Çok uzun bir mesafeyi kat etmiş bir Zen rahibine bu kadar yolu nasıl yürüdüğünü sorduklarında cevabı oldukça kısa olmuş: “Adım adım.” Halil Savda, 1 Eylül’de “ben küçük bir adım atıyorum” diyerek Roboski’den Ankara’ya kadar gidecek barış yoluna çıktı, adım adım ilerlediği yolunda ona katılıp destekleyenlerle kartopu gibi büyüyerek Ankara’ya vardı. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri barış yolunda yürürken bir tek Osmaniye Valisi Celalettin Cerrah’ın bıyıklarına takıldı. Osmaniye’nin “hassas bir bölge olduğunu ve diğer illere benzemediğini” ileri süren bir emniyet yetkilisi, Vali Cerrah’ın emri olduğunu söyleyerek barış yürüyüşçülerini Adana il sınırına bırakacaklarını söyledi. Cerrah ve polisleri “barışın yolu buradan geçmeyecek” diyordu. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri direnç gösterdiğinde ise onları kelepçeleyip yaka paça emniyet otosuna bindirdiler. Çeşitli “hassasiyet”lere, “toplum barışa hazır” laflarıyla savaşı destekleyen devlet aygıtlarını ellerinde tutanlara karşı, Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçülerinin kafalarında barış fikri ve bu fikirle hareketlenen bedenlerinden başka bir şeyleri yok. Çıplak bir beden olarak duruyorlar devletin savaş aygıtlarının karşısında. Cerrah’ın ve iktidarın çocuklarının ise başka bir bedeni daha var; tam da etten kandan olan bedenleri ve özgürleştiren fikirler taşıyan kafaları yok etmek için donatılmış şiddetten başka bir şey olmayan beden —egemenin yaygınlaşmış bedeni. Egemenliğin bedeni, etten kandan olan bedenlere musallat olup onları Cerrah gibi bıyıklı yapıyor. İktidar aygıtı olan bu bıyıklar, iktidara karşı olan her bedeni neredeyse güdüsel bir şekilde tetkik edip yok etmeye yöneliyor. Ellerinde bu kadar şiddet aygıtı varken hâlâ korkuyor olmalarının sebebi, şiddet dolu ikinci bedenlerinin onlara verdiği sömürme, öldürme ve aşağılama yetkisinin kendilerine sağladığı avantajları kaybetme korkusu. Kendisini egemen addeden bir millete mensup olursa toprağın güzelliği ve hayatın zevkleri de ona ait olacak. İktidar aygıtlarının hizmetine sunulan bedenlerin bedenden çok aygıta benzemesi de ancak yok ederek, dışlayarak yaşayabilecek olmasından kaynaklanıyor. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri yoruldular, sıcak altında kaldılar, çadırda uyuyup Cerrah’ın kelepçelerine direndiler, ama bedenleri şimdi daha bir güzel; kafalarındaki barış fikrinin bu kadar uzun bir yolu adım adım kat ettirecek kadar bedenlere güç vermesi, iktidar aygıtlarına bulanmadan varolmanın bir biçimini örnekliyor. Tüm iktidar aygıtlarından kurtulacak olursak aslında sadece beden ve zihin olduğumuzu ve zihinde de her bedeni özgürleştirecek upuygun fikirlere sahip olabileceğimizi de görebiliriz. İktidarsız, tahakkümsüz bir dünyayı kurmanın düşü, bütün bedenlerin mutlak eşitlik zemininde birbirlerine verebilecekleri tadın düşü olsa gerek. İktidar aygıtları şiddeti bedenlere nakşederek bazı bedenleri hizmetçisi yapıyor, diğerlerini de hizmetçilerinin kölesi yapmaya çalışıyor. Ama direnç yine bedenden geliyor işte, şiddeti içselleştirmeyi reddeden diğer bir beden üzerinde tahakküm kurmayı reddeden, kendi bedeninde tahakküm kurulmasına izin vermeyen bedenler ise, Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri gibi, az gidip uz gidiyor, dere tepe düz gidiyor, tam kırk gün boyunca adım adım yürüyüp Roboski’den Ankara’ya giden yolu bir barış yolu olarak kutsuyor. İktidar aygıtlarına sahip olanlar bir arpa boyu bile yol gitmemek için direniyorlar, kendi çıkarlarını bırakmamak için bedenleri yok etmeyi seçiyorlar, ama ne yaparsa yapsınlar, her bedeni yok edemeyecekler. Kimi barış yolunu yürüyerek yaratacak, kimi barış için her şeyi yapmaya göze alacak. Halil Savda ve diğer barış yürüyüşçüleri Ankara’ya hoşgeldi. Ankara’dan Roboski’ye barış yolunun taşlarını döşediler. “Roboski’yi unutursak kalbimiz kurusun!” İktidar aygıtlarının “operasyon kazası” diyerek yok ettiği hayatların mekânından iktidarın mekânı bellediği ulus-devletin başkentine giden başka bir yolun mümkün olduğunu gösterdiler. Adım adım yürüyen bedenleri tahayyül gücünü ve başka yolların imkânını açtı.
Açlık grevleri
76 hapishanede 10 bin tutsak 12 Eylül tarihinde dönüşümsüz, süresiz açlık grevine başladı. Açlık grevinin kırkıncı gününde bilinç kayıpları görülür oldu. İktidar aygıtlarına karşı yine bedenler direniyor, tutsak edilmiş özgürlüğü elinden alınmış bedenler iktidar aygıtlarının bedenlerinin her hücresine giremeyeceğini açlık grevine girerek haykırıyorlar: “Bana her istediğini yaptıramazsın!” BDP Eşbaşkanı Demirtaş, açlık grevlerini Abdullah Öcalan’ın durdurabileceğini söyledi. Açlık grevindeki tutsakların talepleri de, Öcalan üzerindeki tecridin kalkması ve barış için müzakerelerin başlaması. KCK tutuklamalarında Kürtçe savunma reddedildiği için süreç tıkanmış durumda, iktidar aygıtları “bana göre hava hoş” demeye çalışıyor. Fakat AKP’nin referandum ve seçimlerde aldığı oy oranına güvenerek “yaptım oldu” türküsünü söylemesi yine ona kaybettirecek, çünkü her ne kadar seçim sistemindeki barajla, şimdi de bölgeler ve belediye tanımlarını değiştirerek yapmaya çalıştıkları seçim hilesine rağmen “mutlak iktidar” diye bir şey olmadığını anlayacaklar. Lord Acton’un “iktidar çürür, mutlak iktidar mutlak olarak çürür” sözlerini yeniden hatırlayalım. Amerikan büyükelçisinin Karayılan için önerdiği, Ladin’e uygulanan “yargısız infaz” önerisine BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’tan çok yerinde bir cevap geldi. Kışanak, büyükelçi ve AKP’nin arkasında yirmi milyonun durduğu bir halk hareketini “terör” olarak damgalayamayacağını söyledi; bunun için çok uğraşsalar da. Kendini iktidar aygıtlarıyla özdeşleştiren Türk milleti de nasıl bir işbirliğine girdiğini iyice düşünmeli. On bin tutsak gerekirse ölmeye yatacaklarını beyan etmiş durumda. Eşit olarak muhatap alınmayacaklarsa ölmeye hazır olduklarını, bedenlerinin köle olmasındansa açlıkla yavaş yavaş erimeyi tercih ettiklerini söylediler. İktidar aygıtları kan ile yaşayan bedenlerin gücüyle besleniyor, fakat bu kadar ölümün altından kalkamayacağını da bilsin. Çünkü her ne kadar arkasına Amerika’nın mutlak gücünü alarak iktidarın “meşruiyet” kriterlerini burjuva temsilî demokrasisinin bile gerisine çekmeye kalksa da, yine her iktidarın “meşruiyet”e ihtiyacı vardır. Eğitim sistemini budayarak, dindar nesil yetiştirerek meşruiyetini verecek kişileri tam bir teba olarak biçimlemeye çalışsa da, onlara inanmayan ve meşru işler yapmadıklarını söyleyen insanlar olacaktır. On bin tutsağın açlık grevine kulak tıkamak toplu katliam yapmaktan farksızdır. İnsanların üzerine bomba yağdıran ve buna “operasyon kazası” diyen bir iktidarın, otuz senedir süren savaşta on binlerce insanın ölümüne kulaklarını tıkamış olan egemenin uslu çocuklarının ülkesinde, ne kadar susturulmaya çalışılsa da, bu sesler ve ölmeye yatan bedenler “kâbus” olarak geri dönecek onlara. Açlıktan bilincini kaybeden bedenleri susturamayacaksınız. İmralı’daki tecrit bir halkın sesinin ve müzakere gücünün tecrit edilmesidir; açlık grevindeki tutsakların söylediği budur. Benim sesim tecrit edildi, sesimi geri verin diyen bedenlerin açlıktan erimesine kulak tıkayanlar, sadece Kürtçeyi değil, Türkçeyi de öldürecek, çünkü kendine eşit muhatap tanımayan Türkçe katliam ve ölümden başka bir şey dile getiremeyecek. İşte bu konunun sadece “Kürtlerin meselesi” olmaması ve “demokratik tavrın” da “destek vermek”ten daha fazla bir şey olması bu yüzden. İktidar aygıtının kendini özdeştirdiği dilin içine doğanlar, yani anadili Türkçe olanlar, kendi dillerinin iktidar aygıtları tarafından zaptedilmesine karşı çıkmak zorunda. Yoksa sevgilisine “seni seviyorum” dediği dilin dayattığı ölüm ve katliamla, Türkçe sevmenin imkânsızlığıyla karşılaşacak. “Bugün hava ne güzel” cümlesi Türkçe olduğu için havayı puslandıracak. Bir dilin iktidar aygıtı tarafından ele geçirilmesi, en çok bu dilin içine doğanları yaralar, çünkü bir dil ancak “eşitlerarası” bir alan yaratabiliyorsa gerçekten dildir. Türkçenin kendisine eşit görmediği bu toprakların dillerini eşitimiz olarak duyamazsak, on bin tutsağın bedenlerinin sözüne kulak tıkarsak, aşık olmanın, dostluğun ve dünyayı kucaklamanın Türkçesi olmayacak. Açlıktan bilinç kaybına uğrayan, konuşma yetisini kaybetmek üzere olan tutsakların bedenleri eşitlik için konuşurken, bizler obez hallerimizle konuşabileceğimiz dili yitireceğiz. Bu yüzden “edi bese!” ve “yeter artık!”. Hâlâ Türkçe konuşmanın bir olanağı varsa, bu ancak Türkçedeki tüm barış ve eşitlik sözcüklerinin harekete geçirilmesiyle mümkün olabilir. Dilimizi iktidar aygıtlarına kaptıramayız!
Göksun Yazıcı
Kaynak: birdirbir.org
- 5 gösterim