorlar. Dolayısıyla gerçekten delirmiş durumda insanlar. Ciddi söylüyorum ve ben korkuyorum. Çünkü bu delirmenin yapamayacağı hiçbir şey yok, bir sınırı yok. Her yerdeki insanlar böyle. Düşmanlık, nefret, öfke. Üç ay İstanbul’dan ayrı kalıyorum ve geri döndüğümde korkuyorum. İnsanlar bir acayip olmuş oluyor, konuştuğum insanlar. Sadece politik olarak değil, normal gündelik hayatta da bir acayipler. Bir öfke var. Bu öfke ne? Ben bir şeye tepki verdiklerini düşünüyorum. Her şey çok hızlı değişiyor ya,  sersemledi belki insanlar. Birden eğitim sistemi değişiyor, birden sağlık sistemi değişiyor, birden başkanlık sistemi, insanlar aptala döndüler. Sürekli tutuklamalar, telefonlar dinleniyor bilmem ne. Bence insanlar bir yandan bir şey yapamadıkları için geriliyorlar, bir yandan da için için öfkeleniyorlar. Aptala döndüler. Bir de sen kimin adamısın anlayışı türetildi yeni, İran’a müdahale üstüne eleştirel bir yazı yazdım örneğin, Taraf gazetesinden birisi hemen ‘Ece Temelkuran İran’a mı çalışıyor’ gibi bir yazı yazıp güya beni eleştirdiğini sanabiliyor. İnanılır gibi değil ortam.

“İNSANLARIN BİRBİRİNİ BOĞAZLAYACAĞI ORTAMI ELLERİ İLE YARATTILAR”

Sizin Türkiye’deki Kürt hakları ve insan hakları üzerine de çok yazınız var. Hatta bu konuda 2008’de Ayşe Nur Zarakolu Düşünceye Özgürlük Ödülü’nü almıştınız. Son KCK operasyonları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ragıp Zarakolu’nun da bu kapsama alınmış olması tabii ki çok ironik bir şey. İnsanları bu kadar korkutarak sonunda ne olacak, onu çok merak ediyorum. KCK davasında isim benzerliğinden yanlışlıkla alınan adam bile var. Bu davaları tek tek konuşmak yerine şöyle bir şey söyleyeyim. Belli ki bu davalarla Türkiye’ye yeni bir düzen veriliyor. Ama olmayacak, mutlu olmayacak insanlar. Çünkü herkese diz çöktürtmeye çalışılıyor. Bir şey kabul ettirmeye bile çalışmıyor, diz çöktürtmeye çalışıyor bu süreç. Öyle olmaz. Bunun her zaman bir sonucu olur, kötü bir sonucu olur. Bir karşılık gelir ona. Bir nefret karşılığı gelir. Bu da hiçbir ise yaramaz. Üzülüyorum çünkü Kürt açılımı diye insanları çok ümitlendirdiler. Ben bile destekledim kısmen ve dedim ki bize Kürt açılımı değil, Türk açılımı lazım, yani Türklere anlatmamız gerekiyor. Kürtlerin dinleyecek bir şeyi yok çok fazla. Türkleri hazırlamaları gerekiyordu bu işe mesela ama hazırlamadılar. Önce Türkleri sinirlendirdiler, sonra KCK vs. ile Kürtleri. Maalesef insanların birbirini boğazlayacağı bir ortamı elleri ile yarattılar.

‘AKP, KÜRT VE ORTA DOĞU AÇILIMINDA ACELECİ DAVRANDI, KARARLILIK GÖSTEREMEDİ’

Ama Türkiye’de iyi şeyler de olmuyor mu? Örneğin Derin Dağ kitabınız vardı Ermeni olaylarıyla ilgili, o kitapta da belirttiğiniz gibi bir zamanlar Ermeni sorununu bile konuşmak mümkün değildi bu ülkede. AKP döneminde Ermeni sorunu, Kürt sorunu pek çok girişimler ortaya kondu, eleştirenler de olsa da pek çok ekonomist ekonomik başarılardan bahsediyorlar. AKP döneminde çok güzel şeylerin de olduğu, askeri vesayetin kırıldığı, AB’yle uyum konusunda adımlar atıldığı vs. Bunlar olumlu gelişmeler değil mi? Neden AKP’yi çok sert eleştiriyorsunuz?
Çok sert eleştirmiyorum aslında, sadece şuna karşıyım: Ortada eleştirilemeyen bir güç olmasın. Ama şimdi ortada yine eleştirilemeyen bir güç var. Eskiden bunlar askerlerdi şimdi AKP. Hayat eskiden de benim için tehlikeliydi çünkü Ermeni ve Kürt meselesini yazıyordum. Şimdi de hayatım tehlikede çünkü işte yine bir şeyleri eleştiriyorum ve benim hayatım hala gergin. Hala böyle hissediyorsam, tedirginlik hissediyorsam demek ki mesela benim açımdan çok bir şey değişmemiş Türkiye’de. Ama ben AKP’nin yaptığı şeyi bazı şeyleri çok çok önemsiyorum ve bunu da her zaman söyledim. Orta Doğu’ya açılım meselesi örneğin.  Türkiye’nim ruh sağlığını düzelttiler bu konuda, Tayyip Erdoğan’ının şahsen Türkiye’deki ortalama insana yaşattığı özgüven paha biçilmez derecede önemli. Ama işleri bir bir kararsızlığa geldi. Şimdi komşularla sıfır sorun meselesi. Ne oldu? Başımızın belada olmadığı komşu yok su ara. Kürt açılımı diyelim ki. Ne oldu? Ortada durum. Dolayısıyla kararlılık göstermediler o konularda.

Nerede hata yaptı sizce AKP o açılımlarda? İçini mi iyi dolduramadı yoksa bir metot hatası mı vardı?
Sabırsız davrandılar ve her şeyin hemen olmasını istediler. Her şey de hemen olmuyor. Bunlar ciddi meseleler. Ve kararsızlık gösterdiler. Örneğin Habur sınır kapısı. Habur’dan gelen PKK’lılar meselesi. Onun öyle olacağını hepimiz biliyorduk, sonucun bu kadar korkunç bir öfke yaratacağını. Yaptılar ve arkasında durmadılar. O olmaz işte, o olmaz.

‘AKP KİTLE POLİTİKASINI ÇOK İYİ BİLİYOR’

Siz aslen İzmirlisiniz. İzmir’le ilgili bir soru sormak istiyorum. İzmir halkı 1930’da Mustafa Kemal’e karşı daha büyük bir kalabalıkla Serbest Fırka lideri Fethi Okyar’ı destekliyor. Sonrasında Demokrat Parti ve Adalet Partisi’ni destekliyor. 12 Eylül’den sonra Turgut Özal’ı destekliyor. AKP de bu partiler gibi liberal sağ bir söylemle çıkmasına rağmen neden İzmir’i alamıyor? Neden AKP İzmir’de desteklenmiyor? Sadece Milli Görüş geleneğinden doğduğu için mi?
Bir parça ondan tabii. Bir de önerdikleri hayat biçimi pek İzmir’e uygun bir hayat biçimi değil. Bu da insanları tedirgin etti. Bundan dolayı sanıyorum.

Yaşamlarına müdahale korkusu mu var?
Evet. Öyle bir şeyden korktular ve ciddi anlamda da bu kaygı büyüyor.

AKP’yi çok eleştiriyorsunuz. AKP’nin ardı ardına seçim zaferleri kazanmasını nasıl yorumluyorsunuz? AKP’yi sıkça eleştirenler bu soruyu ve bunun analizini biraz göz ardı ediyorlar sanki. Buradaki toplantılarınızda sizi dinleyen AKP karşıtları eleştirel yorumlarını tekrarladılar, ama size hiç bu soruyu sormadılar, bu seçim başarısını tartışmadılar.
Haklısınız. Ekonomik başarısı muazzam. Ben AKP kadar iyi politika bilen bir parti görmedim. Gerçekten politika nasıl yapılır çok iyi biliyorlar. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum, kitle politikasını iyi biliyorlar. Tayyip Erdoğan aşağıda biriken öfkeyi, hem sınıfsal öfkeyi hem de dindar kesimin öfkesini, çok iyi örgütledi. Biz tabii bunu sol bir partiden bekleriz ama öyle olmadı. Türkiye’deki tarihsel süreç nedeniyle öyle olamadı. Ve o öfkeyi olağanüstü iyi örgütledi. Solcular acaba biz ne yapsak diye düşünürken insanlara ümit verdi. Ümit vermek ve proje sunmak çok önemli bir şeydir. Doğru, yanlış önemli değil. Ecevit 1977’de o kadar oyu sadece ‘toprak işleyenin, su kullananın’ diyerek aldı. Tayyip Erdoğan ne dedi: ‘Biz’ dedi, ‘Türkiye’de iktidar olacağız ve siz istediğiniz gibi yaşayacaksınız’. Önemli bir kesime bu şekilde ümit verdi, ekonomik krizler ve müdahalelerle biriken öfkeyi iyi örgütledi. Hala da yeni sloganlarla ümit vermeye devam ediyor. 1998’de bir dergi için Anadolu’yu dolaştım ve Anadolu’daki KOBİ’lerin başındaki işadamlarıyla görüştüm. AKP’nin gelişi o günlerden belliydi. İstanbul’da Avrupai bir hayata sahip burjuva sınıfı gibi yaşamak istiyorlardı. AKP bu kesimi de örgütledi. Yeni gelişen toplumsal yapıları iyi çözdü. Ve ciddi uluslararası destek de aldılar tabi. Onu da çok iyi idare ettiler. Tayyip Bey geçenlerde ‘Kan kustuk, kızılcık şerbeti içtik’ dedi yabancılarla ilgili. O konuda da çok sabır gösterdiler ve şimdi kendi oyunlarını oynamak istiyorlar. Özellikle Ortadoğu’da ‘Güçlüyüm’ diyorsanız, bir süre sonra o güç denenir başka bir güç tarafından. Benim korkum şimdi bu gücün İran tarafından denenmesi.

Türkiye’deki muhalefet partilerinin performansını nasıl buluyorsunuz? AKP’nin tek başına üç dönem iktidar olması AKP’nin başarısı elbette, ama muhalefet partilerinin de başarısızlığı mı aynı zamanda?
Türkiye’de siyaseti AKP belirliyor. Muhalefet sadece seyrediyor ya da onun ağzına bakıyor. Böyle bir ortamda muhalefet konuşmak çok anlamlı görünmüyor.

Burada şu hatırlatmayı da yapmak istiyorum. Son seçimler öncesinde CHP lideri Kılıçdaroğlu’ndan umutlu olduğunuza dair yazılarınız vardı.
Evet, ama umutludan ziyade Türkiye’nin bir sosyal demokrat partiye olan gereksinimi anlamında söylemiştim. Bu kadar dengesiz bir güçle siyaset olmaz. O yüzden sosyal demokrat bir partiyi desteklemenin çok partili bir sistem için gerekli olduğunu düşünüyorum. Ama AKP siyaseti ve gündemi belirlediği sürece herhangi bir siyasi partinin işi çok zor. Beğenin ya da beğenmeyin, AKP’nin bir planı var. Onların karşısına plansız çıkarsanız, sadece yaptıklarını eleştirir duruma düşerseniz. İnsanlar giderek sizi sevimsiz bulur. Bence CHP bundan muzdarip şu anda.

Diğer muhalefet partilerinin bir sıçrama yapması mümkün mü sizce?
Sanmıyorum. Yani şu anda siyaset AKP tarafından o kadar domine edilmiş bir alan ki, öyle bir ihtimal görmüyorum.

Türkiye’de de Tahrir’dekine benzer büyük gösteriler ve yürüyüşler oluyor. Yani toplumda bir muhalefet ışıkları yanıyor. Neden bunu toplumsal bir muhalefete dönüştüremiyor bu partiler?
Herkesin günahları var çünkü bu memlekette. CHP’nin de çok günahlarla dolu bir geçmişi var örneğin ve bu günahlardan da donduğunu çok net bir şekilde söylemiyor. Kürt meselesiyle ilgili mesela. Çok doğru yaptığı şeyler de var, çok yanlış yaptığı şeyler de var. Sanıyorum insanların inancı yok artık. Büyük bir kitlenin inancının, yok olduğunu demeyeyim ama sarsıldığını düşünüyorum.

Cumhuriyet mitinglerini de toplumsal bir muhalefet olarak mı görüyorsunuz yoksa onların bağlamı farklı mıydı?
Kısmen öyle görüyorum. İnsanlar paniğe kapıldılar. Hakikaten Türkiye’yi başka bir ülke haline getirecekler diye düşündükleri için sokağa çıktılar. Militarist bir yani vardı. Ama o konuda yazdıklarım biraz yanlış anlaşıldığı için üzülmüşümdür. Türkan Saylan gibi bir kadını destekleyen insanlar çoğunluktaydı orada. ‘Ne şeriat, ne darbe’ diyen yani. Fakat o insanlar yerine, o platformu örneğin Kemal Kerinçsiz gibi insanları destekleyen insanlar temsil etmeye başladı ki o zaman zaten işler kötüye gitti.

‘TÜRKİYE’DE MUHALİF OLMAK…’

Türkiye’de eleştirel gazetecilere karşı kara bir propaganda yürütüldüğünü söylüyorsunuz. Onların hemen marjinal ve pasifize edilmeye başlandığını, topluca bir sistematik saldırıya maruz kaldıklarını söylüyorsunuz. Kimdir bu kara propagandayı yürütenler? Sizce amaçları nelerdir?
Evet, kuşatıcı güçler diyelim onlara. Bilinçli olarak gazetelere ve görsel basına yerleştirilmişler Ayrıca sosyal medyada çalışanların dijital bir ordu olduğunu düşünüyorum. Büyük bir linç kampanyası başlatılıyor. En küçük muhalefete hemen savaş açılıyor. Muhalefetin marjinalleştirilmesi için her türlü aracın kullanıldığı bir mücadele ortamı var. Buna karşı mücadele etmek çok zor. Vicdanlar tamamen kararmış. Bir tane yazı yazdım, editörün hatası yüzünden her şey karıştı ve demediklerini bırakmadılar. Bu insanı yıpratıyor ve ben yıprandığım için biliyorum ki bu bir yıpratma operasyonu. Yani insanın ruh sağlığını bozacak denli yoğun bir saldırıydı bu son bir yıldır. Atılmamdan önce başladı saldırılar aslında, bazı gazetecilere görev verildi bu konuda, bazıları da popülarite kazanmak için aracı oldu, ve atıldıktan sonra da devam etti. Nuray Mert yazdı ‘öğrendik ki bütün kötülüklerin anası Ece’ymiş’ diye. Hakikaten öyle bir şey oldu. Ben Türkiye’de en çok okunan kadın yazarlardan birisiydim ve çok etkiliydim. Bu kadar ortada duran birinin bu kadar güçlü olmasına katlanamazlar. Ben 19 yaşımdan beri gazetecilik yapıyorum, çok olaylar gördüm, toplumsal çatışmalar. En çok gördüğüm ve benim en çok canımı yakan şey şudur: hiçbir zaman bir kamp, diğer kampı yok etmek istemez. Çünkü bir kampın varlığı diğer kampın varlığının sigortasıdır. Sadece ortada duranı vururlar, marjinalleşmeyen istenmez. Hrant bunun en önemli örneği. Ortada duranı çapraz ateşe tutarlar. En üzücü olan bu.

Habertürk’teki yazılarınıza son verildi. Son dönemde gazetecilik ve köşe yazarlığı sıkça tartışılıyor, eleştiri konusu oluyor. Gazeteciliğin yerini nasıl görüyorsunuz? 
Gelecek çok parlak görünmüyor, umarım bu dönemler biter. Biz elimizden geleni yapalım da gerisini bilmiyorum gerçekten. Bunları öngörmek mümkün değil. Yeni bir şey lazım. Yani yepyeni bir iletişim aracı. Bakalım onu deneyeceğiz gibi gözüküyor şimdilik.

Yeni bir gazete çıkarma hazırlığı mı var?
Evet, bakalım. İnşallah işler yolunda giderse, ama bu bir gazete olmayacak galiba. İnternet gazetesi gibi bir şey olacak. Daha fazla bir şey söylemeyeyim artık, henüz hazırlık aşamasında ve arkadaşlara da ayıp olmasın.

Biraz da edebiyat konuşalım isterseniz. Özellikle Muz Sesleri kitabınızla ilgili. Bunu böyle bir dönemde yazmak size nasıl hissettirdi, ne gibi tepkiler geldi? Şimdi Arapça’ya da çevrildi. Arap Dünyası’ndan ne gibi tepkiler aldınız kitapla ilgili?
İki tane güzel inceleme çıktı Arapça’da. Okuyanlar seviyor. Kitabın çıkışı vize uygulamasının kalkmasıyla da örtüştü. Dolayısıyla Beyrut şu anda Beyaz Türklerin çok gittiği bir yer haline geldi. O nedenle ben Beyrut’a artık gitmiyorum. Çok Türk var Beyrut’ta, Beyrut, İstanbul gibi oldu. O dönemde çok okundu, çok sevenler oldu.

Yeni bir kitap üzerinde çalıştığınızı öğrendik, şu an üzerinde çalıştığınız kitap neyle ilgili?

Yine Arap Dünyası’nda geçen bir roman.

Biraz gazetecilik ve edebiyatçı kimliğinizi birleştiren ve son dönemde yaşadığınız olaylardan yola çıkan son bir soru sormak istiyorum. Genelde toplumsal duyarlılığı olan yazılar kaleme alıyorsunuz. Eğer düşlediğiniz gibi bir ülkede ve düzende yaşasaydınız ne gibi yazılar yazmak isterdiniz? Yine eleştirel mi olurdu yazılarınız?
Bu soru beni kalbimden vurdu gerçekten. Ben şimdi bile artık yazmak istemiyorum. Bunu da ilk size söylemiş olayım, ilk kamusal açıklamam budur. Bunu twitter’dan duyuracaktım, size söyleyeyim. Ben aslında sadece edebiyat yapmak istiyorum artık çünkü tüm bu yaşananlar ve yaratılan süreçler beni çok üzdü ve yıprattı. (demokrathaber)
 

Kaynak: baskahaber.org