"“Özgürlük, masal ile Hakikat arasında bulunan gizli kapıdan geçebilmek için gerekli olan çocuk saflığındaki o kalbe sahip olmaktır.”
18 Eylül 2020
OKTAY ORHUN
Doğrusu bazı konular üzerine yazmak beklenmedik derecede zor olabiliyor, bunu her seferinde ilk kezmişçesine yeniden idrak etmekse ayrıca şaşırtıcı: Politik tutsaklarla dayanışmayı hedefleyen Görülmüştür Kolektifi ve toplumsal sorunları fotoğraf aracılığıyla belgeleme iddiasını sürdüren Redfotoğraf Grubu’nun hazırladığı Özgürlüğün Sesi projesi, Karşı Sanat Çalışmaları’nda bir sergiye dönüştü. Bu sergiyi önemsedim, üzerine yazmak, onun bilinirliğine katkı sağlamak, gerekli gördüğüm yerlerde –gelecek sergilerin esenliği ve kalitesi için– önerilerde bulunmak ve hepsinden önemlisi izleyiciyi bu sergi aracılığıyla “duvarın ardındaki dışarıyla” yaşamaya devam eden içerdekiler üzerine biraz olsun düşündürmek istedim. Beklediğimin aksine meşakkatli fikirlere gark edilen, vahameti kendisini ketleyen ben oldum: “Özgürlük (…) kendi zerdüştlerini yakan ateşgahlarda yanan kendin olmaktır.”
Bu sergi için, özgürlük kavramı üzerine üretimler gerçekleştiren politik tutsakların minimal metinleri belgesel, haber, sokak fotoğrafçılığı gibi farklı alanlarda üreten/çalışan 50 ayrı fotoğrafçıya dağıtılıyor. Arzu edilen metinle ilişki kurulması, metinsel imgeyi –sanatçının kendi yorumunu da katarak– görsel hâle getirmesi. Bu amaçla sergide metin ve fotoğraf izleyiciye bir arada sunuluyor. Sergiyi gezdiğimde hissettiğim duygular kendine dönük bir kızgınlık, hırs ve mahcubiyet: “Özgürlük (…) çocuk saflığındaki o kalbe sahip olmaktır.”
Özgürlük sözcüğü bilindiği üzere 1930’lardan beri dilimizde; öncesinde kullandığımız Hürriyet de daha öncesindeki yaygın Azat (yazılı en eski kayıt Kutadgu Bilig’de) da –tarihsel koşullar gereği sınıfsal tınısı olmakla birlikte– öncelikle köle olmamayı karşılıyor. Kendisine biçilen toplumsal rolleri kabul etmeyen ve bunun için direnen, mücadele eden ve mücadelesinde belli bir noktada gerçek bir tehdit kabul edilip özgürlüğü elinden alınanlara tutsak diyoruz; daha doğrusu en azından ben 1997’de Grup Yorum’un Özgür Tutsak şarkısını dinlediğimden beri bu sözcüğü tercih ediyorum. Peki, zindanlara baş eğmeyenlerin sesi gerçekten kısılabilir mi? O gün olduğu gibi bugün de zannetmiyorum. Bu seçeneği kabullenemiyorum, inatla reddediyorum. Yalnız demokratik alanın beklenenden de fazla daralmasıyla birlikte gündelik hayatın politize edilmesinde belirleyici ve gerekli olan sükûnet ve sebat duygumu büyük ölçüde yitirdiğimi itiraf etmem gerekiyor. Yine de “yaşamda göğertilecek olandır özgürlük.”
Tutsakla ilişkili başka bir sözcük: Tutkun. 11. yüzyılda Divan-i Lugati’t-Türk’te yakalanmış kişi/esir; 17. yüzyılda Meninski’nin Thesaurus’unda “avazı tutkun” şeklinde sesi kısılmış anlamında… Günümüzde tutkuyla hatalı bir şekilde ilişkilendirilerek “vazgeçemeyen, tutkuyla bağlı insan” anlamında kullanıldığı oluyor, biraz meftunu esneterek… Bu esneyişteki keyfiliği görmezden gelebilir miyiz? Bu sözcük özelinde yeni bir anlam üretebilir miyiz? Özgürlüğe tutkuyla bağlı olanların sesi duvarların ardına hapsedildiğinde onlara tutkun diyebilir miyiz: “Anlam dünyan ne kadar, o kadar özgürsün.”
Sergide adil yargılanma talebi karşılanmadığı için yattığı ölüm orucunda yaşamını yitiren Avukat Ebru Timtik’in yıllar önce seslendirdiği Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirini siyah bir ekranda işitmek ayrıca mümkün. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Karşı Sanat Çalışmaları’nın bulunduğu yerde yıllar önce İdil Kültür Merkezi vardı. Kültür merkezi adını 26 Temmuz 1996’da cezaevlerindeki politik tutsaklara yönelik bitimsizce süren hak gasplarına, sürgün ve tecrite, tabutluklara ve itirafçılığın dayatılmasına karşı sürdürdüğü ölüm orucu mücadelesinde yaşamını yitiren Ayçe İdil Erkmen’den alıyordu. Aradan nerdeyse çeyrek asır geçmiş. Türkiye’de toplumsal adalet ve özgürlük mücadelesinin kriminalize edildiğini, aynı yöntemlerle ketlendiğini görmek insanı artık neden şaşırtmıyor? Oysa şaşkınlığın yitimi özgürlük mücadelesinde en büyük düşman olabilir: “Özgürlük, masal ile Hakikat arasında bulunan gizli kapıdan geçebilmek için gerekli olan çocuk saflığındaki o kalbe sahip olmaktır.”
Buraya kadar her paragraf sergide yer alan mahpusların yazdıklarından bir tümceyle bitti. Türkiye’deki yaygın mahpusluğun ve hapishane koşullarının bunca ismi çoğu zaman ancak duvarların ardında yan yana getirmesini üzüntüyle karşıladığımı söylemezsem fikriyatımla çelişmiş olurum; değişen toplumsal koşullara rağmen kimi alışkanlık hâline gelmiş kimiyse başka türlüsünün mümkünatına olan inancın yokluğuyla sürdürülen mücadele biçimlerine mesafemi de aynı şekilde dile getirmeliyim. Yine de bunların yeri mi, kendime sormadan edemiyorum: Üstelik böyle bir sergi nasıl kritik edilir, kestiremiyorum. Bu denli yaygın mağduriyet varken estetik düzlem hakkında ne konuşabiliriz? Bu düzleme sıra gelir mi, gelmeli mi? Mağduriyet ile haklılık arasındaki açı ve farkı da göz ardı etmeden ne söyleyebiliriz bunca hukuksuzluk karşısında? Kimi zaman bazı şeyleri tasvip etmesek bile mağduriyeti gidermek için nasıl çalışabiliriz?
“Aylar süren çabalar sonucu alınan 50 mektup” diyor basın bülteni… Oysa sergi sadece 10 gün sürecek. Onu çoğaltıp büyütmeye imkân sağlayamadan gözeriminden çıkacak diye korkuyorum, bunu nasıl dile getirmeliyim? Tavandan sarkıtılan ince tüllerdeki yazılar, mekânda kimi zaman esen rüzgârla nasıl da dalgalanıyor, o hafiflik ne iyi fikir! Peki, fotoğrafların baskı kalitesini konuşmalı mıyım? Siyasi rehine Selahattin Demirtaş’ın kitap kapakları sergide kendine yer bulmuş, yanında 1000 günü aşkın süredir tutuklu bulunan Osman Kavala’ya alan ayrılmış. İhtimam eksikliğinden dem vurmalı mıyım? Hayır sanırım, politik eylemin estetik gücünü de estetik edimin politik gücünü de niyet ile etkinin diyalektiğinde ölçmelisin diyor içsesim.
Günümüz edebiyatında kanımca buruk mizahın usta temsilcisi olan İsrailli yazar Etgar Keret, bir öyküsünde “insanın iyiliği en olmayacak yerde bulmaya duyduğu o neredeyse umutsuz gereksinimden” dem vurur: Alıntılamaya imkân vermeyecek denli hızlı ilerleyen öyküsünde “gerçeği güzelleştirmek yerine çirkinliği daha güzel bir ışıkta sergilemekten” bahseder. Türkiye demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlama, hak temelli tüm mücadeleleri hukuksuza bastırma konusundaki uzmanlığını oldukça “güzel” sergiliyor. Ona büsbütün mukabele etmek her ne kadar mümkün olmasa da bu çabanın kendisi karşısında saygı ve sempati göstermemek elde değil. Bu sempatinin onu yankılayacağına şüphem yok; sonuçta özgürlüğün sesi, yankısı kadar güçlü olur ve bu yankı ortak bir düşü berdevam kılar. Dahası bu düşten katiyen caymamak gerekir: Murat Germen’in etkileyici fotoğrafıyla ilişkilenmiş, Kandıra’da 1 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu’nda bulunan Gazel Bulut’un yazdığı gibi, “düşleriniz sizleri tutsak düşürdüklerini sananların ne kadar esir olduğunu gösterir.”
Kaynak: Susma 24
- 9 gösterim