Başak, Ster ve Zerdüşt

Üzerinde büyük bir yorgunluk vardı Başak’ın. Başak belki de devr-i devimini ve devr-i beşeriyetin en büyük amelesidir ve artık yorgun düşmüştü. Bitik bir haldeydi. Çalışmaktan yorulmuştu. Herşeyden yorulmuştu, yürümekten, durmaktan, savaşmaktan yorulmuştu, barışmaktan-çatışmaktan yorulmuştu; kendisiyle, başkasıyla…

Başak olduğu yere çakılıp kalmıştı-İlkin büyü yapmakta olan bir büyücünün ifadesine kavuştu gözleri sonra da büyüye tutulmuş bir ifadeye.

Gözleri ayarlarıyla oynanan bir dürbün gibi bazen görüntüleri netleştiriyor, bazen de kaybediyordu. Kıyameti izleyen bakışlarıyla durduğu yerde öylece kala kalmıştı. Onu böylesine donduran neydi acaba? Gözlerini diktiği yerden bir başka zamana mı gitmişti? Dehşete düşen bir durum muydu, yoksa hayranlık yaratan bir durum muydu izlediği? Hiçbir şey karşısında bu kadar büyülendiği olmamıştı.

Duygu dünyasında; sürekli fırtınalar yaşardı Başak. Belki de onun büyük bir hayranlık mı, yoksa korku ifadesiyle mi izlediği pek anlaşılmayan durumu iç dünyasından kaynaklıydı. Dur durak bilmeden hayal dünyası korkunç bir durumla karşılaşmış da olabilirdi. Neydi acaba Başak’ın gözlerinde böylesine bir ifade yaratan?

Başak, yorgunluğundan olmalı ki, bir süre sonra oturdu, istediğini elde edememiş çaresiz bir çocuk gibi kendini yere atarcasına. Gözlerinin üzerine düşen saçlarını düzeltti. Bir süre önündeki yere baktı. Geçmişte işlediği büyük bir günahın hesabını ödeme anlamında ve ancak bunu canıyla yapabileceği Azrail ile karşılaşmış, onun önünde şapka çıkarır gibiydi fakat onun ödemesini canıyla yapabileceği bir günahı da yoktur geçmişinde.

Peki ya neydi Başak’ın karşı karşıya bulunduğu durum? “Bir zamanlar bir uygarlık kurulmuştur. Gerçek bir uygarlık, insanın vicdan uygarlığını/ Başağı evcilleştirdim-Ektim-Biçtim. Evcilleştirdiğim Başak, topladığım meyveler yeterdi bana. Ben kendime belki yaşamın yasalarından çok katıydım ama paylaşımda çok cömertti doğa ana. Ben O’nu severdim, O da beni!..

Tarihin tahakkümsüz ve gerçek bir uygarlığıydı O. Ne kadar da mutluydum o zamanlar, gözyaşı dökmezdim. Ağıt yazmazdım. Ağaçları ve doğayı korurdum. Coşkunca günlerdi. Ezgilerimle ben mutluydum. Başaklar mutlu. Nehirler coşardı. Başakları eğdiren topraklar bire yüz verirdi. Bütün dağlar, ormanlar, nehirler kendi mecrasında akıp gider halaylar çeker durur gibiydiler…

Ayrıcalık yoktu, sürgün yoktu, katliam, zindan yoktu benim çağımda.  Tamahkârlıklarıyla fazlasına el koyup elitleşmeler yoktu. Saraylar yoktu, krallık, tiranlık yoktu. Hiçbiri yoktu. Bir özgürlük ve eşitlik uygarlığıydı. Bir rüya gibiydi. Bir rüya kadar güzeldi ve bir rüya olmaması ne de güzeldi.

Ama sonrasında özgürlüğümü yitirdim. Eşitliğimi, uygarlığımı. Kan, talan ve gözyaşı deryasına döndüm. Mutluluğu unuttum, gülmeyi unuttum, sevmeyi unuttum, sıcak bir merhabayı unuttum. Tüm güzellikleri. Küçük bir anı olarak kaldı hafızamda. Ama yüreğimde hep bir umut ve özlem olarak.

Peki ya şimdi? Gerçek mi? O cennetimi ve vicdan uygarlığımı yitirdikten sonra artık her anına şüpheyle yaklaşıyordum. Her mutluluk sonrası bir bozgun yaşadım.

Peki ya şimdi bu gördüğüm gerçek mi? Rüya mı, yoksa bir düş mü? Hayır hayır olamaz. Bir rüya değil, düş de değil. Gerçek bu gördüğüm. Her anında yer aldım. Her anına tanık oldum. Harcına katık oldum. Gördüğüm şu gerçeğin içerisinde eridim. Her parçasında yer aldım. İnşasına alın teri akıttım. Oluşumunun her anını iliklerimde hissettim. Benden bir şeylerin karıştığını duyumsadım. Bir tomurcuğun çatlayıp çiçek açmasına, çiçekten meyveye dönüşmesine kadar. Her anında yaratılan özsuyuydum bu gerçeğin.”

İlk bakıldığında yemyeşil bir coğrafya seriliyordu inanan gözlerinin önünde, büyükçe düzlüğün kuzey ve doğu yönünde sıradağları yer alıyordu. Dağlar arasından kıvrılarak gelen ve uzaktan camgöbeği renginde görülen bir nehir akıyordu ve çoğunlukla olduğu gibi nehri bazen sağında bazen solunda yollar izliyordu.

Burada insan gözü kapalı bile başka bir iklim ve doğada olduğunu hemence anlayabilirdi. Yeşilin en güzel tonlarıyla ve yağmur bulutlarını andıran koyuluklarıyla ormanlar mevcuttu. Nehri izleyen yolun solunda ve sağında lale bahçelerini andıran kırmızı, yeşil, sarı güller, mor sümbüller, karanfiller ve onlarca bu bahçeyi paylaşan ölmez çiçekler sarı renkleriyle bu yeşil doğaya çok harika bir uyum katıyorlardı. Zaman zaman insan tenine çarparak dans edercesine belirginlik kazanan esinti dünyanın en enfes rayihasını taşıyordu ve bu dünyanın gerçekliğine dair yeni şüpheler de doğuruyordu. İnsanın inancını da, inançsızlığını da neden böyle aynı kaynaktan beslediği sorusu burada varlığını bir kez daha gösterse de insanın burada en son gündemine alabileceği bir konudur bu.

Grup grup aynı ve çok renkte çiçek bahçeleri sebze ve meyve bahçeleri arasında turkuaz, mavi, sarı, kırmızı ve başka renklerde binaların varlığı göze çarpıyordu. Bir ve çok yıllık sarmaşık çiçekleri, asma ağaçları çoğunlukla evleri örtüyordu. Tüm evlerin üzerinde güneş enerjisi panelleri mevcuttu. Evlerin balkonunda tek tük insanlar görünüyordu. Her şey buranın mitolojik bir yerleşim alanı olduğuna işaret ediyordu. Ancak yapısındaki modernite burayı mitolojik olmaktan çıkarsa da hayallere özgü olmaktan çıkarıyordu şimdilik.

Yolun kent merkezine yaklaştığı bu yerde, solda aynı renk ve gruplardan oluşan çiçek bahçeleri yan-yan ve arka-arkaya yer alıyordu. Yol ile bahçe arasındaki çimenlik alanın ortasında büyük bir çınar ağacı kollarını kaldırmış gökyüzüne insanlık için iyi dileklerde bulunan bir ana gibi dimdik duruyordu. Yol kenarındaki bir tabelada; “Doğa bize değil, biz doğaya aitiz. Lütfen çevremizi temiz tutalım.” uyarısı yer alıyordu.

Şehri ikiye bölen ırmağın her iki yakasında da sırasıyla çiçek, meyve ve sebze bahçeleri, sonrasında da ormanlık alan bulunuyordu. Dağ eteğinden başlayan meşe ormanlığı dağı öyle bir sarıp sarmalaştı ki, en ufak bir kayrana bile rastlanmıyordu. Bahçelerin belirli yerlerine yerleştirilmiş fıskiyeler bütün bahçeyi eşit bir şekilde suluyordu. Çiçek özlerinde ve yapraklarında oluşan su damlacıkları dünyanın en güzel gelininin boynundaki elmalar gibi ışıldıyordu. Bütün çiçekler yüzlerini güneşe çevirmişlerdi. Her bir çiçek aldığı güneş ışınlarını kendi renginde etrafa saçıyordu. Anlayacağın burada renklilik, çokluk ve zenginlik var. Teklik-tekçilik yoktur. Ortalık rengarenkti. Renklerin kesiştiği yerlerde çok çeşitli harelenmeler oluşuyordu. Çiçeklerinden yayılan enfes rayiha ise insanı mest edip kara sevdaya tutuşmuş bir melankoliye çeviriyordu.

Gökyüzündeki uçuşlarıyla hiç eksilmeyen güvercinler insanlığın nihai barışını haber veriyorlardı.

Çiçeklerde dolaşan ve dalaşan bal arıları ve kelebekler de seçkinliği ve emeği temsil ediyordu. Her yeri çiçek olan bu coğrafyada acaba yedi günlük ömür onlara çok mu zuzn, ya da çok mu kısa geliyordu. Dingin ve sakin dolaştıklarına bakılırsa hiç de zamandan yana bir sıkıntıları olduğu söz edilmezdi. Ne de olsa yaşam güzel olduğunda zaman erken geçermiş. Ama güzel olan da zamanını fazlasından daha çok doyururmuş yaşama ve sadece doyurlmuş bıktırmamış çiçeklerin kendilerine ikram ettiği özden mütevazice bir çiçeklik almakla yetiniyorlardı.

Çiçek bahçelerinin ardında yer alan meyve bahçeleri en az çiçek bahçeleri kadar güzeldi. Meyvelerde özden gelen bir canlılık vardı. Nihai amacına ulaşmış bir insanın yüzündekine benzer bir mutluluk yaşanıyordu. Tüm meyvelerden zümrüt yeşili yaprakların arasından ışıldayan akik ve altın gibiydiler. Tüm ağaçlar öylesine dolu-dolu tutmuşlardı ki, bu bereket ağırlığını taşımayan dallar baş eğmişlerdi bu bolluk karşısında. Altın sarısıyla kayısı, sarıdan kırmızı arası tonlardaki vişne ve şeftaliler, kıpkırmızı elma ve kiraz, erikler, üzüm ve diğer tüm meyveler doğanın tahakkümsüz dönemindeki kadar mutluydular. Dallarında var olan nebat çiçekleri bu mutluluğa gülümsüyor gibidirler insanlara. Her şey tohumu güneşten dökülüp Nisan’ın bereketli yağmurlarıyla boy vermiştir sanki burada. Anlaşılan rüyalardaki ve düşlerdeki gibi bir ülkedeydi Başak.

Tüm nebat türlerinin ve doğanın korunması için çeşitli yerlerde veya yerlere asılan tabelalarda bazı uyarılar vardı.

“Çevremizi kirletmeyin lütfen (Flore)”

“Doğa bize değil, biz doğaya aidiz (Ververaz)”

“Çevremizi temiz tutalım lütfen (Nintu)”

“Hepimiz doğa ananın çocuklarıyız (Sargodar)”

“Özgürlük ve eşitlik ancak böyle bir çevrede mümkündür (Kopadax)”

Başak kentin merkezinde bulunan genişçe bir alana geldi. Ortalık o kadar kalabalıktı ki, 2013 Amed Newrozu’na benzettim. Bu kalabalık arasında yürümek meseleydi. Dünyanın değişik alanlardan bilim adamları, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, siyasetçiler ve daha başka insanlar gelmişti. Gerçek cennetin insanlara kendini tecelli ettiği bu yerde “Demokratik, özgür ve ekolojik toplum festivali” adıyla bir etkinlik düzenleniyordu. Başak alkış halinde olan kalabalıkla birlikte etkinlğin sürdüğü yere gitti. “Bu kalabalıkta Amed’e gelen akademisyenler, yazarlar, sanatçılar da vardı bu alanda.” Velhasıl tüm barış seven insanlar alanda yerini aldı.

Etrafta dünyanın en seçkin kuşları değişik renk ve güzellikte uçuyorlardı. Bunlar arasında çok güzel kanatlar çırpan envai renkleriyle papağandı. Ayrıca ötmekte olan bülbülün sesindeki neşeye bakılırsa bulup gülünü konmuştu dallarına. Güneşten yeryüzüne ulaşıp her çiçekte, her yaprakta, her meyvede harelenen ve çevreye yayılan ışık huzmelerin güzelliği arasında dikkat çekmeyi biliyorlardı bu kuşlar. Belki de Simurg-Anka hikayesindeki otuz kuşun üreyen ve çoğalan nesliydi bu kuşlar.

Ayrıca bütün objektif ve başların çevrildiği kentin en güzel manzaralarından biri kuzeydoğu yönündeki dağın yamacında yer alıyordu. Dağın yamacına çiçeklerle koskoca bir gökkuşağı figürü yapılmıştı. Bu gökkuşağı figürünü Çiçek Yetiştirme Komünü (Flore) ile Çiçekleri Koruma derneği (Ververoz) ortaklaşa yapmışlardı. Bunlar gibi şehirde oluşturulan kimi komün ve dernekler şöyleydi:

“Çevreyi Koruma Derneği (Nintu)”, “Meşe Ağaçlarını Koruma Derneği (Jargodar)”, “Çiçekleri Yetiştirme Komünü (Flore)”, “Doğa Anayı Sevme-Savunma ve Koruma Derneği (Kopadax)”, “Çiçekleri Koruma Derneği (Panane)”, “Tahıl ve Ekin Yetiştirme Komünü (Lahar)” ve diğer bazı davranışlar ve dayanışma komünleri… Bütün çiçekler, meyveler ve sebze bahçeleri, tahıl ürünleri, hayvan çiftlikleri, seralar bu komün ve derneklerce oluşturulmuştur ve tüm işleri dayanışma halinde yapılıyordu.

Bu arada kalabalık kitlenin biriktiği şehir merkezinde hazırlığı tamamlanan etkinlik başladı. “Savaş istemiyoruz, barış istiyoruz.” Sesleri yükselmeye başladı.

“Öncelikle insanlığın özgür ve eşit geleceğine olan inanç, kültür ve tüm değerlerini bu kent ve etkinlikte bizimle paylaşan tüm yerli-yabancı ve dost ve konuklara teşekkür ediyor, STER’e hoş geldiniz diyorum.” Büyük bir alkış yükseldi.

Hepimiz biliyoruz ki dev kentlere biriken ve onu o dev kentlere yığın, sömürüsünü, insanların kolektif gücüyle gerçekleştiren ama diğer taraftan onu en mikro yapılara bölerek entegre eden sınıflılığın sisteminin yürüttüğü şey yürümediği ve yürümeyeceği açıktır. Şehirlere doluşan insanlık ortak mutlu olmaktan uzaktı. Mutluluğunu yitirmişti. Kendisini özgürlüğe kışkırtıp ayaklandıran hayalleri artık yok gibiydi. Bu nedenle insanlığın getirdiği mutluluğunu ve özgürlüğünü yeniden canlandıran STER’in yaratıcılığını selamlıyoruz.

Dilmun mitolojisi şöyle der;

“Dilmun da kuzgun sesini çıkaramaz. İtudu kuşu sesini çıkaramaz, oğlakları yutan yabani köpek bilinmez. Tahılları yutan bilinmez. Güvercin başını eğmez. Gözü ağrıyan gözüm ağrıyor demez. Başı ağrıyan başım ağrıyor demez. Çevresinde ağlayan rahipler yürümez. Şarkıcı ağıt yakmaz. Kentin çevresinde hiç yas tutmaz.”

Evet, Dilmun da sekiz bitkiyi tadan insanlık tamahkarlığı yüzünden lanetle cezalandırıldı. Umuyorum ki Enki şahsında lanetlenip hastalanan insanlık buranın güzelliği ve mutluluğu içerisinde iyileşir.

Etkinlik öğle sonrası saat dörtte şehrin stadyumunda devam etti. Türküler söylendi, şiirler okundu, folklor ekipleri oyunlarını sergilediler. Müzik grupları çıktı sahneye, kültürel ve sanatsal etkinlikte en az buranın doğası kadar güzel ve zengindi.

Müzik eşliğinde titreyerek ve yaşam dolu bir ses yayıldı etrafa. Başak arkasına yaslandı oturduğu yerde. Tamamen ses verdi kendini. Beklediği muştulu haberi almışcasına vücudu gevşedi, yüreği bir duygu akımına uğradı. Tüm algısıyla fanatik gruplar gibi ozanın sesine dikkat kesildi, sesin içine daldı, tüm varlığıyla içinde kayboldu. Sesin frekanslarına karışarak yayıldı etrafa. Kulaktan kulağa geçti, ulaştığı her kulağa bir şeyler fısıldadı. Bitkilere geçti. Ayçiçeğinin iri ve sarı çiçeklerini, avize çiçeğinin sarkık ve beyaz çiçeklerini, Aspidistra’nın topraktan çıkan parlak yapraklarını, Meryem Ana Eldivan’ın çan çiçeklerini gezdi. Gül bahçesine yayıldı. Rayıhasına katık oldu. Kar çiçeği öyle bir zamana gitti ki, yaşanmış olup olmadığını çıkaramadı. Geçmiş miydi? Gelecek mi? Duygu deryasında da bu zamana ait bir bulgu ile karşılaşmayınca vazgeçti. Hüsnüyusuf çiçeğinden sonra Lale çiçeği de kendi yazgısıyla karşılaştı. Hiç oralı bile olmadı. Oradan Difenbahyayı, Mine Çiçeğini, Manolya ağacını gezdi. Her çiçeğin rayihasında eriyip yayıldı. Her çiçekte bir renk oldu. Harelendi. Toprağın soluğunu duydu. Ağaçların yapraklarını kokulandırdı. Evlerin camlarını buğuladı. Suyun anaforuna karşı yeni kokulara karışıp burcu harelenmesi yarattı.

Başak hep varmak istediği bir şahikaya doğru yolculuğa koyulmuştu. Hep erişmek istediği bir şeyi elde etmeye doğru. Başak’ın bu yolculuğu güç gerektiren tırmanışların aksine güçten kurtulmayı gerektiren bir tırmanıştı.

Başak vadilerden ırmak kenarındaki yollarda seyretmekte olan arabaların camlarından içeri girdi. Yolculuk menziline esinti onu getirmekte gecikince rüzgarlara bindi. STER’i müşfikçe okşayıp sevdikten sonra gökyüzüne çıktı. STER ormanlarını gördüğünde bulutlara karıştı. Güneşin ışınları rengarenk süzülüyordu. Bulutların içinden bir prizmadan geçer gibi kuşbakışı STER’i izledi. STER en güzel renkleriyle güneşe tutulmuş elmastan bir kolye gibi ışıldıyordu.

Başak bir an bu varlık halinden irkilir gibi oldu. Düşündü. STER’in oluşumunun her anında yer almıştı. Bu utku onun gururunu okşuyordu ve onun benliğini kışkırtıyordu. Ancak bir anda “Zerdüşt” zihninde belirip ona şöyle buyurdu; “Geçiçi olmayan iyi ve kötü yoktur. Onlar kendi isteğiyle hep yeni baştan alt etmelidirler kendilerini…”

“Artık beni yetirmenizi ve kendinizi bulmanızı istiyorum. Ancak hepiniz beni yaşadığınız zaman döneceğim size.”

Başak “Zerdüşt”ün bu sözlerini hatırlayınca o ana kadar hiç anlam vermediği insanın trajedi eğiliminin sırrına da vakıf oldu bir anda.

Başak “Zerdüşt”le yaptığı zihin turundan sonra devam etti tırmanışına. Bu sefer ışığa katık oldu. Bitkilerin içinde rengarenk dağıldı ve sonra süzüldü ışığı oluşturan fotonlarla iki uzak dağ arasına kurulu gökkuşağının yedi ayrı rengini oluşturdu. Bakışları büyüledi fotoğraf makinelerinin flaşlarından fotonlar karıştı kendisine. Gözleri dolaştı siyah, ela, yeşil, mavi, kahverengi retinaları büyüledi.

Tekrardan döndü STER’in bahçelerine. Başak olgunlaşmış ve parıldayan meyvelere dokundu. Zümrüt yeşili yaprakları okşadı bir bebeğin nazlı tenini okşar gibi. Ardından tarlalarda başakların önünde eğildi Tanrıça Aşnan’ın önünde eğilircesine. Hızını alamayıp gökkuşağı figürünü oluşturan çiçek bahçesine aktı. Herbirinin rengi ve kokusu oldu. Daha önce hiç olmadığı kadar ververoz çiçeklerinin önünde eğilircesine. Kabe’deki Hacer-ül Esved taşına el sürer gibi yüz sürdü. Ververozlara kelebeklerin ruhuna karışıp yedi gün değil, yedi saat değil, yedi saniye bir ömüre sahipmişcesine büyük bir ivediyle dolaştı STER’de son selamlamasını yaparcasına tüm şehrin önünde eğildi. Tanrıça STER’in önünde eğilircesine. STER mutluluğunun ve özgürlüğünün içine karışınca hiç olmadığı kadar kendisi olmaktan çıktı ve hiç olmadığı kadar kendisi oldu.

Başak sonunda ulaşmak istediği şahikaya vardı. Erişmek istediği ereğine ulaştı ve birinin sevgilisine sarıldığı gibi sarıldı meramına. Kendisine giderek çok benzediğini fark etti meramının sonra onunla hiçbir farklılığa sahip olmadığını idrak etti. Arayışıyla bildi artık onunla arasındaki farklılık bilincini hem bilinçsel hem de hissel olarak yitidi. Anlamı mı o olmuştu? O mu anlamı olmuştu acaba?

Başak doğanın her bir canlısındaki özdü. Çiçeklerinin özü. Bakışlarına akan özsü kelebeklerde yedi günlük ömür. Doğanın sırrına vakıftı artık.

Başak her canlıdaki vicdansı evine karıştığında yüreklere nafız bir öz haline geldi ve içindeki acının ve kanamanın durduğunu, onurunun onulduğunu hisseti.

Demek ki özgürlük ve mutluluk vicdan çağında erişilebilen bir merammış. Özgürlük çağına ulaşmadan insan mutlu olamazmış.

Demi-devrimin ve devri beşeriyetin en büyük emekçisi olan Başak kendi iyilik, güzellik ve mutluluk idealine ulaştığında “Zerdüşt”ün bilge bilgisinin de gerçekliğini daha iyi anlamıştı. Kendisini alt ettikçe kendisi olmuştu. Özgürleşmişti. Mutlu olmuştu. Hakikatini bulmuştu….

Felemez ERDEM

K.MARAŞ-ELBİSTAN

E TİPİ KAPALI CEZA İNFAZ KURUMU