Tekirdağ Hapishanesinde yazılan Bir Öykü: "PAMUK İŞÇİLERİ.... KÜÇÜK PROLETERİN İLK GÜNÜ!"

 

              7. yaşım, yıl 1972’dir. Mekan: Nusaybin-Cizre arasında kalan, ipek yoluna yakın, düz ovada kurulan, bir tepecik üzerinde yetmişe yakın topraktan-kerpiçten yapılı evleri olan bir köydür. Köyün ismi Tılsekan’dır. Köyde toprak-kerpiç evlerin dışında uygar dünyayı temsil eden, siyah-beyaz taşlarla örülü iki varlıklı ailenin küçük, saray gibi evleri, cami ve şeyhin büyük saray gibi konakları, moderniteyi temsil eden üç adet okul evleri… Böylece köyün sosyal yapısı da yansıtılmış oluyor. Köyün en yoksul ailesi, bizim ailedir. İki yıldan bu yana bu köydeyiz. 

Bir önceki köyümüz dağlarla örülü, derin bir kartal yuvasına benzeyen mağaralardan oluşan bir köydü. Yirmi beş aileden oluşan, birbirine kan bağıyla akraba olan, hayvancılık ve bağcılıkla geçimini sağlayan, kapitalist uygarlıktan uzak, komünal yaşayan bir köydü. Bu tatlı köyde ne sınıflar vardı, ne de patron proletarya vardı. Ailem de bu köyde ne zengin ne de fakirdi. Fakat iki yıldan bu yana yaşadığımız yeni köyümüzde az da olsa sınıflar, zengini-fakiri vardı. Dini ve modernite kurumları vardı. Bu yeni köyümüze yerleşir yerleşmez, kendimizi en yoksul aile olarak gördük. Kendimize ait kerpiç bir ev bile yoktu. Babam ve en büyüğümüz abem köy davarlarının çobanlığını yapıyorlar, ikinci abem daha 12 yaşında başka bir köyde çoban olmuştu. Annem gece gündüz hem ev işleriyle hem de küçük kardeşimle uğraşırdı. Ablam ise 9 yaşında hem anneme yardım ederdi hem de tarlalarda amele olmaya başlamıştı. Yani babam, iki abem, ablam ve annem iki yıldır proletarya sınıfından sayılırlardı (!) 

Bana gelince 7 yaşıma girmiştim. 5 yılım dağlık, mağaralık, üzüm bağlarıyla kaplı eski köyde geçmişti ve küçük beynimde bir algı dünyası oluşmuştu. Fakat son iki yıl yeni köyde algı dünyam yeni ve acayip şeylerle param parça olmuştu. 7 yaşındayım, olumsuz devrim niteliğinde ilklerle karşılaşıyorum. 

              Modernitenin asimilasyonist okuluna kaydediliyorum. İlk günümde “beş” sözcüğünü bir türlü telaffuz edemediğim için bir Osmanlı tokadı yiyorum. Tepkiyle, korkuyla okuldan kaçıyorum, babamdan dayak yiyorum.  Türkçe sözcükleri telaffuz edemeyince öğretmenden dayak yiyorum. Çok olumsuz, kırıcı, parçalayıcı, dağıtıcı etki-tepki sürecim başlıyor. Aynı şeyler kuran kursunda da geçerli. Zaten köy çocuklarıyla aram hiç iyi değildi. Beni hem yabani hem yabancı hem de kendileri gibi küfürbaz görmüyorlardı, alay ediyorlardı. 7 yaşımda tam bir sıkışmışlık hali yaşıyordum. Suskunlaşmıştım, içime kapanmıştım. En mutlu anlarım yeni doğmuş köpek yavrularıyla doyasıya oynamaktı. Burada da köpek yavruları haram diyen, annemden dayak yiyordum… Küçük su pınarında küçük balıklarla, kurbağalarla oynadığım zaman bile elbiselerimi kirletiyorum diye azar işitiyorum. Böyle bir atmosferde çaresiz, güçsüz, çıkışsız, sıkışmış bir durumdayım. 

              İşte bir sabah kendimi dayatıyorum. 9 yaşındaki ablamla köy meydanına gidiyorum. İlk kez bu kadar kalabalık genç kadın, gelin, kız çocuklarını bir arada görüyorum. Sonra kocaman ve acayip sesler çıkaran bir kamyon gelip yanımda durdu. İlk kez bu kadar yakından kamyonu gözlüyorum. Arka kapı açılıyor. Biz de kız çocuklarla, genç kadınlarla kamyonun kasasına biniyoruz. Benden başka oğlan çocuk yok. Tüm köy kızları, gelinleri, bazı anneler kamyon kasasına doluşmuşlar. Kendimi kadınlar arasında mutlu görüyorum. Hiç sormuyorum, heyecana kapılmışım. Acayip şeyler yaşıyorum. Kızlarla bedenim temas içinde, her yanım kadın sesi. Daha önce onlarca metre uzak duruyordum. 5 yaşımdayken soyunuk, çırılçıplak bir kız çocukla küçük su birikintisinde oynarken yediğim bir tokatla kızlardan uzak kalmam gerektiğini öğrenmiştim, onlarla yan yana gelinemez gibi bir algım oluşmuştu. İşte yabancılaştığım, temastan korktuğum, utandığım onlarca genç kadınların arasındaydım. Yan yana, üst üste, alt alta sıkışmış bir vaziyette kamyon kasasındaydık. Sıcaklık, sevecenlik, heyecan içinde kendimi cennette hissediyordum. 

Nereye gideceğimizi, ne yapacağımızı hiç sormadım. Pamuk tarlasından bahsederken, pamuğun ne olduğunu da bilmiyordum. Zaten soru sormayı bırakmışım, vazgeçmişim. Kulağıma gelen sesler, gözlerime yansıyan şeyler… Duygusal zekama göre sessizce algılıyorum. Küçük algı dünyama her gün yeni şeyler ekleniyordu. 

              Sabahın erken saatlerinde kamyon, acayip sesler çıkararak, arkasında siyah bir duman bulutu bırakarak hareket etmişti. Heyecanlanıyordum, yerim sıcak, genç kadınların ısısı hoşuma gidiyor, güzel kokular burnuma çarpıyor. Ayağa kalkmak, köye bakmak istiyorum. Denedim, boyum yetmiyor, zıplıyorum. Genç kadınların üzerine düşüyorum. Beni azarlayanlar oluyor, mıncıklayanlar, sevecenlik gösterenler de oluyor. Beni erkek dünyasından saymıyorlar. Yüzümü utanç içinde bırakan mahrem şeyler söylüyorlar. Kamyon ipek yolu üzerinde yaşlı bir camış gibi böğürerek ilerliyor. Saatlerce bilinmeyen bir dünyaya gidiyoruz. Suriye sınırına yakın, etrafı yemyeşil pamuk tarlalarıyla çevrili Kenter denilen bir köy kenarında kamyonumuz duruyor. Kamyon kasasının arka kapısı açılıyor. Yeniden yeryüzüne, toprağa iniyoruz. Pamuk tarlasına dalıyoruz. Pamuğun beyaz yumuşak ve çekirdekleri olan bir şey olduğunu öğreniyorum. Ablam diğer genç kadınlar gibi yüzünü maskeliyor, sadece gözleri görünüyor. Pamuk toplamak için beline bir peştamal bağlıyor. Aynı şekilde benim de yapmam isteniyor. Ben öyle maskesiz, peştamalsız kalıyorum. Topladığım beyaz pamuğu elimde biriktirip avuç dolusu ablama uzatıyorum. Ama çok nazik ve hiç iş yapmamış her iki elim yara bere içinde kalıyor. Pamuğun kurumuş dalları, kozalağın kabukları, diken gibi elimin etine batıyorlar. Ablam elimin kan içinde kaldığını görünce hem kanayan yeri bağlıyor hem de nasıl ustalıkla beyaz pamuğu kozalaktan çekeceğimi öğretiyor. 

Öğlene kadar kan ter içinde, emek harcıyorum. Tüm kız çocuklar, genç kadınlar arasında en küçük proleter ben oluyorum. Öğlen molası veriliyor. Acayip acıkmışım. Küçük su kanalının kenarında oturuyoruz. Ablam bir miktar yoğurdu bir tabağa boşaltıyor. Biraz su katıyor, bir tandır ekmeği birlikte doğruyoruz. Yanına bir baş soğan da kırıp tuzluyor. Kaşıklarla ekmekli ayranımızı içiyoruz, yiyoruz, soğanımızı da bitiriyoruz. Hiç beklemeden tekrar pamuk toplamaya başlıyoruz. Hayatımda ilk kez proleterleşip emek harcıyorum. Ter döküyorum. Duygusal olarak mutluyum. Dayak yediğim, ruhumu, dilimi kıran, asimile etmek isteyen okuldan, kuran kursundan daha zevkli, keyifli bir iş görüyorum. Çocukluk zekamın bunları yorumlama, anlama gücü yok. Duygusal zekamda kendimi iyi hissediyorum. Emekçi olmuşum, bir işe yaramışım. 

              Akşama doğru paydos ediliyor. Benle ablam birlikte kocaman bir balyayı doldurmuşuz. İki adam kantarla pamuk balyamızı tartıyorlar. Küçük bir deftere ‘45 kilo toplamışsınız’ deyip, kaydediyorlar. Tüm balyaları teker teker tarttılar, küçük deftere kaydettiler. Bir genç kadın tek başına 98 kilo pamuk toplamış, birinciliği kazanmıştı. En az toplayan da ben ve ablam, sondan birinci oluyoruz. Genç kadınlar birbirine takılıyorlar. Şakalaşıyorlar, gülüşüyorlar. Büyük bir neşe var, şen şakrak, aynı kamyon kasasına biniyoruz. En küçük proleter olmuşum. 

              Karanlık basmış, göz gözü görmüyor, hava serinleşmiş, yerim sıcacık, ter kokusu yorgun bedenime karışıyor. Suskunum. Gün boyu ilklerle çok karşılaşmıştım. Algı dünyama fazla gelecek şeylerle karşılaşmıştım. 

Kamyon tarlanın kenarından acayip böğürtüler, sesler, dumanlar çıkararak, ön lambalarını da yakarak ipek yolunun üzerine çıkıyoruz. Yaşlanmış bir öküz gibi kamyon takır tukur yaparak yürüyor. Tam yola yerleşince hızlanıyor. Karanlığı yararak köyümüze döneceğiz. ‘Bu hızla giderse iki saatte ulaşırız’ diyenler var. Bir ara herkese bir sessizlik çöktü. Yorgunuz, gün boyu emek harcamışız, hepimizin midesi boş, çok acıkmışım. Açlık, yorgun bedenimi daha da ağırlaştırıyor. Her iki elimde pamuk kozalağının dikenleri yüzünden çizikler, kan toplamalar oluşmuş, ellerim yanıyor. Sesimi çıkarmıyorum. İçime kapanmışım, genç kadınların bedeninden ısıyı hissediyorum. İçimi okşuyor, kızların fısıltılarını dinliyorum. Yarı uykulu bir haldeyim. Açlıktan ellerimin acısını artık duyumsayamıyorum. 

              O anda büyük bir gürültüyle kendimi bir tarlanın ortasında buluyorum. Rüya mı gerçek mi fark edemiyorum. Zifiri karanlık. Kıyamet kopmuş gibi bağırmalar, ağlamalar, çağırmalar, imdat sesleri kulağıma geliyor. Ablamın sesini tanıyorum. Ben de ağlayarak ablamı çağırıyorum. Büyük bir korku içindeyim. Ablamla o kalabalık içinde buluşuyoruz. Birbirimize yaralarımızı soruyoruz. İkimiz de sağlamız. Herkes birbirini soruyor. 3-4 kişinin kafası yarılmış, kan akıyor. Başka da bir şey yok. Kamyon şarampole düşünce biz bir çuval patates gibi yumuşak bir tarlaya fırlamışız. Şoför ve amele çavuşumuz bizi en yakın bir köye yönlendiriyor. Yol kenarındaki köyün en varlıklı ailesinin evine sığınıyoruz. Saat 24:00’a doğru geliyor. Sığındığımız ev çok geniş, misafir odasını ve salonu dolduruyoruz. Büyük bir kazan içinde bize çay kaynatıyorlar. Bardak, tabak, tas ne varsa çay ve ekmek veriliyor. Ablamla birlikte bir tabak çaya bir tandır ekmeği doğrayarak midemize indiriyoruz. Yeni bir kamyon gelip bizi alıyor, sabaha doğru köyümüze ulaşıyoruz. Annem-babam tüm köylüler akşam yatmamışlar, sabah bizi karşılıyorlar.

 

Nuri AKBULUT

1 No’lu F Tipi Kapalı Hapishane C-Tek-57

TEKİRDAĞ

Fotoğraf: Adil Okay