Uzaklara bakamayanların hikayesi
- Kitaba Önce "Ben bir duvar fotoğrafıyım mahpus damında…" adını vermeyi düşünmüştüm. Ancak oyunu taslak halinde okuyan arkadaşlardan, eski tutsaklardan gelen öneriler arasından bu başlığı seçtim. Sokaklara çıkmıyor büyük çoğunluk. Ama "Ben çıkana kadar büyüme e mi…" diyorsunuz, kulak kabartıyorlar, "Uzaklara bakamıyorlar" diyorsunuz, ne diyor bu adam diye merak ediyorlar.
ERDOĞAN ALAYUMAT
Adil Okay, Klaros yayınlarından çıkan 'Uzaklara Bakamamak’ adlı tiyatro oyunu siyasi tutsaklara yaşatılan zulmü edebiyatın penceresinden okuyucuya aktarıyor. 2010 yılında yayınlanan ve daha sonra birçok kentte sahnelenen 'Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler-Ölülerimiz konuşuyor’dan sonra yeni bir tiyatro oyunuyla okuyucu karşısına çıkan Adil Okay, "Oyunda salt kahramanlık menkıbeleri yazmak yerine, içerideki insanları, hayran olunacak direnişlerini, zaaf ve özlemleriyle, umut, umutsuzluk sarkacında gelgitleriyle de betimlemeye çalıştım" diyor. Aynı zamanda Görülmüştür Kollektifi’nin kurucularından olan Adil Okay, kitabı hazırlarken, arşivinde birikmiş 'görülmüştür' damgalı mahpus mektuplarından yararlandığını belirterek, bu çalışmasında hasta tutsakların, tedavi imkanı sağlanmadığı için hayatını kaybeden, intihara sürüklenen mektup arkadaşlarının yaşadıklarının bir bölümünü anlatmayı amaçladığını ifade ediyor. Yazar Adil Okay ile son yayınlanan "Uzaklara Bakamamak" adlı eserine ilişkin görüştük.
Öncelikle neden bu kitabı bir tiyatro eseri olarak kaleme almayı tercih ettiniz? Tiyatral bir eser çıkarmak sizin için neden önemli?
Hapishane temalı çok sayıda kitap hazırladım. Karma kitaplara da katkı sundum. Ancak hazırladığım kitaplar edebi tat taşısalar da edebiyat kategorisinde değildi. Oysa ben yazın hayatına şiir ile başladım. Sonra öykü kitaplarım ve romanım yayınlandı. Yani "araştırmacı yazar", "köşe yazarı" kimliği yanı sıra edebiyatçı kimliğim de var. Son yıllarda bir grup arkadaşla birlikte kurduğumuz "Görülmüştür Kollektifi"nin iş yükü yani paylaştığım sorumluluk sonucu edebiyattan uzaklaşmıştım. Ama bir eksiklik duygusu vardı. Okumak, izlemek, tutsaklara mektup yazmak, makale yazmak yetmez olmuştu. Bu bitmeyen görevimiz. Devam ediyor, edecek elbette. Ama bu çalışmalar esnasında beni sarsan, rahatsız eden, karabasanlara neden olan tutsak mektuplarındaki sözleri, feryatları, öfkeyi, isyanı neden tiyatro oyununa dönüştürmeyeyim dedim. Ve edebiyatçı kimliğimi kuşandım. Sonuçta ortaya bu oyun çıktı.
Bu sizin ilk tiyatro oyununuz değil bildiğim kadarıyla. Bugüne kadar 23 kitabınız yayınlandı. İçlerinde tiyatro oyunları da vardı. Disiplinler arası geçiş yaptınız. Şiirden öyküye, öyküden tiyatroya, oradan romana. Peki yazdığınız diğer oyunlarınız sahneye kondu mu?
Evet 4 ayrı oyunum yayınlandı. Bunlardan üçü sahneye kondu. İçlerinden, Mustafa Suphi’den Musa Anter’e kadar onlarca sembol ismin yer aldığı, "Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler - Ölülerimiz konuşuyor" adlı oyun, Antakya’dan Samsun’a, Diyarbakır’dan İzmir’e kadar tam 77 kentte sahnelendi.
Kitabın başlığını sormak istiyorum, bu çok vurucu bir başlık… Uzaklara Bakamamak… Kitapta çıplak arama, sağlık hakkına erişim, iletişim hakkı kısıtlamaları, disiplin cezaları gibi bahsettiğiniz tutsakların yaşadığı pek çok problem içinden özellikle 'uzaklara bakamamayı' kitabın başlığı olarak nasıl ve neden seçtiniz?
Kitaba Önce "Ben bir duvar fotoğrafıyım mahpus damında…" adını vermeyi düşünmüştüm. Ancak oyunu taslak halinde okuyan arkadaşlardan, eski tutsaklardan gelen öneriler arasından bu başlığı seçtim. Zaten oyunun anahtar metaforu da bu… "İşkence var" diye bağırıyorsunuz, "biliyoruz hep vardı" diyorlar. "Tecrit" diyorsunuz "basında geçiyor ya" diyorlar. "Zulüm, sürgün, infaz yakma" diyorsunuz, "evet evet raporlarda var" diyorlar. Maalesef sarsmıyor insanları. Sokaklara çıkmıyor büyük çoğunluk. Ama "Ben çıkana kadar büyüme e mi…" diyorsunuz, kulak kabartıyorlar, "Uzaklara bakamıyorlar" diyorsunuz, ne diyor bu adam diye merak ediyorlar. Sanatın sorgulatan kimi zaman sağaltan kimi zaman da sarsan gücü bu işte.
Kitaba konu olan tutsakların yaşadığı gerçek hak ihlallerine biraz değinirsek, okuyucuları kitapta ne tür bir gerçeklik bekliyor? Bu kitap için bir "yüzleşme" çalışması diyebilir miyiz? Yüzleşme, hakikat ve sanat üçlüsüne dair neler söylemek istersiniz?
Gerçek, sanatın sacayaklarından biri. Gerçeğin bilince çıkmasıyla hakikat oluşuyor. Bu anlamda soruda kullandığınız hakikat sözcüğü tam yerinde duruyor. Neoliberal düşünürler, örneğin 'kapitalizm yeşillenebilir' diyen 'sarı muhalifler' gerçeğin bilince çıkıp hakikate dönüşmesini engellemeye çalışıyor. Biz, "Başka bir dünya mümkün" derken onlar "Başka bir dünya yok, mümkün değil" diyorlar. Sistemi, devleti sorgulamadan makyajla birkaç politikacıyı vitrinden alıp yenisini piyasaya sürmekle 'yenilikçi', 'muhalif' görünüyorlar. Bu çark tüm kapitalist dünyada böyle işliyor. Sanatta da öyle. Şimdilerde çoklu gerçekçilik tartışılıyor. Gerçeğin manipüle edildiği post - truth da diyor kimileri. Mesela internet aracılığıyla bilgi bombardımanı var. Milyonlarca gerekli gereksiz, güncel veya değil, bilgi boca ediliyor üzerimize. Asıl yakıcı olan, güncel olan, çözülmeyi bekleyen sorunlar diğer gerçekler arasında kayboluyor. İşte sorunuzun yanıtı burada. Bu devasa insan öğüten çarka, dişliye, sanatçı ehlileştiren sponsorlara, savaşlardan nemalanan banka yayınevlerine elimizi, düşlerimizi, kalemimizi kaptırmamamız gerekiyor ki yüzleşme, hakikat, gelecek tasavvuru, başka bir dünyanın mümkün olduğu umudu, sanat edimimizden uzaklaşmasın. Yüzleşme, hakikat ve sanat diyalektik bütünlüğü sarsılmasın.
Kitaptaki karakterin zaman zaman seyirciye sorular sorduğunu, bazen seyirciye sataştığını görüyoruz. Bu klasik tiyatrodan ziyade Brecht’in öncülük ettiği tiyatro akımını hatırlattı. Neden bu yolu tercih ettiniz?
Oyunda politik mahpuslara yaşatılan zulmü, sanatın kadife sesinden uzaklaşmadan verebilmek için seyirciyi de oyunun içine çekmek istedim. Yani dediğiniz gibi Brecht’in epik tiyatro kuramından, deneyiminden yararlandım. Bildiğiniz gibi şair, yazar, düşünür Brecht seyirciyi eyleme çağırır. Oyuna katar. Gerektiğinde didaktik olmaktan kaçınmaz. Ben de bu yöntemi denedim. Diğer yandan oyunda salt kahramanlık menkıbeleri yazmak yerine, içerideki insanları, hayran olunacak direniş mücadeleleri yanı sıra, zaaf ve özlemleriyle, umut, umutsuzluk sarkacında gelgitleriyle de betimlemeye çalıştım. Bunları yaparken, yazarken çok fazla didaktik olmamaya özen gösterdim. Zira herkesin bildiği gibi, kuru ajitatif bildiriler, sloganlar sanat ediminde etki yaratamıyor. Ancak gösterdiğim bu özene rağmen okuyucu, izleyici didaktik repliklerle karşılaşacaktır. Bu anlamda tekrar hatırlatmakta yarar var: Bu oyun ‘politik bir tiyatro’ olarak tasarlanmış bir çalışmadır.
Kitabın her bir bölümünde farklı kimliklerle siyasi tutsaklık yaşayan insanların adeta iç seslerini duyar gibiyiz. Bu farklı kimlikleri seçme süreciniz nasıl oldu?
Dışarıda gördüğümüz, gözlemlediğimiz tek tipleşme hapishanede yok. Sen de yattın bilirsin. Örneğin aynı saç modeli, aynı dövmeler, aynı çanta markaları, aynı diziler karşısında zaman öldürme gibi kapitalist kültürün kirlettiği, tek tipleştirdiği insanlar içeride yok. Adli mahpuslar ile ilgili bir şey diyemem ama siyasi mahpusları tek tip yapamamışlar. Uğraşlara rağmen. Tek tip hücrelere rağmen. Orada farklı kimlikler, kültürler ara sıra çelişkiler olsa da uyum içinde yaşıyor. Tutsaklar evrensele varmışlar ama yerelliği, folkloru unutmamışlar. Ortak yanları çok ama tek tip değiller. Elbette onların da yetişme koşulları, bedensel, tinsel direniş güçleri farklı farklıdır. Açlık grevleri, ölüm oruçları sonucunda Wernicke Korsakoff hastası olanlar var, şizofren olanlar da var. Onların da insanca özlemleri var. Aşka, sanata, denize, gökyüzüne, uzaklara bakma, uzun yürüme istekleri var. Ama özgürlük ve eşitlik ütopyaları ortak noktaları.
Kitapta zaman, zaman seyirci de eleştiriliyor. Örneğin içerde yıllarca mektup bekleyen tutsaklar var. Yıllarca hapishanede kalan bir mahpus için bir mektubun önemine vurgu yapıyorsunuz. Ancak dışarıda hala bu anlamda ciddi duyarsızlık olduğunu görüyoruz. Neler söylemek istersiniz?
Maalesef yeterince duyarlılık yok. İçerideki arkadaşlarına, yoldaşlarına mektup yazan kaç solcu, kaç yurtsever var? Çok az. Sokaklara çıkan, basın açıklamalarında, mitinglerde gördüğümüz duyarlı insanların bile çoğunun mektup arkadaşı yok. Duyarsız değil bu insanlar. Ama unutuyorlar. İçerideki insanları unutuyorlar. Neyi unutuyorlar? Hapishanede tecride rağmen direnen insanların kimin için içeride olduğunu unutuyorlar. Hâlâ geç değil. "Bir adres de siz alın, bir mektup da siz yazın" derim. Hali hazırda Türkiye’nin en büyük sanal tutsak kütüphanesi denilen web sitemize (www.gorulmustur.org) girin, gelen mektupları okuyun, bir adres alın derim.
Kitabın bir tiyatro sahnesinde oynanması için bir girişiminiz var mı? Kitabın bir performans çalışmasına dönüşmesini görebilecek miyiz?
Oyunu, sahneye konulamama ihtimalini de düşünerek 'okuma tiyatrosu' olarak kurguladım. Ama tek kişilik, tek perde oyun olarak sahneye konulabilir. Birden fazla oyuncu da yer alabilir. Şimdilik adını vermeyeceğim bir grup oyunu sahneye koymak için izin istedi. Telif istemeden, tabii oyun metninde değişiklik yapılmaması veya küçük değişiklikler için onayımın alınması şartıyla izin verdim. Ayrıca iki kentte de 'okuma tiyatrosu' yapılacak.
* * *
Şaşkınlığına şaşıyoruz
Kitabın bir bölümünde mahpusların tiradını görüyoruz. "Ben bir sayı değilim, Ben insan hakları örgütlerinin raporlarında geçen anonim bir isimden çok daha fazlasıyım" diyor. Burada dışarıdan içeriye mahpuslara bakışımıza bir eleştiri mi var? Yıllardır sivil toplumun yarattığı "İstatistik yabancılaşması" acaba sol, sosyalist, demokrat kesimleri de mi etkilemeye başladı? "Hapishanede yoldaşlarımız direniyorlar" derken onların en temel insani özlemlerine, yoksunluklarını görmezden mi geliyoruz?
'Sivil Toplumculuk', neoliberal dönemin "mış, miş" gibi yapma, oyalama teorisi olarak gündeme gelmişti. Buna muhalifmiş gibi görünme de diyebiliriz. Sanırım Hindistanlı yazar düşünür Arundhati Roy sivil toplum örgütleri için Truva atı benzetmesi yapmıştı. Süreç içinde sivil toplumculuk söylemi kanıksandı. Ensar vakfı da 'Sivil toplum örgütüyüz' diyor. İlim yayma cemiyeti de. Devletin yapması gereken görevleri üstlenen hayır kurumları da. Bunların dışında sivil toplum örgütüyüz diyen bazı kurumlarda özveri ile çalışan, gerçekten samimi demokrat gönüllüler var. Burjuva hümanistler de var. Dönem dönem yollarımız çakışıyor, birlikte slogan attığımız da oluyor. Diğer yandan kimi sol muhalifler bile kendi kurumlarını, derneklerini sivil toplum örgütü diye tanıtmaya başladılar. Bildiğiniz gibi sivil toplum örgütlerine 'Hükümet dışı organizasyonlar' denildi başlarda ama büyük çoğunluğu devlete, sisteme, insanı ve doğayı katleden sermaye sınıfına karşı mesafeli olamadılar. Bunda fon alma yarışı da etkili oldu tabi.
Örneğin sivil toplum örgütü olduğunu söyleyen Greenpeace borsada 5 milyon batırdı haberi karşısında "nasıl olur, nasıl batırırlar" diye soruldu. Ama soru yanlıştı. Doğru soru şuydu: Greenpeace 5 milyon doları nereden buldu. "Görülmüştür Kolektifi fonsuz nasıl çalışabiliyor" diye soruyor bazı arkadaşlar şaşkınlıkla. Biz de onların şaşkınlığına şaşıyoruz. Özgür Üniversite yıllardır fonsuz faaliyet yürütüyor. Karaburun Bilim Kongresi de fonsuz gerçekleşiyor. Örnekler çoğaltılabilir. 12 Eylül faşist darbesi öncesi bizler, sosyalistler, Kürt yurtseverler 'Demokratik Kitle Örgütleri' derdik. Neyse konuyu dağıtmayayım. Başka bir söyleşide bunu tartışırız. Ancak şunu vurgulamalıyım ki yanlış anlaşılmalara neden olmasın: Başta benim de üyesi olduğum İnsan Hakları Derneği olmak üzere İnsan hakları Örgütleri, ÇHD, ÖHD, TAYAD, sol, sosyalist, yurtsever örgütler, dernekler güçleri oranında hapishanelerde politik mahpuslara uygulanan mezalime karşı kararlı, vefalı bir çalışma yürütüyorlar. Kimi zaman da saldırıya uğruyor, hedef gösteriliyorlar. Hapse giriyorlar.
Sonuç itibariyle bu alıntı yaptığınız repliği, yazarın eleştirisi olarak yorumlamayın derim. Bu bir durum saptaması. Tutsakların dönem dönem ilettiği şikayetlerden, sitemlerden biri.
Kaynak: Yeni Özgür Politika
- 34 gösterim